“Zahmetsiz rahmet olmaz.” Allah sebeplere mahkûm değildir ama, dünyayı bir sebepler kanununa bağlı kılmıştır. “Yere eken göğe bakar”. Yere bir şey ekmeyen kimsenin göğe bakıp yağmur ve rahmet bekleme hakkı yoktur. Tarlaya tohum ekmeden, yani fiilî duâ yapmadan, kimsenin Allah’tan ekin istemesi (kavlî duâ) doğru olmaz. Sünnetullah dediğimiz Allah’ın evrendeki değişmez kanunları, hep sebep-sonuç ilişkilerine oturtulmuştur.
Aynen böyle; kul, Allah’a, yani O’nun dinine yardım edecektir ki, O da kuluna yardım etsin (47/Muhammed, 7). İman edenler, kendilerinden önceki mü’minlerin sünnetullah gereği başından geçen sıkıntılara göğüs gerecek ve “Allah’ın yardımı ne zaman?” diye tavırları ve dilleriyle o yardımı bekleyip hak kazanacaklar ki, “Allah’ın yardımı yakın” olsun. Allah’ın yardımı olmadan muvaffakiyet/başarı yoktur (11/Hûd, 88). Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ındır (3/Âl-i İmrân, 126). Allah dilediğine yardım edip zafer verir (30/Rûm, 5). Allah dilediğini yardımı ile destekler. Elbette bunda basîret sahipleri için büyük bir ibret vardır (3/Âl-i İmrân, 13). Mü’minlere yardım etmeyi Allah üzerine hak olarak almıştır (30/Rûm, 47). İman edip mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda savaşanların günahlarını bağışladığı ve onları cennetlere koyduğu gibi, Allah, onlara sevecekleri başka bir şey daha vaad eder: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih (61/Saf, 10-13).
Bir kısmının adı “ensâr” olan ashâbın Allah’ın yardımına nâil olup kısa bir zaman içinde maddî ve mânevî her alanda dünyanın en büyük gücüne sahip olması, O’nun yardımıyla zaferden zafere koşmaları işte bu bilinçte yatmaktadır: Onlar öncelikle Allah’ın dinine yardım ettiler, Allah da onlara yardım etti. Onlar öncelikle kendileri Allah’a doğru adım attılar, Allah da onlara yardım etti. Önce İlâhî yardıma, zafer ve devlete liyakat kesbettiler, Allah da onlara kapılarını açtı. Günümüz insanı hazırcılığa, kolaycılığa, görevlerini ihmal edip haklarını öne çıkarmaya, özgürlüğünü savunup sorumluluktan kaçmaya, her şeyi eleştirip kendi nefsini savunmaya, cihad gibi Allah’ın yardımına ulaştıracak vesilelerden uzaklaşmaya, dünyevîleşip ölümden korkmaya meyyâl olduğu için Allah’ın yardımı da gelmemektedir.
Allah’ın yardımı hangi şartlarda gelir, Kur’an bu sünnetullahı birçok âyette belirtir. Bunlardan biri: “(Ey mü’minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve onlar öyle sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler, nihâyet ‘Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman (onlara): ‘Şüphesiz Allah’ın yardımı yakın’ (denildi).” (2/Bakara, 214). Bu âyette eşsiz bir terbiye örneği vardır. Müslümanlara dünyada ve dolayısıyla âhirette başarılı olmanın yolu, iman ve cihadla çalışmak, çabalamak, Allah yolunda sıkıntılara katlanmak, güçlüklerden yılmamak, daima tembelliği, zevk ve sefâyı, eğlenceyi tercih eden nefsin hevâsından, şeytandan uzak olmaktır. Ey Müslümanlar! Sıkıntı çekmeden, cihad etmeden, kurban vermeden zafere ulaşamazsınız, cennete giremezsiniz. Bu âyet, bir rivâyete göre, Hendek Savaşında Müslümanların çektiği sıkıntıları dile getirir. Diğer rivâyete göre, Uhud Savaşı ile ilgilidir. Diğer bir rivâyete göre ise, evlerini, mallarını ve yakınlarını Mekke’de bırakıp bunca sıkıntılara katlanarak Medine’ye göç eden Müslümanları teselli için inmiştir.
