• Ahmed Yasin

    İslamî Hareket/Cemaat ve İslamî Hareket/Cemaat Liderinin Özellikleri

    - 03 Nisan 2017

GİRİŞ

Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a,

Salât ve selâm yüce peygamberlerine, ailelerine, asha­bına, izlerinden gitmiş, giden ve gideceklere…

Hz. Adem (a.s.)’den itibaren bütün peygamberler; insanları Allah’a (c.c.) ihlâsla teslim olmaya ve yüklendikleri emânete uygun bir hayat yaşamaya davet etmişlerdir. Mukaddes emân insanoğlunun kendi iradesiyle yüklendiği muhkem nassla sabittir: “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif) ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler. İnsan (a gelince, o tuttu) emâneti sırtına yüklendi” (El Ahzab Sûresi: 72)  Hz. Adem (a.s.) şanı yüce olan Allah’a (c.c.) emânetin ne olduğunu sormuş, O da “İyilik edersen mükafat, kötülük edersen ceza görürsün” buyurmuştur. Hz. Adem (a.s.) kendi rızasıyla emâneti yüklenmiştir.


Emânetin tabii sonucu olan cihad, salih bir amel ve ibadettir. Cihad; Arapça bir kelime olup, “Cehd veya cühd” kökünden gelir. Lugatta: “Güç ve gayret sarfetmek, meşakkat, amelde mübâlağa etmek ve zahmet gibi” manalara gelir. İslâmi ıstılâhta “Allahû Teâla’nın (c.c.) dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denilir. Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v.) Müşriklerle; malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz” buyurduğu malûmdur. Dille yapılan cihad, tebliğ ve irşad faaliyetleridir. İbn-i Abidin “Reddü’l Muhtar” isimli eserinde, cihadın önemini şöyle ifade etmiştir: “Cihadın fazileti pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bir Müslüman bu sayede Allah’a yak­laşmak için onun uğrunda nefsine meşakkatlerin en ağırını yüklemekte ve aziz varlığı olan canını feda etmektedir. Bununla beraber nefsini devamlı olmak üzere ibâdet ve taatlara hasrederek, onu hevâ ve heveslerine tabii olmaktan men etmek cihaddan da güçtür.”

Cihad kelimesi (terim olarak); küffarla savaş sırasında gayret sarfetmek manasına kullanıldığı gibi, nefis, şeytan ve şeytanın dostları ile mücadele için de kullanılmıştır. Cihad;

1- Heva ve heveslere karşı cihad

2- İlim ile yapılan cihad

3- Mal ile yapılan cihad

4- Dil ile yapılan cihad

5- Silahlı mücadele şeklindeki cihad/kıtal[1]

İslâm’ın hayata hükmetmek için, yani İslâm’ın öngördü­ğü yapı ve mahiyette bir toplum ortaya çıkartmak için, Al­lah tarafından gönderilmiş olduğu bilinen gerçeklerden­dir. O bakımdan İslâm’ın egemen olmadığı toplumlarda, İs­lâm’ın egemenliğini gerçekleştirmek, İslâm’ın Müslümanlara yüklediği bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, Müslümanların çevrelerini kuşatan ve İslâmî olmayan her bir durumu, İslâm’ın öngördüğü yöntem ve üslûplarla İslâm’ın amaçları doğrultusunda değiştirmeyi, dönüştürmeyi ge­rektirmektedir.

Günümüz dünyasında Müslümanlar, -oldukça sınırlı ve dar bazı alanlar dışında- İslâmî olmayan şart ve oluşumla­rın dayattığı ve İslâmî olmayan bir hayata, bir takım iliş­kiler silsilesine mahkûm edilmiş bulunuyorlar. İslâm ise Müslümana, İslâm’ın öngördüğü bir hayat sürmeyi ve çev­resini bu hayatın hedefleri doğrultusunda şekillendirmeyi, bu hedeflere uygun bir yapıya sahip kılarak örgütlenmeyi hedeflemesini emretmektedir. Yani Müslüman için içinde bulunduğu şartlar karşısında -özellikle bu şartlar gayr-i İs­lâmî ise- pasif ve edilgen bir tutum takınması mümkün değildir; İslâmî kimliği ile bağdaşamaz.

