Allah’ın dininin hayata hâkim kılınması ve İslami şahitliğin hem bireysel, hem de toplumsal hayatta örneklendirilmesi müslüman olma iddiası taşıyan herkesin görevidir.
Tek tek kendi nefislerimizden kalkarak tüm yeryüzünde tevhid ve adalet ilkelerinin hâkim kılınması demek olan İslami mücadelenin üstlenilmesinin soyut bir ‘müslümanlık’ iddiası ile altından kalkılabilecek bir iş olmadığı görülmektedir. Mücadelenin üstlenilebilmesi güçlü şahsiyetleri ve bu şahsiyetlerden oluşan güçlü yapıları gerektirir. Bu noktada kısaca, nitelikli şahsiyetler ve bunlardan oluşan yapı irtibatının bir öncelik sonralık ilişkisinden ziyade, karşılıklı etkileşim ve gelişim ilişkisi içinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Yani ‘İslami şahsiyetler yapıyı kurar, yapı da İslami şahsiyetleri eğitir ve geliştirir.’
İSLAM, Hz.Adem’den, son nebi Hz.Muhammed aleyhisselam efendimize kadar tüm rasullerin tebliğ ettiği, Yüce Allah’ın razı olduğu ve kıyamete kadar baki olacak ilahi dinin adıdır.
ŞAHSİYET, kelime anlamı “kişilik, belirgin özellik” demektir. Kökü; ŞUHUStur. ”Yükselmek, uzaktan görünmek” demektir. ŞEHASET ise “irileşmek, büyümek” demektir.
Şahsiyet: Bir ferdin kendine has görünüş, duyuş, düşünüş ve davranışlarının tamamı… Kişilik… Personalite… Değerli, kabul gören kimse…
“Kişiliğin iç yapısını, bedenî ve ruhî boyutuyla insan benliğinin eğilimlerini, ruhsal hayatın bütününü ve beşerî kişiliği ifade etmektedir” (DİA)
Şahsiyet öyle bir şeydir ki temelini doğuştan getirilen genetik özellikler oluşturur. Buna mizaç denir. Mizacı bir ağacın köklerine benzetirsek; ağacın gövdesi, dalları ve yaprakları da karakterdir. Ne var ki bir ağaç budanmaya ve bakıma her zaman ihtiyaç duyar; karakterin terbiye edilmiş hâline de şahsiyet (kişilik) denir. Örneğin; nasıl HURMA çekirdeğinde, hurma özü varsa ve gerekli şartlar oluştuğunda kocaman bir ağaç haline geliyor ve meyve veriyorsa, her insanda da güçlü bir şahsiyet olabilecek bir çekirdek/kuvve vardır ve yeterli eğitim ve çaba ile bu şahsiyet ortaya çıkar ve güçlenir. Fakat tek başına bu kuvvenin olması yeterli değildir, çevre/muhit de önemlidir. Nasıl çok değerli bir hurma çekirdeği/acve, bir kenara atıldığında bir ağaç ve meyve meydana gelmiyorsa; insan da çevreden yeterli desteği almadığında iyi bir şahsiyet meydana gelmez.
Şahsiyetimizin oluşumunda; irsî verilerin, fizikî özelliklerin, kültürün, maruz kaldığımız ebeveyn tutumlarının, sosyal statünün ve psikolojik ihtiyaçların etkisi asla inkâr edilemez. Lâkin tüm bunların etkisini dengeleyecek ve sağlıklı bir kişilik oluşumunu sağlayacak tek kontrol mekanizması ise dindir/İslam’dır.
Toplumu inşa etmenin öncülü şahsiyeti inşa etmektir… Hakeza aileyi, cemaati, ümmeti, medeniyeti inşa etmek güçlü ve güzel şahsiyetlerin işidir.
Şahsiyet sahiplerinin yüreklerindeki oturaklaşmış yakini iman, muhteşem ahlak, takva donanımı onları farklı kılmaktadır.
Güçlü şahsiyet, zorlu cenderelerde, kaygan zeminlerde ayakları yere sağlam basan, kimlik krizlerine, kıble kaymalarına maruz kalmadan kararlı yürüyüşünü sürdürebilendir.
ŞAHSİYET; Sıradan olmamak, faklı olmak, düz ve silik olmamaktır.
Yaşadığımız modern cahili sistemin en büyük günahı belki de; duyarsız, değersiz, dertsiz, gayesiz, ruhsuz, kimliksiz, kişiliksiz yığınlar yetiştirmesidir.