Hadis-i Şerifte: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz” buyrulmuş. “…Bir toplum kendindeki özellikleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledimi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur.” (13/Ra’d, 11). Allah âdildir, zerre kadar zulmetmez. Hak edene hak ettiğini verir. Hatta hak etmek için, liyakat kesbetmek için gerekli gayreti gösteren kimselere lütfuyle muâmele eder, fazlaca nimetler ihsân eder. Önemli olan, Mü’min kulların kulluk bilincidir. İnsan Allah’a doğru adım atar atmaz Allah kapılarını açacak, dünyada izzet ve devlet, âhirette sonsuz nimet ve cennet verecektir. [1]
Ensarullah şunu da çok iyi bilmelidir ki, Allah’ın yardımına ulaşabilmek için omuz omuza mücadele edilmelidir.
“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal/46)
Tek tek, fert fert değil; birlikte, müştereken ensârullahız. Ben değil, biz. Tekil değil, çoğul zamiri. Ayeti kerimede açık bir şekilde Müslümanların gücünün niçin gittiği açık bir şekilde ifade edilmektedir. Birbirleriyle çekişenler enerjilerini içe harcamak zorundadırlar. Enerjisini iç problemlerine harcayan bir ümmet de ne özünde ne de dışarıda başarılı olamaz. Allah’ın yardım ve desteğine kavuşup ümmetin eski gücüne kavuşması için omuz omuza, gönül gönüle mücadele etmesi gerekir.
Ayrıca ensarullah ilim, irfan, hikmet, cihat, kültür, sanat, finans, yönetim sahasında gece gündüz kendisini yetiştirmeye çalışarak hizmet alanlarında kendini yenilemeye ve geliştirmeye çalışmalıdır. Bu konularda din düşmanlarından daha güçlü, daha üstün olmalıdır. Şunu unutmamalıyız ki bugün Hz. İsa’nın havarilerine yapmış olduğu bu çağrı İslâm âleminin dört bir tarafından müminlere yapılmaktadır. Mazlumlar, mağdurlar, acılar içinde kıvranan kadınlar, çocuklar, yaşlılar “Nerede Allah’ın yardımcıları diye nida etmekteler” ve her iman sahibi bu çağrılara gücü yettiği oranda cevap vermekle mükelleftir. [2]
İsa (a.s)’ın yardımcıları’ olmak, onlar gibi hak davaya öncülük yapmak ahir zamanda pek az inanmış insana nasip olacaktır. Geçmişte olduğu gibi bugün de Allah müminleri ‘Kendinden bir Ruh’ ile destekleyecek ve onlar üzülmeyeceklerdir.
“İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine imanı yazdı. Ve onları, kendinden bir ruh ile destekledi. Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dâhil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi? (58:22) [3]
İnsan hayatının temelini, toplumun düzenini, kendisinin ve toplumunun yasasını bu dinden almadığı, bu çerçevede bir toplum kurmadığı, bu sağlam ilâhî sisteme uygun olarak işlerini idare etmediği bu toplumu kurmak ve bu yaşam biçimini gerçekleştirmek uğrunda cihad etmediği, toplum hayatında Allah’ın sistemini gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde gerçekleştirmeyen başka bir toplumun gölgesinde yaşamaktansa ilahi nizamın uğrunda ölmeyi tercih etmediği sürece bu şehadetin gereğini ödemiş olmaz.
Böylece insan, bu dinin bizzat yaşamaktan daha hayırlı olduğuna, yaşayanların elde etmeye çalıştığı en değerli varlıktan daha aziz olduğuna şehadet etmiş olacaktır. Bu nedenle o “şehid” diye anılacaktır.