Müslüman, İslâmî olmayan şartları değiştirme zorunlu­luğunda olduğuna, her şeyden önce sahip olduğu Tevhidî akidesi dolayısıyla inanır.

İşte bir taraftan İslâm’ın muhtevasının özünü teşkil eden Tevhidî anlayış ve inanç sistemi, diğer taraftan Müslümanın ve Müslümanların bu inanç sistemine aykırı bir ha­yat düzeni içerisinde yaşamakla imtihan edilmekte oluşla­rı, “İslâmî Hareket” diye adlandırılan bir keyfiyetin ortaya çıkışının, daha doğrusu böyle bir keyfiyetin konumunu, şartlarını belirleyerek diğer tüm sorunlarını, inancının be­lirlediği perspektifle gözden geçirmesinin en önemli gerek­çeleri arasında yer alır.

“İslâmî Hareket” hayatın İslâmî olmayan rengini İs­lâm’ın öngördüğü ve İslâm’a uygun olmayan her türlü yön­tem ve aracı dışlayarak, tümüyle İslâmî yöntem ve araçlar­la tamamen değiştirip İslâm’ın boyasıyla boyamak için ge­rekli her türlü akidevî, ahlâkî ve amelî, ekonomik ve sosyal, beşerî ve siyasal… donanım, cehd ve gayretidir.

Buna göre; İslâmî Hareket, İslâm’ın egemen olmadığı toplumlarda İs­lâm’ı hâkim kılmak yükümlülüğünü Allah’ın razı olabilece­ği şekilde yerine getirmeyi; bunun için de İslâm’a bütünüyle talip olmayı ve bu doğ­rultuda hareket etmeyi sağlayacak kapsamlılıkta, gerekli organizeyi sağlamalı, gerçekleştirmeli, ya da hedeflemelidir.[2]

İSLÂMÎ HAREKET NE DEMEKTİR?

“İslâmî Hareket” deyimi, iki kelimeden meydana gelen bir terkiptir. Bu terkip bile bundan ne anlaşılması gerektiği­ni ortaya koymaktadır. “Hareket” düzenli bir şekilde, belir­li bir amaca ve belli bir takım araçlarla ulaşmanın çabası ve durgunluğun zıddıdır. “İslâmî”lik vasfı ise, İslâm adına yapılan “hareket”i, başkalarından ayırd etme zorunluluğu­nun gerektirdiği bir niteliktir. Buna göre “İslâmî Hareket” derken ne anlaşılabileceğini şöylece toparlayabiliriz: İs­lâm’ın gösterdiği hedefleri, İslâm’ın meşru kabul ettiği araçları kullanarak İslâm’ın öngördüğü düzenlilik içeri­sinde gerçekleştirmek amacıyla harcanan bireysel ve kitle­sel çabalar…

İslâm’ın gösterdiği hedef, dar anlamda Müslümanın üzerinde yaşadığı coğrafi alanda, geniş anlamda ise tüm dünyada Allah’ın şeriatının egemen olmasını sağlamaktır. Böylelikle “din”in, yani insanların boyun eğdiği egemenlik kaynağı ve bu kaynaktan alınan hükümlerin, sadece Allah’ın olmasının sağlanması ve yeryüzünden “fitne”nin kaldırılma­sıdır. Bütün Peygamberler ve son Peygamber Hz. Muhammed (sav) de bunun için gönderilmiştir. (et-Tevbe, 9/33; el-Fetih, 48/28; t-.s-.Saff, 61/9; el-Bakara, 2/193; el-Enfal, 8/39)[3]

İSLAMİ HAREKETTE KURAN VE SÜNNET’İN İŞLEVİ

  • Kur’ân ve Sünnet Müslümanlar için ebedî ve tartışıl­maz kaynaklardır. (İcma ve Kıyas da bu iki ana esasın fer’i durumundadır). Çünkü Allah ve Rasulü’nün hükmü bulunan bir meselede mü’minlerin istediklerini seçmek hak ve yetkileri yoktur.
  • Kur’an ve Sünnet’in açık hükümlerinin olduğu yerlerde o hükümler aynen uygulanacaktır; hükümlerin anlaşılması içtihadı gerektiriyorsa bu konuda ehil kimseler görüşlerini belirteceklerdir.
  • Ferdî ictihad alanının dışında kalan, ümmetin genelini ve İslâm’ın politikasını, hareketin seyrini, ümmeti ve İslâm’ın menfaat ve maslahatlarını ilgilendiren meselelerde ictihad ferdiliğin sınırlarını aşarak, ümmetin Ehlu’ Hall ve’l Akdi’nin ya da şûrâsının konuya eğilmesini gerektirir.[4]

