Ruhu Cihat, Arzusu Şehadet Olan Ümmet!
Arşiv Yazarlar

Ruhu Cihat, Arzusu Şehadet Olan Ümmet!

Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi rabbilâlemin, vessalâtu vesselâmu alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn. Emmâ ba’d.

Şehadet, biz Müslümanları her saniye kuşatmış olan derin bir hissiyattır. Her anımızı sarmalayan güçlü bir bağdır. Günahkâr kullara dirilik enjekte eden mübarek bir duygudur. Rabbanî bir yöneliştir. Söz erliğinin tesciliyetidir. Cennet kokusu salgılayan, selefimizden (radıyallahu anhum) kalan canlı bir emanettir. Kıyametin en büyük muştusudur. Müminleri, Allah’ın (subhanehu ve teala) bahşettiği iman ve hidayet nuruyla birlikte çepeçevre kuşatan bir vuslattır. İmani anlamda bir sebat vesilesidir.

Cihat, meşakkatlerle çevrildiği için zirve bir ameldir. Nefse ağır gelen ve nefsin pek sevmediği bir ameldir. Cihat ile iki güzellikten birine varılır (Tevbe 9/111). Nefis öldürebilir ama bu durum, bir kayıp değildir. “Bizim kitabımızda kaybetmek, diye bir şey yoktur.” Biz Müslümanlar, sonuç itibariyle güzel, çekici bir ebediyete açıldığı için bu ve benzeri nasları farklı okur, kıraat ederiz. Cihat ayetlerine ve hadislerine farklı bir iştiyak duyarız. Allahualem ama nefis her ne kadar sevmese de fıtrata yerleştirilmiş bir hissiyat olabilir. Çünkü ana yurdumuz cennettir, ilk olarak orada yaratıldık. O yüzden vatanımızı yeniden kazanacak atılımlar gerekiyor. En büyük atılımlardan biri de kuşkusuz, cihattır.

Semüre’den (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Bu gece rüyamda iki adam gördüm. Yanıma gelip beni bir ağaca çıkardılar, sonra da bir eve götürdüler. O ev, şimdiye kadar benzerini görmediğim güzellik ve değerde idi. Sonra o iki kişi bana, bu eşsiz ev, şehitler sarayıdır, dedi” (Buhari, Cihat 4, Cenaiz 93).

Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Ümmetime ağır gelmeyecek olsaydı hiçbir seriyyeden geri kalmaz, hepsine katılırdım. Allah yolunda şehit olmak, sonra diriltilip tekrar şehit olmak, yine diriltilip tekrar şehit olmak isterdim.” (Buhari, İman, 26; Müslim, İmare, 103, 107).

Hz. Enes’ten (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Cennete giden hiç kimse, yeniden dünyaya dönmeyi ve dünyalık adına herhangi bir şeyin kendisi için olmasını istemez. Şehit olan kimse bunun dışındadır. O, gördüğü o büyük mükâfattan ötürü, on defa daha (Allah yolunda) ölmek için dünyaya dönmeyi temenni eder/arzu eder” (Buhari, Cihat, 21; Müslim, İmaret, 109-1877).

Cihat ve şehadet, tazeliğini her daim korur. Peygamberi mirastır. Nesilden nesile aktarılan bir aşktır. Damarlarımızda akan kan gibidir. Ama normal bir kan değildir, misk kokar. Şehitliğin belgesidir. Sıradanlıktan uzak, Allah korkusu ve sevgisi, ilik ilik işlenmiştir. En zor bulunan kandır. Dünyada, sadece şehadeti arzulayan Müslümanlarda bulunur. Müslümanın tek arzusu, cennettir. Bizim Müslüman olarak can verme kaygımız ve şehit olarak göçüp kıyamete kadar diri kalma gibi bir idealimiz var. İdeolojik anlamda bir idealist değiliz, elhamdülillah. Amele dökülmese de ölene kadar kalbimizde taşıdığımız bir niyettir. Çünkü ötesi, Allah muhafaza, nifaktır. Tek geçerli şeriata iman etmiş ve isnadı Allah ve Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) olan ümmetiz. Bizim için cennete açılacak olan tüm kapılar, en büyük gayedir. Bu kirli çağda önder olmuş, yiğit şehitlerden biri der ki: “Mutlu kişi odur ki Allah (subhanehu ve teala) canını şehit olarak almıştır.” Allah, beni ve sizleri şehit olarak katına alsın. Amin.