İşte bu havariler, kendilerini Allah’ın dinine şahidlik edenlerle birlikte yazması için Allah’a dua ediyorlar. Yani bu dinin canlı bir örneği olabilmeleri için kendilerine yardım etmesini ve başarılı kılmasını, O’nun hayat sistemini gerçekleştirme, bu sistemin pratik olarak yaşandığı bir toplum kurma uğrunda cihad etmeye göndermesini diliyorlar… İsterse, bu dinin gerçeğine “şahidlik edenlerden olma kendilerine hayatları pahasına mâl olsun!
Bu dua, kendisinin Müslüman olduğunu iddia eden herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir niyazdır. İşte Havarilerin anladığı İslâm budur. Gerçek Müslümanların vicdanlarındaki İslâm budur! Dinine karşı bu şahidlikte bulunmayan ve onu gizleyen, kalben günahkârdır. Kişi Müslüman olduğunu iddia ederde kendisi İslâm’ın öngördüğü bir hayat yaşamaz veya bunu kendi içinde yaşar, fakat onu hayatın her alanında uygulamaz da kendi yaşamını dinin yaşamasına tercih edip Allah’ın hayat için öngördüğü yaşam biçimini yürürlüğe koymak için cihad etmezse o şahitliğinde gedik açmış olur. Veya bu dinin tersine bir şehadette bulunmuş olur. Böyle bir şehadet, başkasının da bu dini kabullenmesiyle engel olacaktır. Çünkü başkaları, bu dine bağlı olanların ondan yana değil onun aleyhine şahidlik ettiklerini göreceklerdir! Kendisi iman edenlerden olmadığı halde, bu dine iman ettiğini iddia etmek suretiyle başkalarını Allah’ın dininden alıkoyanlara yazıklar olsun. [4]
Hakk’ın sesinin iyice duyulabilmesi, gönüllerde yer etmesi, dimağlara işlemesi hiç bir devirde kolay olmamıştır. Büyük dâvalar, köklü inkılaplar ancak büyük himmetler, üstün fedakârlıklar ve çok ciddi mücadeleler ister. Aksi halde büyüklüğünün tüm özelliklerini kaybeder.
Tezin güç bulması, ya da çevrede duyulup ilgi çekmesi; antitezin amansız biçimde karşı çıkması, güçlü hamleleriyle, saldırması sonucu, gerçekleşebilir. Rasûlüllah (a.s.) efendimiz aynı doğrultuda bundan çok daha çetin mücadeleler vermedi mi? Karşısına dikilen küfür, tuğyan ve inat her geçen gün hızını artırmıyor muydu? İsâ Peygamber daha farklı bir takım yetenek ve özelliklerle, o devrin baş döndürücü sayılan mucizeleriyle ortaya çıktığında, karşısına çıkan küfür, inkâr ve inadın o nisbette büyük olduğu görülmektedir.
İsâ Peygamber hiçbir mücadele vermeden, hiçbir haksızlığa uğramadan, saldırıya maruz kalmadan gelip geçseydi, çoktan unutulur, yaymak istediği din ve şeriat ülkelerde duyulmazdı. [5]
Allah dinine yardım etmek için çalışanların iyi kavraması gereken hususlardan birisi de şunun bilinmesidir ki, hepimiz kendi nefsimiz için çalışıyoruz ve aslında başkalarına bir iş sunup onlar adına bazı hizmetler yaptığımızda kendimize yapmış oluyoruz. Nitekim Rabbimiz “İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük yaparsanız yine kendinize yapmış olursunuz…” [6] buyurarak bu hususa işaret etmiştir. Hz. Ali (r.a)’da bu ayeti kerimeyi tefsir ederken aslında hiç kimsenin başka birisine ne iyilik yapmaya ne de kötülük yapmaya gücü yetmez, herkes kendisine iyilik ya da kötülük yapar diye açıklayarak ayetten almamız gereken mesajı açıklamıştır.