İSLAMİ HAREKETE OLAN İHTİYAÇ

İslâmi Cemaatin Doğmasının Gerekliliği:

Yeryüzünü fesat kaplamış; düşünceler, değer yargıları, sistemler, adetler ve taklidler bozulmuş­tur. Aşağıdaki ayet-i kerime bu durumu güzel bir şekilde açıklamaktadır:

“İnsanların kendi elleriyle kazandıkları gü­nahlar yüzünden karada ve denizde fesad çıktı. Böylece Allah yaptıklarının bir kısmının cezasını kendilerine tattırsın. Belki günahlarından döner­ler.” (Rum: 41)

Değişen hayat şartları ve maddi alanda yapı­lan ilerlemelere rağmen, fikir ve düşünce alanın­da insanlık yeniden Rasûlüllah (s.a.v.)’ın devrinde­ki gibi bir câhiliyyete dönmüştür. Bugün beşeriyet korkunç bir uçurumun ke­narına gelmiş duruyor. Ne var ki insanlık, değerler dünyasında iflasa sürüklenmiş olduğundan dolayı bu uçurumun kenarına gelmiş­tir. Zaten insan hayatının sağlam ve rahat geli­şip tekâmül etmesi ve doğru olarak ilerlemesi an­cak değer ölçüleriyle mümkün olabilir. Hiç bir zaman için ba­tının elinde insanlığa sunabilecek (bir değer ölçü­sü) mevcut olmamıştır. Hele bu durum en son buluşu olan demokrasinin de iflasa benzer bir şekil almasından sonra, daha da açıklık kazanmıştır. Nitekim batı camiası yavaş da olsa doğu milletlerinin askeri nizamlarından ve özellikle İktisadî doktrinlerinden sosyalizm adı al­tında bir takım iktibaslar yapmakta ve üzerinde­ki elbiseye yama vurmaya çalışmaktadır. Eski kominist/sosyalist camia da benzer şekilde kapitalizmin bazı uygulamalarını ithal eder duruma gelmiştir.

Şu halde insanlığın yeni bir kumandaya İh­tiyacı vardır. Şüphe yok ki, batı insanının insan­lığa kumandası insanlığı felâketin kenarına kadar getirmiştir… Bunun asıl sebebi batı medeniyetinin maddi sahadaki iflası değildir. Hatta İktisadî ve as­kerî kuvvet yönünden zayıflamış olması da değil.

Batı insanı, insanlığa kumanda edemez. Çün­kü batı insanının bulduğu sistemlerin fonksiyonu sona ermiştir. Aslında bu sistemler insanlığa ku­manda edecek güçte değer ölçülerine ve sosyal dü­şünce stoklarına sahip değildir ve zaten hiç bir zaman da olmamıştı.

Şu halde, bugün insanlığın ulaşmış olduğu madde medeniyetinin bekâsını ve gelişmesini sağ­layacak bir kumanda mevkiine ihtiyaç vardır. Hem de bu kumanda, kadrosu Avrupa’nm maddi saha­da yaptığı fevkalade üstün gelişmeleri sağlamalı ve beşeriyetin tanıdığı sistemlere kıyasla ciddi, mü­kemmel ve yepyeni bir değer ölçüsüyle beslenerek müsbet, pratik ve aynı zamanda asil bir metodla ortaya çıkmalıdır.