Şehadet, “derdi Allah” olmayanların kalbinde yeşermez. Zaten böyle bir gayeleri olamaz. Terazisi bozuk olanlara da nasip olmayacak kadar mukaddestir. Kuran ve sünnet çizgisinden uzak, gözünü haramlardan sakınmayan, namazını ikame edemeyen, secdeleri özel olmayan, malayani/boş işlerden içtinap etmeyen, vaktinin kıymetini bilmeyen, dili zikirle ıslanmayan bir kalpte barınamaz. Bataklıkta gül yetişemeyeceği gibi, böyle bir kalpte de şehadet filizlenemez.

Cihat ve şehadet, yukarıda da kısmen değinildiği üzere zor bir süreçtir. Yalnız cihat günlükleri olarak değil, öncesiyle de zor bir süreçtir. Cihat; nefsî, ahlaki ıslah gerektiren bir ameldir. Çevre bilinci sağlamak ve insan barikatlarını aşmak gerekir. Arkada enkaz değil de gurur duyacak bir şuur bırakabilmek elzemdir. Müslümanların ırzlarının kirletildiği, çoluk çocuk demeden katliamların arttığı, İslam’a savaş açıldığı bir dünyada çevremizin duyarlılığını arttıracak şeylere yönelmemiz gerekmektedir.

Şehitlerin varlığı, bize canlılık katar. Okuruz, dinleriz, hatırlarız. Bir Müslümanı, belki de şehitler kadar başka hiçbir şey etkileyemez. Ümmetin gençlerini etkileme noktasında şehit sahabeler, şehit ya da cihat yönü olan alimler daha ön planda olmuştur. Şeyhülislam İbn Teymiyye’yi farklı kılan, sadece ilmi değildi. Moğollara karşı en önde cihat etmesiydi… Hasan el-Benna’yı bu kadar sevdiren de sadece büyük bir cemaatin lideri olması değildi. Cihadi birlikler hazırlaması ve kendisinin de şehit olmasıydı. Seyyid Kutup’u bu kadar popüler kılan, sadece yazdığı eserler değildi. İzzetli ve şerefli bir şekilde şehit olmasıydı… Cihadı ve şehadeti olmasaydı Abdullah Azzam bu kadar tanınmayabilirdi. Allah, hepsine rahmet etsin. Bizleri de arkalarından gidenlerden kılsın.

Bugün Gazzeli kardeşlerimizin cihadına, dün Çeçenistan’da, Afganistan’da, Suriye’de, Irak’ta vs. beldelerde şahit olduk. Kıyamete kadar da şahit olacağız inşaallah. Ama müdafaa ile değil, daha aksiyonel şekilde saldırarak şahit olacağız. Onları en kötü, cizyeye mecbur bırakacağız. Biz; Moğol, haçlı saldırılarını müşahede etmiş bir ümmetiz. Zulümler, daimi değildir. Evet, Gazze’de şahit olduklarımıza içimiz cız ediyor ancak Allah’a hakkıyla yöneldiğimizde dirileceğimiz günler yakın olacaktır.