Yine Peygamberiz (s.a.s) “Kim Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ da o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir” [7] buyurarak Allah’ın dinine yardım kapsamında kardeşine yardım eden kişiye Allahu Teâlâ’nın yardım edeceğini müjdelemiştir.
Ensarullah bilmeli ki yapılan her hayrın karşılığını muhakkak görecektir.
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.” [8] “…Ben, erkek olsun kadın olsun -ki hep birbirinizdensiniz- içinizden, çalışan hiçbir kimsenin yaptığını boşa çıkarmayacağım…” [9]
Allahu Teâlâ kendi yolunda çalışanları, dinine hizmet edenleri muhakkak mükâfatlandıracaktır. Ensarullah bu bilinçle çalışmalı mükâfatını Rabbinden beklemelidir. Atalarımızın ‘İyilik yap denize at, balık bilmezse hâlık bilir’ atasözünde olduğu gibi yer yer insanların kadirşinas olmaması kendisini hizmetten ve iyilikten asla engellememelidir. [10]
Yeryüzünde Allah’ın davası için çaba harcamak. Yeryüzünde Allah’ın hakkını gündemleştirme suretiyle yeryüzünde halife olmak. Müjdeleyici ve uyarıcı olmak üzere ayetleri gereği gibi açıklanmış Rahman ve Rahim olan tarafından indirilen mesajı insanlara iletmek. Evet. Üzerimize yüklenen dava budur. O Allah ki her şeye gücü yetendir. O koskoca arzı iki günde yaratan ve orayı bereketlendirendir. Sonra duman halindeki semaya ve arza isteyerek veya istemeyerek gelin demiştir. Yer ve gök isteyerek sana itaat ederek geldik dediler. Gücüne asla karşı konulamayacak olan mutlak galibin, Aziz olan Allah’ın emrine tabii oldular. Her şeyin en iyisini bilene Âlim olana ve onun takdirine tabii oldular.
Rabbimiz sema ve arza yaptığı hitabı insana yapmıyor. “i’tina tav’an ev kerha” isteyerek veya istemeyerek gelin demiyor. İşte bu size takdir edilen hayattır. İşte bu sizin için iyi olan hayattır. İşte bu yol dosdoğru yoldur. Bu yola isteyerek tabii olun buyuruyor. Eğer insan hakikate uymak istemezse elbette ki Rabbim onu burnunu sürte sürte dahi olsa dosdoğru yola tabi kılmasını da bilir. Rabbim istesekte istemesekte bizi nefes almaya mecbur kıldığı gibi, istesekte istemesekte yemek yemeğe, yediğimizi sindirmeye mecbur kıldığı gibi, istesekte istemesekte Allah’ın arzında insan olarak yaşamaya mecbur kıldığı gibi, aynı şekilde kabul etsekte etmesekte hak yolda yürümeye kulluk etmeye mecbur kılabilirdi. Semaya ve arza yönelttiği gibi bir hitap buna yeterdi. Ama Rabbimiz bizler için imtihanı murad etti ve hidayet yolunu görmeyi kabullenmeyi insanlara bıraktı. İnsan olarak yarattığı her nefse takvayı ve fücuru ilham etti. Artık dileyen kâfir olacak dileyen de iman edecekti.