Aslında bu tarih boyunca halklar üzerinde egemenlik kuran ve yığınları ezen sömüren Firavunların Nemrutların kısacası tüm tağutların yapmaya çalıştıkları şeydir. Çünkü bütün zalim-tağuti güçler; düşünen, sorgulayan, kendi zorbalıklarına direnen ve insanları zulme karşı direnmeye çağıran adalet ve merhamet elçilerini sevmemişler onlardan nefret etmişler ve onları etkisiz hale getirmek için her türlü kötülüğü yapmışlardır.
İSLAMİ ŞAHSİYET, Hz.İbrahim gibi tek başına da olsa vahye teslim olan, cahiliye karşısında eğilmeyen ve her gittiği çevrede bir tohum misali Kur’an nesli nüvesini, bir ekin gibi oluşturma fedakarlığını göstermeyi ifade eder.
İslami şahsiyet kavramı; genel ‘müslüman’ tanımından daha süzülmüş bir alana tekabül etmektedir ve tanımı daha özelleştiren bir içeriğe sahiptir. Bununla amaçlanan şey, İslami şahsiyet kavramının, sadece müslüman olmanın gerekli kıldığı genel özellikler ve yükümlülüklerle sınırlı olmayıp, daha yoğun, daha özel ve daha ağır bir sorumluluk alanına tekabül ettiği gerçeğinin altını çizmektir.
İslami şahsiyet ile kastedilen şey öncü kimliğidir, sorumluluğudur. Kelimenin bütün kapsamıyla bir ‘adanmışlık’ bilincine ve tavrına sahip olmaktır. Adanmışlık, Allah’ın dinini gerektiği biçimde ve en güzel örnekliğiyle temsil, taşıma ve hâkim kılma mücadelesini öncülük bilinciyle yüklenmeyi içerir. Kısacası, bir ‘DAVA BİLİNCİ’ne sahip olmayı ve DAVA ERİ olarak yaşamayı gerektirir.
İslami Şahsiyetin oluşumu, belirli bir ameliyenin/çaba ve gayretin sonucunda gerçekleşir. Bu sadece insanların “ben şunu tercih ediyorum.” demelerine benzer bir yüzeysel seçimin sonucunda, otomatikman ortaya çıkabilecek bir özellik değildir. Ayrıca doğal şartların iteklemesiyle, kendiliğinden kazanılabilen bir hususiyet de olmadığı gibi. Bir kez sahip olunduğunda ebediyen taşınabilecek bir sıfat da değildir.
Bilinçli bir tercih, bu tercih temelinde ortaya konulacak bir emek ve bu emeğin süreklileştireceği ve yaygınlaştırılacağı organik bir ilişki ağına sunulması gerektirir. Bu uzun, engebeli ve çok yönlü bir süreç demektir.
İslami şahsiyet, ancak bu koşulları içeren bir sürecin yaşanması ile mümkün olabilir.
İSLAMİ ŞAHSİYETİN İNŞAASI NASIL OLMALIDIR?
1. HAKKIYLA TEVHİD
“Onlar Allah’ı gereği gibi takdir edemediler. Şüphesiz Allah güçlüdür, yücedir.” (Hacc,74)
Yani, Tevhidin hakkını vermek.
Allah’ı gereği gibi tanımak, Allah’tan onay almaktır. Allah ile aramız nasıl? Allah’a ne kadar değer veriyoruz? Hayatımızın merkezinde Allah Teâla mı var ya da başka varlıklar mı? Referansımız Allah mı? Allah ile sorunumuz var mı?
İman ettiğimiz Allah’ı ihmal ediyoruz.
Rabbimiz biz Müslümanları, kendisine iman etmeye davet ediyor.
“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisa,136)
“İman edenlerin Allah’ı anma ve O’ndan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı. Onlardan bir çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.” (Hadid,16)
Biz Allah’ı ne kadar anıyorsak Allah da bizi o kadar anıyor.
Biz Allah’a ne kadar değer veriyorsak Allah da bize o kadar değer veriyor.
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed,7)
Kişinin Allah ile birlikteliği namazla ölçülebilir. Allah katındaki değerimiz için namazlarımıza bakabiliriz.
HİZAYA GELEN ANCAK HUZURA ÇIKABİLİR.