Irkçılık, bölgecilik ve milliyetçilik akım­ları da bu çağların gerisinde kalarak devrini bitir­miş ve son bulmuştur. Zaten bunlar da kapitalizm-sosyalizm-kominizm gibi insanlığa sunacak yeni bir kültür hâzine­sine sahib değildi ve olamazdı da…

Daha sonra gelen ferdiyetçi ve sosyalist dokt­rinler de nihayet falso ile neticelenmiştir.[5]

Batıdan ve doğudan bize aktarılan Demokratik Liberal Çözüm ile Dev­rimci Sosyalist Çözümün hayatın her alanında fiyasko ile neticelenmesi kesinleşmiştir. Bunların her birinin zararı faydasından daha çok olmuş ve başarısızlığı başarısını kat kat aşmıştır.

İşte, hem değer ölçülerini ve hem de her soruna çözüm getiren metodu elinde bulunduran yegâne sistem İslâm’ın yeryüzüne hakim olması ihtiyacı anlaşılmıştır.

Şu ana kadar uygulanan sistemlerin başarısızlıklarını değerlendirecek olursak;

  1. İktisâdı Alanda Başarısızlık

Liberalizmin ve sosyalizmin her ikisi de fazla ge­liri ve gelirin adaletli bir şekilde dağılımını gerçekleş­tiren mükemmel ve sağlam bir iktisadi hayatı kurmakta başarısızlığa uğramışlardır. Öyle bir hayat ki her işsize uygun iş bulunsun, her işçiye adaletli ücret verilsin, her âcize yaşama garantisi sağlansın, vatandaşlar arasında da fırsat eşitliği tam manasıyla mevcut olsun. Her vatandaş yeme, içme, barınma, tedavî ve öğrenim gibi temel ihtiyaçlarına engelsiz kavu­şabilsin.

Liberalistlerin çok çok tekrar ettikleri üç düşman:  Fakirlik, hastalık ve cehaletle savaş sözlerine rağmen; sosyalistlerin kendi kendine yeterli ve tüm ihtiyaçları âdil bir şekilde toplumun ferdleri arasında dağıtılması gibi görkemli sözlerine rağmen her iki kesim de açı doyuramamış, fakiri zengin kılamamış aksine zengini daha da zengin fakiri daha da fakir yapmışlardır.

  1. Özgürlük ve Halka Güven Verme Alanında Başarısızlık

Her iki çözüm yolu da emniyet, güven ve halka ger­çek özgürlüğü sağlama konusunda başarısızlığa uğra­mıştır. Fert, düşündüğünü serbestçe söyleyebilme im­kânına kavuşamamıştır; her zaman baskı ve zulüm al­tında tutulmuştur.

Gerçek şu ki; ne kapitalizm ve ne de sosya­lizmin hakim olduğu devirler arasında bu konuda ne keyfiyet ne de kemiyet arasında fark yoktur. Hatta iki devirde işkenceye tabi tutulanlar kapitalist devrin hapishane ve zindanlarının sosyalist devrin hapisha­ne ve zindanlarına nazaran çok daha ehven olduğunu söylerler.

  1. Ahlâkî Alanda Başarısızlık

Herşeyden önce iki çözüm yolu da ümmetin ve insanlığın ah­lâk fazilet ve temel değerlerini korumakta başarı gös­terememiştir. Fesat ve şeh­vetler azmış, cıvıklık ve ahlâksızlık seli her tarafı sar­mıştır. Kadınlar hayayı kaybetmiştir. Özellikle halkı Müslüman olan ülkelerde din, namus ve ailesini koruyan namuslu kişiler gerici ve yobaz sayılmış, namusuna önem verme­yenler ilerici, özgürlükçü ve çağdaş insan ka­bul edilmiştir. Başkala­rının hakları hafife alınmış, şahsi ve maddi menfaatler, düşünülen tek konu haline gelmiştir. Rüşvet ve iltimas yayılmıştır. Bütün bunların yanında insanlarda bencil bir ruh hâkim oldu. Kişiler başkalarının hak ve hukukuna amme maslahatına aldırış etmez oldu.

  1. Manevi Alanda Başarısızlık

Her iki çözüm yolu Ümmetin şereflendiği, sıkı sı­kıya ona bağlandığı ve varlığının temel dayanağı ola­rak bildiği Allah’a Onun düzenine Ahiret gününe imana tutunması konularında da başarısızlığa uğramışlardır. Müslümanların çoğunun kalbinde dini değerler sarsıl­mış ve şüpheler yerleşmiştir. Sapıklık, fısk ve isyanı yayan gazete ve yayın organları da buna yardımcı ol­muştur.