Takvayı ve hidayet yolunu göstermeyi bunun için gayret etmeyi de yine insana yani iman eden kullarına bıraktı. Ve o insanların içinden “ muhakkak ki bende sizin gibi bir beşerim diyerek söze başlayan, bana sizin ilahınızın ancak tek bir ilah olduğu vahyolunuyor diyen ve ona yönelmeyi ondan af ve mağfiret dilemeyi tavsiye eden yol gösterici peygamberler çıkartmıştır. O yol göstericilere yoldaş olan Allah’ın yardımcıları kimlerdir diye sorulduğunda “ diyen nice mümin mütevazi kullar halk etmiştir. Hakkın davasını hakikatin davasının gerçeğin ve idrakin davasını çağlar boyunca hep “نحن انصارالله” diyenler yürütmüşlerdir. Onlar; canlarını ve mallarını, arzularını ve sevdalarını Allah yolunda harcayanlardır. Onlar; Allah’ın, mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın aldığı kimselerdir. Onların dünyevi hesapları ancak Allah rızası doğrultusunda işler, ilişkilerinde bireysel ihtiraslarını tatmin yoluna gitmezler ve Allah’ın hududunu aşmama gayreti içindedirler. Onların var olduğu yerde başka davalara yer yoktur. Onlar, insanlara Allah’ı hatırlatırlar. Hakkı seven kullar onları görünce gözlerinin içi güler. Allah anılınca kalpleri titrer onların. Allah’ın zikrinin olmadığı, yaratıcının gündem olmadığı yerde insanları hakka davet eder, Allah’ın ayetleri inkâr edildiği ve alaya alındığı yerde oturmazlar. Ve yeryüzünden kendilerine cahilce sataşanlara “selam” deyip uzaklaşanlardır onlar.[11]
Hz. İsa(a.s)’nın “Allah’a giden yolda benim ensârım kim?” sorusunu ve çağrısını onun yaşadığı zaman dilimi ile sınırlamak mümkün müdür? Yalnız o döneme ve o topluma münhasır bir olay mıdır? “Men ensârî?” sorusunun, bu gün için, bizler için geçerliliği yoktur diyebilir miyiz? İşte meselenin can alıcı noktası; bulunduğumuz konumda, şartlarımız ne olursa olsun; “Biziz ensârullah” diyebilmek… Çağın ve hayatın gürültüsü içinde, “kim ensâr olacak?” çağrısını duyabilmek ve duyurabilmek… Güncelliğini ve geçerliliğini kaybetmeyen hayatî soru… “Ey iman edenler!…” (47/Muhammed, 7) tarzında gelen hitap da zâten tüm zamanların mü’minlerini kuşattığının isbâtıdır. Geriye şu soru kalıyor: “Nasıl bir ensâr? Bu oluşumun vasıfları nedir? Hangi meziyetler ile donanmışlardır?” İşte bize öncelik ve önderlik edecek ensâr… İşte Allah’ın râzı olduğu ensâr. Yeryüzü ışıkları. Karanlıkla kavgalı, aydınlık müjdecileri. Zulmün ve zulmetin hasmı, direniş ve diriliş erleri. Ensâr olmanın gereğini şöyle isbatlama yoluna gitmişlerdi: Akabe günü Rasûlullah’tan gelen en ağır şartları tevekkülle karşıladılar. Yesrib’lileri temsîlen Esad bin Zürâre: “… Bütün bunları dillerimizle, gönüllerimizle, güçlerimizle, getirdiğine iman ederek, kalplerimize yerleşen bilgiyi tasdik ederek ‘evet’ dedik. Hepsi için sana biat ediyoruz. Rabbimiz ve sana biat ediyoruz. Allah’ın kudreti hepimizin kudretinin üzerindedir. Kanlarımız senin kanını, vücudumuz senin vücudunu koruma yolunda fedâ olsun. Öz canlarımızı, çocuklarımızı ve kadınlarımızı koruduğumuzdan daha fazla seni koruyacağız. Bunları ancak Allah için yapacağız. Ey Allah’ın Rasûlü, sözümüz sözdür…” Ensâr olmanın ifâdesi olan bu sözleşme, zorlu bir sınava dönüştü. Karşılığı cennet olan alış-verişte ahde vefâ bozulmadı. Biatın bedelini ödemekten kaçınılmadı. Bedir savaşında kendini gösterdi. Savaş öncesi değerlendirmede ensârın görüşü şu ifâdelerle tarihe geçiyordu: “Yâ Rasûlallah! Eğer savaşmamızı istersen biz sana İsrâiloğullarının Mûsâ (a.s.)’ya dedikleri gibi ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. Bizi Berku’l-Ğamad’a sevketmiş olsan bile senin peşinden gideriz. Bize, denize dalmamızı emretmiş olsan, tereddütsüz dalarız…” (Ahmed bin Hanbel, Müsned)