Cihat ve şehadeti, salt epistemolojik olarak değil de bir vakıa olarak ele aldığımızda ümmet-i Muhammed, ne zaman ki dünya metasına yenik düşüp cihattan yüz çevirmişse hep gerilemiş ve Allah düşmanları da onlara galebe çalmıştır. Tam tersi durum olduğunda da ümmet-i Muhammed şaha kalkmıştır. Bu ümmetin, dünyanın neredeyse tamamına ulaşan bir tebliğ hareketi, cihat ve şehadet hakikati vardır. Ümmet, bu izzetli amel ile Endülüs’e hükmetti, Kudüs’ü geri aldı, İstanbul’u fethetti, Viyana kapılarına dayandı. Bu aşk ile Doğu Roma ve Pers İmparatorluğunu, Sovyetler Birliğini, Birleşik Krallığı tarihten sildi. Sırada, asrın büyük tağutu ve niceleri olacaktır inşaallah. Ayrıca bir detay olarak İslam ordusu Paris’e 60 km kala haçlı güruhları tarafından durdurulamamış olsaydı acaba nasıl bir tarih okuyacaktık?

Eyyub el-Ensarî’nin (radıyallahu anh) o yaşına rağmen İstanbul’da ne işi vardı? Sadece o değil, Yezid komutasındaki bu orduya bir göz attığımızda nice sahabeti göreceğiz. Hz. Ali sonrası ne fitnelerden ne zulümlerden bahsediliyordu değil mi? Ama sonrasında, işe bak ki, hepsi bir olmuş, İstanbul’un kapılarına dayanmışlar. Bu bile gösteriyor ki bu ümmeti dirilten, cihat ve şehadettir. Bunlarsız İslam tasavvuru olamaz. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “İşin başı İslâm, direği namaz, doruğu cihattır.” buyurdu (Tirmizi, İman, 8; İbn Mace, Fiten, 12). Ayrıca neden bazı sahabelerin mezarı Kıbrıs’ta? Onlar zaten çok büyük bedeller ödememişler miydi? Niçin yerlerinde kalmamışlar da o kadar yollar katetmişler! Allah, onları bizler için bir menzil kılmıştır. Biz, kendimize onları rehber ediniriz; günümüzde ne dediğini bilmeyen, üç beş kelam ile öne atılmış olanları değil. Allah (subhanehu ve teala) bizleri selefin menhecinden ayırmasın.

Şehadete açılan kapı olan cihadı betimleyen en güzel tarihî anlatılardan biri de herkesçe malum olduğu üzere Fudayl b. İyâd ile Abdullah b. Mübarek arasında vuku bulan mektuplaşmadır. Mektubu yazan, Kâbe’nin gölgesinde ihlas, ilim, amel, nefis tezkiyesi, zühde ağırlık vermiş, yaşadığı dönemin en abidi olarak görülmüş kimsedir. Mektuba muhatap olan tam da ilmiyle amil mücahit önderlerdendi. Fudayl’e nazaran cihadı nafile ibadetlerden daha üstün gören bir şahsiyetti. Tabiri caizse iki mübarek arasında tam bir düello yaşanmıştır: nasihat düellosu. Biri Kâbe’den diğeri de ribattayken toz toprak, kan ter içerisinde yazılmış iki mektubun karşılaşmasıydı. İkisi de aslında ihlas ve Allah’ın rızası ile mühürlenmişti.

Abdullah b. Mübarek’e gelen mektup, “Sen bu cephelerle çok ilgilenmekten amele yönelemiyorsun, acaba bir hata mı yapıyorsun?” şeklinde sorulu bir nasihattı. Rumlarla yapılan büyük bir savaş, kalabalık kâfir ordusu, çetin geçen bir savaş ve ribat tutan bir mücahit. Mübarek kalemi eline aldı ve “Ya abide’l-Harameyn” hitabı ile başlayan meşhur şiiri yazmaya başladı. Mektup, “Sen ibadetle oyalanıyorsun, kendini kandırıyorsun.” tarzında cümlelerle sona ermişti.