Bu iki düzenin kendisi Ümmetin imanına düşman ve her yönüyle ona ters düşmektedir.[6]

İslâm; bir yıkım ve yeniden yapıma çağrıdır. Yıkımdân maksat, cahiliyenin tüm cins ve şekilleriyle yı­kılmasıdır. Bu yıkı­mın arkasından şekil ve muhtevasıyla, görünüşü ve özüyle, sistem ve yönetimiyle ve yaşayış stili ile İslâmî topluluğu kurmak, İslâmın evren, insan ve hayat üze­rine kurduğu iman esasları, tabii ve bütüncül yaklaşı­mıyla İslâmî topluluğu oluşturmak asıl amaçtır. İslâm ayırıcı vasıf ve özellikleri ile müstesna bir sistemdir. O, bir yücelik ve şeref çağrısıdır. Bazı haklardan vazgeçerek uzlaşmayı ve yarım yamalak çözümleri kö­künden reddeder. O hakka çağrıdır. Hakka kendisinden başka bir yolla ulaşmaya çalışılmasına da yer vermez. Makyavelizm’i kökünden reddeder.

İşte bu İslâmî yapının yüklediği külfetler ferdî ça­balarla yerine getirilemezler. Çünkü ferdin sınırlı gü­cü bu külfetlerin karşısında âciz kalır. Bu yapı ancak ilmî teknolojik ve maddî yeterliklere, imanlı, cesaretli ve ihlaslı üyelere sahip bir hareketin kurulmasıyla mümkündür.

İslâmî çalışma alanında toplu bir harekete bağlı ol­maksızın yapılan faaliyetler -çok olmalarına rağmen- kaybolma ve boşa gitme eğilimindedirler. Vaiz­lerin, şeyhlerin, hatiplerin ve teorisyenlerin yaptıkları faaliyetler bu türden ve anılan sonuca mahkûm çaba­lardır. Toplu hareket, ferdî güçleri toplar, yönlendirir ve dağınık kuvvetleri bir araya getirerek cahiliyeyi yıkıp İslâmî topluluğu bina edecek güçlü bir hareket oluşturur.

Ferdî çabalar ve ayrı ayrı guruplarca yürütülen faaliyetler ancak birbirlerinin etkisini silip süpürürler. Bu türden hareketler çağın saldırgan şartlan karşısın­da âciz kalırlar. Böylelikle de İslâm yolunda harcanan emekler ve seferber edilen imkânlar, kuyu dibindeki duyulamayan alçak sesler gibi kaybolup giderler.[7]

HAREKET DÜZENLEME KURALLARI

İman (İman gücü)

Rasûlüllah (s.a.v.), İslâm toplumunu oluşturmak ve meyvelerini toplamak için İslâmî hareketi düzenle­mede kesin kararlıydı. İslâm davasında dayanılan nok­ta beşerî duygular olmayacaktı. Hareketin yapısı iman esasları üzerine kurulacaktı. Güçlü bir iman, fertlerin kumanda merkezi, uzun ve zorlu mücahedelerinde te­mel motiv olacaktı. Bu iman, fert fert ve toplu olarak tüm Müslümanların hayatlarında yükselmiş, delercesine bakan gözleri, düşünen ve yol seçen akılları, basiret pencereleri ve ruhlarının sesi olmuştur.

Hareket

Rasulûllah (s.a.v.) bu imanı işlemekle teorik bir okul ortaya koymayı amaçlamıyordu. Bu yüzden asr-ı saadette İslâmî hareketin çağdaş siyasal hareketlerde olduğu gibi bir siyasal parti şeklin­de ortaya çıkmadığını görürüz. İslâm toplumu metodsuz bir liderlik arkasında giden bir gurup olmadı. O içinde bulunan inanç derinliklerini teyid eden bir düzenlemeyi izledi.

İslâmî hareket hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kişi­lere tâbi olmamıştır. Hatta bu İslâmî hareket içerisinde çalışanların menfaatine olsa bile. O ancak ilkelere tâbi olmuştur. İslâmî hareket içerisinde çalışanlar ancak Allah’ın nizamına tâbi olmuştur.