İslâm Devletinin hangi ruhla teşekkül ettiğini görüyoruz. Gözünü ve gönlünü dünyaya değil; dünyanın ötesine çevirmiş bir ensâr… Muhâcirlerden Abdurrahman bin Avf’la kardeş ilân edilen Sa’d bin Rebî, 20. asrın mantığının kavramakta âciz kalacağı bir teklifle kardeşi Abdurrahman’a yöneliyor: “Kardeşim, ben Medine’nin en zenginiyim. Bak, malımın yarısını sen al. İki karım var. Bak, hangisi hoşuna gidiyorsa, boşayayım, onunla evlen.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned) “Ensâr nasıl olunur?” Konusuyla ilgili dersi almaya çalıştığımız ensâr… Nefsî/hevâî tutkuların aşıldığı, kardeşlik ruhunun arındırdığı bir dünya… Temiz gönüller, tertemiz bir toplum. Allah’ın tanıtımı şöyle: “Daha önceden (Medine’yi) yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler (ensâr), kendilerine hicret edip gelenlere sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendilerinde fakr u ihtiyaç olsa bile, (onları) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (59/Haşr, 9)
Ebû Hüreyre’den gelen şu rivâyet konuyu daha da anlaşılır kılıyor: “Rasûlullah’a açlıktan bîtap düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Rasûlullah, “Şu açı kim yemeğine ortak eder, ya da misafir eder?” dedi. Ensardan birisi kalkarak o kişiyi evine götürdü. Hâlbuki evinde çocuklarının yiyeceğinden başka bir şey yoktu. Yine de aç kalmış sahâbîyi doyurdu ve karısı ile kendisi aç sabahladılar” (Buhârî). Yukarıdaki âyetin nüzûlünde bunu görüyoruz. Böylece “nasıl bir ensâr?” sorumuz cevap buluyor. “Ey iman edenler! Allah’ın ensârı olun!…” (61/Saff/14) âyetinin sırrını çözmeye başlıyoruz. Hz. Peygamber’in Huneyn sonrası, Kureyş’ten bazılarına kalplerini İslâm’a ısındırmak için ganîmetlerden fazlaca ihsanda bulunması, bazı ensâr gençlerinin sızlanmasına neden olmuştu.
Hz. Peygamber onları topladı, yaptığı konuşmada: “Ey ensâr! İnsanların dünya nimetlerine, sizinse Allah’ın Rasûlüne sahip olmanız, O’nu yurdunuza götürmeniz sizi memnun etmiyor mu?” Ensâr gözyaşları dökerek: “Rab olarak Allah’tan, pay olarak Rasûlullah’tan râzıyız” dediler (Buhârî).
İşte ensârullah olma kararlılığını taşıyanlara hareket noktası. Saâdet asrından asrımıza yürüyen ensâr bilinci… Ve şimdi bizler “ensârsız” bir dünyanın garipliğini yaşıyoruz. Çileli ümmet ve çaresiz beşeriyet, ensârını hasretle bekliyor… Akîdesinden aldığı güçle Akabe’sinde Medine’sini projelendirecek ensâr.. Sa’d bin Rebî’nin mantığını ve ufkunu yakalamaya namzet ensâr.. Evet, ensâr arayışı, ensâr beklentisi, “men ensârî?” sorusu… İman edenlerin gündemini ve görevini belirleyen soru: “Kim ensâr olacak?” Mazlum Filistin, mahzun Kudüs… Lânetli yahûdinin iğrenç hesapları, kazılan tünel, toprağa gömülmek istenen Mescid-i Aksâ… Yani onurumuz, özgürlüğümüz… Mescid-i Aksâ’dan yükselen çığlık; “men ensârî? Yok mu ensârım? Kim yardım edecek? Sahipsiz miyim?” Bu çığlıktır ki, Selâhaddin Eyyûbî’ye “Mescid-i Aksâ ağlarken ben gülemem!” dedirtmişti. Şimdi bu sorular bizim tarafımızdan cevap bulabilecek mi? Yoksa Abdulmuttalib’in tutumuna mı özeneceğiz? Ebrehe’lerin işgâline getireceğimiz yorum şöyle mi olacak?: Kâbe’nin Rabbi var, ona sahiplik edecek, O koruyacak. Mescid-i Aksânın sahibi Allah’tır.