2. HAKKIYLA TAKVA
“ Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa, öylece sakının ve siz ancak müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran,102)
Hz. Ömer (radıyallahu anh) ile Übeyy bin Kaab(radıyallahu anh) arasındaki şu karşılıklı takvayı çok güzel açıklıyor:
Hz. Ömer –“Takvâ nedir ?”
Übeyy bin Kaab-“Dikenli yolda hiç yürümedin mi ?”
Hz. Ömer –”Yürüdüm”
Übeyy bin Kaab –“O zaman ne yaptın ?”
Hz. Ömer –“Paçalarımı sıvayıp gayret sarf ettim”
Übeyy bin Kaab-“ İşte takvâ budur”
Takva ehli olabilmek için 4 şeyi bilmemiz lazım:
a)Kendini bilmek
b)Rabbini bilmek
c)Haddini bilmek
d)Hesabını bilmek
İnsanlar şu 3 elbiseye çok değer verirler:
1.Düğün elbisesi 2.Hacc veya umre elbisesi 3.Mezar elbisesi
Fakat 4. bir elbise olmazsa, bu elbiselerin hiç biri insana değer katmaz.O ‘takva elbisesi’dir.
“Ey Adem oğulları! Size avret yerlerinizi örten giysi ve giyinip süsleneceğiniz elbise indirdik. TAKVA ELBİSESİ ise en hayırlı olandır. İşte bunlar Allah’ın ayetlerindendir. Umulur ki öğüt alırlar.” (A’raf,26)
Allah Teala, bizim kaç rekat namaz kıldığımıza, kaç kg kurban kestiğimize bakmayacak. Kalplerimizdeki TAKVAya bakacaktır.
“Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır.” (Hacc,37)
3. HAKKIYLA CİHAD
“Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi seçti ve dinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine uyun. Allah, sizi hem daha önce, hem de bu Kur’an’da müslüman diye isimlendirdi ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de insanlara şahit (ve örnek) olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip, ne güzel yardımcıdır!” (Hacc,78)
Cihad, İslam söz sahibi olsun, ilk ve son söz Allah’ın olsun diye, çaba sarfetmektir.
Bazı/Müslümanlar, cihadı lügatlerinden çıkardılar. Aman efendim cihad dersek aşırı muamelesi görürüz, terörist derler havasına büründüler.
Efendimizin hayatını incelediğimizde CİHAD ile geçtiği görülecektir. Cihad sadece savaşmak/kıtal değildir. Kıtal, cihadın zirvesidir.
Malla cihad, elle cihad, kalemle cihad, dille cihad…….
Müslümanların CİHADI merkeze koymadan, içinde bulunduğumuz zilletten kurtulması mümkün değildir. Hasan el Benna’nın dediği gibi; “HAYAT İMAN VE CİHADDIR.” Düsturuyla hareket etmeliyiz.
“Yoksa siz Allah içinizden cihad edenleri ortaya çıkarmadan ve yine sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız!” (Ali İmran,142)
CİHAD; ”Batılı, tuğyanı, zulmü reddetmek, uzlaşmamak, Hakla batılı karıştırmamak, safını belli etmek, Hakkın ikamesi için gece gündüz mücadele etmektir.”
“Öyle ise kâfirlere itaat etme, onlara karşı bu (Kur’an’la) büyük bir mücadele ver.” (Furkan,52)
Furkan suresi, Mekki bir suredir. Yani henüz cihad farz kılınmamıştır. Ulema buradaki cihadın Kur’an ile vahiy ile olduğunu ifade etmişlerdir.
CİHAD RUHUnu kaybeden İslam ümmeti zillete mahkum olmuştur. Sömürüye maruz kalmıştır.İslam toprakları işgal edilmiş,İslami kimlik yerle bir edilmiştir.
Elhamdulillah uzun yıllardır gündemden çıkan cihad, tekrar ümmetin gündemine girdi. Afganistan, Suriye, Ogaden, Patani örnekleri…
CİHAD, DİRİLİŞ RUHUDUR.
Cihadı ve şehadeti seven bir toplum asla yenilmez. Filistin’de evinden şehid çıkmayan aile fertleri, yüzleri önlerinde eğik olarak sokağa çıkıyorlar.
Eski bir İsrail cumhurbaşkanı;”Ölümden korkmayan bu topluma ne yapabiliriz ki?” demişti.