İslâmî Hareketin Getirdikleri

İslâmî hareket, İslâm bünyesinde insanlığa eseri yüzyıllarca süren hizmetler sunmuş, tarihin akışını değiştirecek güçte mucizeler gerçekleştirmiştir:

1- İnsanlığı Allah’tan başka herşeyin kulluğun­dan ‘kurtarmış, putçuluğu, küfrü ve şirki yerle bir ede­rek arap topraklarını bu pisliklerden temizlemiştir.

2- Arap toplumunun hayatında ilk manca daya­nan siyasal birliği kurmuştur. Bununla kabileler ve bölgeler arasındaki savaşlara, doktrin ve ırk ayırımları­na son vermiştir.

3- Kur’an ve sünnet yasalarıyla hükmeden ilk «şûra» hükümetini kurmuş, bununla da insanın insan üzerindeki hâkimiyetine son vererek, hâkimiyetin Al­lah’ın olduğunu ilân etmiştir.

4- Arap yarımadası çevresinde yer alan Şam, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika bölgelerini Rum ve Acem (eski İran) emperyalizminden, haçlıların ve Mecusilerin bozgunlarından kurtarmış, setleri aşmış, hudutları geçmiş ve atlıların Allah’tan başka kimseden korkma­dan yollarında gittiği, kurtla kuzunun bir arada yaşa­dığı güven ve huzur ortamı getirmiştir.

5- İnsanlığa eserleri dünya üzerinde bugüne de­ğin yaşayan büyük bir ilim ve medeniyet mirası bırak­mıştır. Tarih yapraklarını büyük âlimler, edipler, şair­ler, hekimler, mücahitler ve şehitlerle doldurmuştur.

6- İslâmî hareket “birliği” gerçekleştirmeğe çalışır. Birlik, İs­lâm’ın temel öğelerinden biri ve ümmetin özelliklerin­den en önemlisidir.

“İşte sizin dininiz olan bu İslâm di­ni (tevhid dini, bütün Peygamberlerde) tek bir dindir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız bana ibadet edin, emirlerime itaat edin.”

İSLAMİ HAREKETİN PRENSİPLERİNİN ÖZELLİKLERİ

İslami hareketin en belirgin özellikleri şunlar­dır:

1- Bu hareket Rabbani bir harekettir. Bun­dan dolayı bu hareket, düşüncelerini, hükümlerini, ahlakını, an’anelerini ve fikirlerini yüce Allah’ın ebedi dininden ve son Peygamberinin hadislerinden alır. Bu hareket kendisini gerçekleştirmek için ça­lışan veya idarecilerinin şahıslarının menfaati için yapılan bir çalışma değil, Allah’ın dinine çağırma davasıdır.

“De ki; benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb’i olan Allah içindir.” (Enam, 162)

2- Bu hareket, günümüzdeki parti örgütleri gibi kurulmuş bir teşkilat değildir. Bazı şahsi menfaatlar ve gayeleri gerçekleştirmeyi amaç edinen ve riyaset peşinde koşan bir teşkilat da değildir. Bu hareketin esas hedefi, küçükten önce büyüğün, as­kerden önce komutanın yüce Allah’ın kanunlarına boyun eğmelerini sağlamaktır.

3- Bu hareket İslam toplumuna mahsus özel bir harekettir. Yani bu hareket, İslam toplumunun gerçeklerinden kaynaklanır. Bazı diğer örgütler ve teşkilatlar gibi ne ithal edilmiştir ne de doğudan veya batıdan telkin ve ilham edilmiştir.

4- Bu hareket gerçek ilericiliktir. Çünkü bu hareket, inanç, kanun yapma ve kâinat, insan ve ha­yat hakkında tavavvuru açısından, insan ve hayatın problemini halletmek hususunda, kusurlu ve aciz olan diğer beşeri sistemlerden daha ileri ve daha güçlüdür.

“Hikmet, mü’minin yitiğidir, onu nerede bulursa, o mü’minin kendisi ona daha layıktır.” (Tirmizi, ilim, 19)

5- İslami hareket geniş kapsamlıdır. Yani o, hayatın yalnız bir yönünü düzeltmekle ilgilenen ve diğer yönlerini ihmal eden bir dava değildir. İslami oluşu, bu hareketin umumi ve kapsamlı olması de­mektir.