Biz davar sürülerimizin, sermayemizin sahibiyiz.” Sonuçta sürü ile bütünleşmek, sürü ile sürünmek ve sürüleşmek… Sorumluluğu Ebâbil kuşlarına bırakmak… Yüksek tepelerden gelişmeleri seyretmek… Dün Mekke’nin tepelerinden bu gün ekranlardan Ebrehe’lerin ve Ashâb-ı Uhdud’ların dikkatli ve meraklı izleyicileri olmak başarısı(!) bize âit… Ebâbil’i beklemek… Beklerken olup bitenleri görmek… Bugün, sanki gökyüzünde uçan Ebâbil kuşları Kudüs’e indi, Filistin’li çocuklar Ebâbil kesildi. Taşlarını atmaya durdular. Filistinlinin avucundaki taş, Mescid-i Aksâ sevgisine attığı taş, Ebâbil’in taşına ne kadar da benziyor… Nasıl da isâbet ediyor. Kararlı, korkusuz bir atış… Bize düşen, bizden istenen atmaktır… “Attığın zaman sen atmadı, fakat Allah attı. Bunu, mü’minleri güzel bir imtihan ile denemek için yaptı…” (8/Enfâl, 17).
Bedir’de Rasûlullah’ın müşrik hedefe attığı çakıl taşları ve işi neticelendiren Yüce Allah. Atışın öldürücü bir darbeye dönüşmesi için, tam bir sadâkatle Allah’a yönelip elin taşa uzanması ve eylemin gerçekleşmesi şart… Düşman büyük, taş küçük, hiç önemli değil… Unutmayalım: Allahu Ekber… Duâya duran eller… Yardım talep eden diller… Önce fonksiyonel el, aksiyoner el olmak zorunda. Eller devreye girmeden yalnızca dil ile: Ebû Lehebin ellerinin kuruması bekleme hakkımız kalmıyor. Bu şerefi Rabbimiz bize teklif ediyor: “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezâlandırsın, onları rezil etsin ve size de yardım etsin, mü’min toplumun kalplerini ferahlatsın.” (9/Tevbe, 14) Allah’ın bize belirlediği hedef ve şeref bu iken, kendi cephemizde durum nedir? Gâyemiz, gayretimiz neye yönelik? Ne anlam ifâde etmekte, neyi temsil etmekteyiz? Yapageldiğimiz askerlik nasıl bir ensâra çağrışım yapmaktadır dersiniz? Ödeyegeldiğimiz vergiler ne tür bir yardımcı konumuna itmekte bizleri? Tüketim standartlarımız, hangi güçlerin hizmetinde olduğumuzu ispatlar mâhiyette değil mi? Mesâimiz, bağlantımız, beklentimiz, yani kendi gerçeğimiz, gerçekten ensâr olup olmadığımıza ışık tutmuyor mu?