Dünya sevgisi ve ölüm korkusu bütün hastalıkların başıdır. Yani; VEHN!!!
El’an, fiili olarak cihada katılamasak da bir şekilde cihada destek olmalıyız. Yanı başımız cihad meydanı. Suriyeliler savaşla, biz ise Suriyelilerle imtihan olunuyoruz.
Cihadın hakkını verebilmek için, bu konuda üzerimize ne düşüyorsa var gücümüzle mücadele etmeliyiz.
Rasulullah Efendimiz:”Yarım hurma ile de olsa kendinizi ateşten koruyun.” buyurmuştur.
Cihadsız, hicretsiz, şehadetsiz bir İslami şahsiyet asla düşünülemez.
4. HAKKIYLA TİLAVET
“Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla okurlar. İşte onlar kitaba inanırlar. Ona inanmayanlarsa ziyankârların ta kendileridir.” (Bakara,121)
Kitabın hakkını vermek, sadece tecvidli okumak, öpüp baş üstüne koymak, kitaplığın en üst rafında bulundurmakla olmuyor.
Tilavet, okuyup geçmek değildir. Sürekli okumak, okuduğunu tefekkür etmek, okuduğunun arkasında durmak, HAYATA GEÇİRMEKTİR.
Hafızadaki Kur’an, bizi kurtarıcı olmayacaktır. Hayatımızdaki Kur’an bize fayda verecektir.
Kur’anı hafızamızda mahfuz değil de mahpus tutarsak Kur’an bizden şikâyetçi olacaktır.
Ve resûl: “Ey Rabbim! Muhakkak ki benim kavmim, bu Kur’ân’dan ayrıldı (Kur’ân’ı terketti).” dedi. (Furkan,30)
Peygamber de, Ya Rab! demekte, yani bir taraftan da Peygamber Allah’a şöyle şikayet etmektedir: Kavmim bu Kur’ân’ı mehcur tuttular. Mehcur tutmak iki anlama gelir birisi terkedip uzak durmak, onunla amel etmemektir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: “Her kim de Kur’ân’ı öğrenir de Mushaf’ını asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyamet günü gelir, yakasına sarılır ‘ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (beni terkedip uzak kaldı, benimle amel etmedi), benimle arasında hüküm ver’ der.” Diğer anlamı ise; hakkında saçma sapan konuştular, evvelkilerin uydurma masalları dediler, demektir. Peygamberin bu şekilde şikâyetini söylemek büyük bir tehdittir. Çünkü peygamberler kavmini Allah’a şikâyet ettikleri zaman haklarında azab çabuklaştırılmış olur.
Okumayı, tecvidi değil uygulamayı terk ettiler. Hayatın dışına attılar.
“Kur’an hayatımızın neresinde?” Bunu mutlaka sorgulamalıyız.
Aliya İzzetbegoviç:”Kur’an edebiyat kitabı değil hayat kitabıdır.” Yaşadıklarımız Kur’andan onay almıyorsa, tilavet yerini bulmuyor demektir.
Rabbimiz bizi, bize hayat verecek şeye davet ediyor:
“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyun ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, O’nun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal,24)
Türkiye’de Kur’an’ı okuma, ezberleme konusunda iyi sayılır. Fakat Kur’an’ın çokça okunduğu, az amel edildiği bir ülke sorulsa Türkiye derim.
İSLAMİ ŞAHSİYETİN BAŞLICA ÖZELLİKLERİ
1.Cahillerin seviyesizliğini ortaya çıkaracak kadar olgun, ağırbaşlı ve seviyelidir.
“Rahmanın has kulları, onlar yeryüzünde alçak gönüllü olarak yürürler ve ne zaman kötü niyetli dar kafalı kimseler, kendilerine laf atacak olsa, sadece “Selam!” derler geçerler.” (Furkan 63)
2.Kafirlere karşı şiddetli, müminlere karşı merhametli ve mütevazidir.
“Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı da merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde, Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün…” (Fetih,29)
3.Kompleks içinde olmayan, metin ve dik duruşunu koruyan bir kişiliktir. Hz.İbrahim misali tek başına ümmet olmak. “Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.” (Nahl,120)
4.Allah’ın velisi (Bakara,257) olması sıfatıyla acziyetten uzak bir kişilik.
5.Haddini bilen bir kişilik. “O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.” (Alak,2)
6.Sadece Allah’ın rızasını esas alır. “İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır (kendini feda eder). Allah, kullarına karşı şefkatli olandır.” (Bakara,207)
7.Boş söz ve gündemlerden yüz çevirir.