Fudayl, cevap mektubunu eline alınca öncelikle Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyiniz, aksine onlar diridirler fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara, 2/154) ile başlayan ayet ile karşılaştı. Mektubu getiren şahıs, Fudayl’ın Kâbe’nin gölgesinde mektubu okumaya başlayınca gözlerinin ağlamaklı olduğunu ve “Ebu Abdurrahman ne kadar doğru söyledi ve bana içten bir şekilde nasihatte bulundu.” dediğini aktarmaktadır. Evet, Fudayl anlayamamıştı. Çok ihlaslı cümlelerle kendisine hatırlatıldı. O da hatasını fark etti ve tövbeye yöneldi. Bu öyle bir ameldir ki diller lal olur. Verilecek cevap bırakmaz. Haddizatında Fudayl, “Sen kendini ne sanıyorsun, İslam sadece düşman ile kıtalden mi ibarettir, haddini bil, sen benim kim olduğumu unutmuşsun demek, seni tüm Hicaz bölgesinde rezil ederim.” de diyebilirdi. Lakin bu adamlar, farklı bir karaktere sahipler. Modernizm bakışıyla yorumlanamayacak kadar da güçlü, zahit kimliğe sahipler. Bizler anlamayabiliriz. Bu, çok normaldir. Böyle bir cümle ile kurulu cevapla karşılaştığımızı düşünelim ve vereceğimiz tepkileri tasavvur edelim. Adamda ne niyet ne haysiyet ne onur ne kimlik hiçbir şey bırakmayız. Bu, maalesef bizim vakıamız. Kıtal olan cihat, izzettir. Diriliş muştusudur. Bedellerin ödendiği bir ahitleşmedir.

Fudayl, böyle tepki verdikten sonra kendi senediyle tek bir hadis yazıp İbn Mübarek’e gönderdi: “Mansur ibn’ul Mu’temir’in Ebu Salih’ten onun da Ebu Hureyre’nin (radıyallahu anh) rivayetine göre bir adam Resulullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelerek şunu sordu: “Bana öyle bir hayırlı amel öğret ki Allah yolunda savaşan mücahitlerin elde ettiği hayrı elde edeyim.” Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Namazı aksatmadan kılıp orucunu bozmadan oruç tutabilir misin?” diye sorunca adam: “Ey Allah’ın Resul’u! Buna kim güç yetirebilir?” dedi. Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem): “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki buna güç yetirebiliyor olsaydın bile Allah yolunda savaşan mücahitlerin seviyesine ulaşamazdın! Bilmez misin, mücahitlerin atları bile yaşadıkları müddetçe mücahitler için hayır kazandırır.” (İmam Zehebi, Siyerü A’lami’n-Nübela’, 8/412).

Mektuplaşma olayı, neden kıyamete kadar ümmet-i Muhammed’in bu adamların ismini zikredeceğinin ve hayır duasında bulunacağının cevabıdır. Böyle adamlar sevilmez mi, gittikleri yol menhec edilmez mi? Bu adamlar, Allah’ın özel, seçkin şahsiyetleridir. Onlar nerede, biz neredeyiz? Sahi biz bu dinin neresindeyiz?

Neslimizi, bu ruh üzere yetiştirmeliyiz. Ehlimize, “Bir mücahit nasıl olunabilir?” şuurunu enjekte edebilmeliyiz. Bizleri cihat şuurundan yoksun bırakacak yönelişlerden kaçınmalıyız. Önümüzde cennet ve cehennem var. Kalbimizdeki şehadet sevgisi körelirse arzuladığımız hedefe ulaşmamız zor olacaktır. Öncekiler ne ile ıslah olmuşsa bugün bizler de o nura yapışmalıyız. Allah (subhanehu ve teala), bizleri gafillerden değil, gafillere ışık olacaklardan kılsın.

Velhamdülillâhi rabbil âlemin. Selam ve dua ile…

Sercan AKBAYRAK

akbayraksercan@gmail.com