6- Bu hareket, İslamın halis kaynakları olan Allah’ın kitabı ve peygamberinin sünnetine geri dönmeye davet eder.

7- Bu hareket, sünnet yoludur. Çünkü bu hareket, kutsal sünneti, kendi fertlerinde ve toplumunda ye­niden diriltmeye çalışır.

8- Bu hareket iyiliğin temelinin; ruhu temizlemek, kalbi arındırmak ve Allah’la iyi ilişki kurmaya bağ­lı olduğunu idrak eden bir harekettir.

9- Bu hareket her açıdan, İslam ümmetinin önem­li işlerinin İslam’a uygun yürümesi için çalışan siya­si bir harekettir.

10- Fıkhi ihtilaflardan uzak kalmak: Bu hare­ket teferruatla ilgili konularda ihtilafların kaçınıl­maz olduğuna inanır. Bundan dolayı bu hareket, Müslümanları İslamın esasları ve temel konuları etrafında toplanmaya davet eder.

11- İslami Hareketin bazı fert­leri hâkim, idareci ve siyaset adamları olsalar bile bu ha­reket,  hareket onların sultasından ve etkisinden uzaktır.

12- Bu hareket, yolunun zor ve uzun olduğunun farkındadır. Hedeflerinin yüce ve büyük olduğunu, atılacak adımlarda basamak basamak yükselmek ve her adıma hakkını vermek suretiyle cemaat vasıtasıyla, dilediğini ve istediğini yapabileceğinin farkındadır.

13- Amel etmek ve üretimi propoğandaya ter­cih eder.

14- Uzun vadeli hareket etme (sabırlı olma) po­litikası: İslami sahada çalışanların omuzuna yük­lenmiş olan yükün büyüklüğü ve sorumluluğun ağır olması, bu yolun uzun olduğunu, işin zor ve cihadın acı olduğunu kuvvetle tekid eder. Bu yolda yürü­yenlerin kendilerini, her türlü felaket ve sıkıntıya dayanmaya, her türlü fedakârlığa hazır­lamaları gerekir.

15- Açıkça çalışmak ve gizlice teşkilatlanmak: İslam için çalışırken, doğru sözün, söylenmesi vacibdir. Gerektiğinde, Hakkı söylemeyerek susan kimse dilsiz bir şeytan gibidir. Fakat bu durum, hiçbir şekilde İslami hareke­t teşkilatlarının açıklanması gerekir manasına gelmez.

16- Vasıtaları meşru kılmak değil, hedefe var­mak. İslami hareket, şeriata uygun olması, inanca uygun olması ve ahlakla ilgili olmasının gereklili­ği açısından gaye ve vasıtayı birbirinden ayırmaz. İslami alanda çalışanlar, kendi şahısları için veya şah­si arzularına uygun olarak çalışmazlar. Onlar, inanç ve ahlakla ilgili bazı sınırlar ve sorumluluklara bağ­lıdırlar. Ne bu sınırları saptırabilirler ne de bir değişiklik yapabilirler.

17- Hakk için çalışmada gaye ve hedeflere ka­vuşmak için batıla tevessül etmek (aracı etmek) -hatta bu batıl bir kelime veya sembol bile olsa- caiz değildir.

“De ki, Hakk, Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkar etsin.” (Kehf, 29)

18- Hakk, bölünmesi imkânsız olan bir bütün­dür. Hakkın bir bölümünden vazgeçmek tamamın­dan vazgeçmek manasına gelir. Gerçekten sonra, batıldan baş­ka bir şey yoktur.[8]  (Devam edecek)

 

[1] İslami Hareketin Mahiyeti, Yusuf Kerimoğlu

[2] İslami Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy

[3]  İslami Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy

 [4]  İslami hareket ve problemleri, M. Beşir eryarsoy

[5] İslamın Hareket Metodu (Yoldaki İşaretler Kitabından Alıntı)Seyyid Kutub

[6]  Tek Çare İslami Çözüm, Yusuf Kardavi

[7] İslam Fikir Hareket İnkılap, Fethi Yeken

[8] Müslüman Olmam Neyi Gerektirir, Fethi Yeken