“Onlar ki, boş ve anlamsız söz ve işlerden yüz çevirirler.” (Mu’minun,3)
Evet, biz şahsiyetimizi İslam’a borçluyuz… Onurun, erdemin, iffetin, heybetin, kuvvetin, devletin adresi İslam’dır…
İnsanlığın yüz akı olan şahsiyetler İslam’ın bağrından yetişti…
Düne kadar çöllerin sersefil deve çobanları bakıyoruz ki; yeryüzünün öğretmenleri oluverdiler… Sahranın kumları içinde silikleşmiş bedevilerden medeni bir nesil doğdu…
Önceleri sonu gelmez kan davalarının birer insan kasabına dönüştürdüğü bu çeteler sonraları çiçekleri ezmemek için yere ihtiyatla basan meleki bir mahiyet kazandılar…
Kız çocuğunu toprağa gömmekten imtina etmeyen Hattab’ın oğlu bu sayede öyle bir ufka uzandı ki artık;
“Kenarı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu Adl-ı İlahi gelip Ömer’den sorar onu” diyebilecek bir hassasiyet arzedebiliyordu…
Nice haydutlar “hayat verecek çağrının” ve “kutsal emanetin” yılmaz hamisi ve hamalı oldular…
Evet, haramiyi ininden çıkarıp sahabi yapan İslam’dı…
Öyle ki bu yüce şahsiyetler kendilerini Mekke ve Medine ile sınırlamadılar. Arzın dört bir yanına yayıldılar… Tevhid, adalet, özgürlük şiarı ile şahitliklerini sürdürdüler… Sınır tanımadılar, gün geldi şöyle dediler:
“Eğer karşıma bu derya çıkmasaydı, senin adını daha ötelere taşırdım.”
İşte önce bu adanmışlık ruhunu, bu yüce aşkı, bu bitmez- tükenmez azmi, bu muhteşem ahlakı anlamamız gerekiyor… Şahsiyet nedir, nasıl oluşur, sorusunun cevabı burada saklı…
Bu kıvam yakalanınca 19 yaşındaki Üsame b. Zeyd’in Şam ordusunun başına nasıl başkomutan olduğu daha rahat anlaşılacaktır… 20 sularındaki Muaz b. Cebel’in Yemen’e vali olarak atanması garipsenmeyecektir… Fetihten sonra 20sine merdiven dayamış Attab b. Esid’in Mekke’ye vali olması kimseyi şaşırtmayacaktır… Çiçeği burnunda delikanlı Mus’ab b. Umeyr’in Yesrib’e tayininin çıkması kimseyi hayrette bırakmayacaktır… Çünkü onlar artık şahıs değil, birer şahsiyet idiler… Kadını, erkeği, genci, yaşlısı, zengini, fakiri herkes şahsiyet kazanma mektebinde bu bilinci kuşanmıştı…
Gün geldi, hutbe okumakta olan Halife Ömer’e Kureyşli bir kadın özgür iradesi ile itiraz edebildi. Ömer gocunmadı, alınmadı, şaşırmadı… Çünkü o toplumda kadının dişiliği değil kişiliği öndeydi… Koca Ömer: “Kureyşli kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı” demekle küçülmedi, tam aksine ne büyük bir şahsiyet olduğunu gösterdi… İlk halife, ilk hutbesinde soruyordu: “Şayet eğrildiğimi görürseniz ne yaparsınız?” Cevap gecikmedi, kılıcını Halifeye doğrultan adsız şahsiyet şöyle diyecekti:
“Şu eğri kılıçlarımızla seni doğrulturuz.” Zaten beklenen, istenen cevapta buydu…
Ve halife devam edecekti: “Allah’ım sana hamd olsun ki, Rasulünün halifesi eğrildiğinde onu kılıçları ile doğrultacak şahsiyetler var.” Silik değil dik duruş… Onlar sığınmacı, sinik, hep özür dilemeci bir çizgiye iltifat etmediler… Gerçekten şahsiyetli idiler, rol yapmadılar…
Bu gün de, adımlarını sahabe gibi kararlı atanlar çığır açabilirler…
Ne mutlu imanla yoğrulan, güzel ahlakla bezenmiş, İslam Davası uğruna her türlü fedakarlığa katlanan yiğit erlere…