Akîdenin onaylamadığı bir hayatın yükü altında ezilmişliğin hâlet-i rûhiyesi ile ensâr olma keyfiyetini ne nisbette yakalayabileceğiz? Biz böylesi bir çelişkinin sıkıntısını taşırken, Kur’an’ın: “Ey iman edenler! Allah’ın ensârı olun…” (61/Saff, 14) uyarısı ile ürperiyoruz. Çepeçevre bizi kuşatan sorumluluklarla irkiliyoruz. Ensârını bekleyen nasırlı eller, varoşlardaki sefiller… Gecekondu enkazına tutunmuş ıslak gözlü yurtsuzlar… Yoksulluktan bîtap, ilâçtan mahrum, reçetesine baka kalan bîçâreler… Morgda cenâzesi rehin, ölü benizli diriler. Üniversite kapılarında mazlum, başörtüsünü gözyaşı mendili yapmış sahipsizler… Çadır kentlerde istiflenmiş insan yığınları… Vücudun yüksek ateşiyle kışın şiddetine direnen yakıtsız ve yardımsız nesiller… İki ateş arasında seslerini ancak Rablerine duyurabilen acılılar… Tehcir, tahkir, tâciz, talan kapanında kalan kitleler… Çileli, mahzun, mahrum, ürkek ve titrek sesleriyle dilekçelerini Allah’a arz ile “metâ nasrullah; Allah’ın yardımı ne zaman?” , “men ensârî; kim yardımcı?”, “Rabbimiz! Katından bize bir sahip, tarafından bize bir yardımcı gönder” diyen mustaz’aflar, çocuklar ve kadınlar… Ensârullahı bekleye dursunlar! Ya ensârullah kimi bekler? Umutları kimin için? Kızılay mı, Kızılhaç mı? Birleşmiş Milletler mi? Uluslar Arası Af Örgütü mü? İnsanımızın acısını ve yardım talebini onlara mı ihâle ettik yoksa? “Demokratikleşme paketi”, “özgürlük vaatleri”, “insan hakları taahhütleri”, “politik teminatlar”, resmî güvenceler”, “temiz eller”, “temiz toplum”, pembe toplumlar… Yardım beklentileri bu eksende mi gerçekleşecek? Kafelerde şaşkın gençliğin, iğrenç görüntüsü aldatmasın bizi… Zevk u sefâ çığlıklarında, “kim yardım edecek bize?” sorusunun saklı olabileceğini anlamaya çalışalım… Uyuşturucu mafyasının materyali nesillerin, derinden “men ensârî?” sorusunu seslendirmekte olduğuna şâhit olabiliriz. Stadyumlardaki coşku bir huzur ve tatminin değil; bir isyanın ve intikamın ifadesi olsa gerek…
Tüm bunlar ensârsızlığın bedeli olarak ele alınamaz mı? Her yönden ve her kesimden; “metâ nasrullah?”, “men ensârî?” soruları kuşatmış dünyamızı ve gündemimize oturmuş durumda… Ya bu sorular cevapsız kalırsa, cevaplar ya âhirete ertelenirse, nasıl altından kalkarız? Sorularımızın çözümü bu sorulara cevap vermemizdedir. Güvenimizi ve gücümüzü yenileyerek: “BİZİZ ENSÂRULLAH!” diyebilmeliyiz artık. “Biliniz ki, gerçekten Allah’ın yardımı yakındır.” (2/Bakara, 214) . İşte o yardım biziz. Çünkü bizler ensârullahız. Tam o sırada demezler mi? Buyrun ispatlayın!… [12]
Allah(c.c.) ensarullah olma yolunda bizlere güç ve kuvvet versin, istikamet üzerinde olmamızı nasip eylesin.
[1] http://www.ahmedkalkan.com.tr/kavram-tefsiri/item/152-allah-yolunun-yardimcilari-ensarullah.html
[2] https://zadulmuvahhid.wordpress.com/2010/06/28/allah-yolunun-yardimcilari-olun/
[3] https://ar-ar.facebook.com/notes/mihriban-inan-karatepe/allahin-yardimcilari-olun/1542989019361702/
[4] Seyyid KUTUP ‘Fizilal´il Kur´an’ Ali İmran / 53-54
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 2/919-920.
[6] İsra, 7.
[7] Buhârî, Müslim.
[8] Zilzal, 7.
[9] Âl-i İmran, 195.
[10] https://zadulmuvahhid.wordpress.com/2010/06/28/allah-yolunun-yardimcilari-olun/
[11] http://www.ilkav.org/web/makale-114-ensarullah.html
[12] http://www.ihya.org/kavram/kavramlar-ansiklopedisi/dt-1124.html