Zamana ayak uydurmaya başlayan Müslümanlara ne oluyor da her biri ayrı bir depresyon hâline giriyor. Kendi sorunlarıyla başa çıkamayan, içindeki sıkıntıları halledemeyen insanların başına gelen bu depresif hâl, acaba gerçekten de iyice karmaşık bir hâl alan yaşamın, insanın omuzlarına yüklemiş olduğu bir yük müdür yoksa sorunlarla baş edemediğini unutup kendi halletmeye çalışan insanın zayıflığının bir sonucu mudur? İnsanın; yaratılmış, aciz bir kul olarak dertlerle başa çıkamadığında onu halletmek için aşırı bir çaba içerisine girmek yerine, bütün meseleleri âlemlerin rabbi ve yaratmış olduğu kullarının yegâne sığınağı olan Allahu zülcelal hazretlerine havale etmesi gerekmez mi?
Allah’ı hayatının her anından çıkarıp zannınca onun kuşatmasından kurtulan insanoğlu, aynı pozisyonu kendi iç dünyası için de alıyor, Allah’ı kendi işlerine karıştırmamayı büyük bir meziyet zannettiği için, iç dünyasında da sorunları ya kendi başına halledebileceğini ya da modern bilimin ışığında bir çözüme gidebileceğini düşünüyor. Gerçekten de zannettiği gibi, sorunları bu yöntemlerle halledebilecek midir? Zira Allah’ın hem bireysel hem de toplumsal hayattan iyice çıkarılmış olduğu son 25 yıllık döneme baktığımızda insanların her birinin depresyonda olduğunu, birbirleriyle iletişim kuramadıklarını, tahammül sınırlarının iyice düştüğünü, ani öfke patlamaları yaşadığını hep beraber gözlemlemekteyiz. Eskilerin sahip olduğu hoşgörünün belki de onda birine sahip olmayan yeni kuşak, en ufak bir problemde dahi büyük bir hadise çıkarabilmekte, insanlara fiziksel ve ruhsal zararlar verebilmekte, toplumu ifsat edebilmektedir. Yeni kurulan ailelerde de aynı tahammülsüzlük söz konusu olduğu için, gençler yuvayı hemen yıkma yoluna gidiyorlar. Karşılaştıkları ilk meselede tahammül edemediklerini dile getirerek karşı tarafla olan bütün münasebetlerini koparma yolunu tercih ediyor. Öyle ki araya giren hiç kimsenin müdahalesine müsaade dahi etmemekteler hatta bu öfke bazen öyle boyutlara varıyor ki bir zamanlar aynı yastığa baş koyduğu, deliler gibi sevdiği, uğruna pek çok şey feda ettiği insanı, gözünü kırpmadan öldürebiliyor. Ne bir Allah korkusu ne vicdan azabı ne insana saygı söz konusu. Acaba bireyler bu kadar tahripkâr olmadan önce bir pedagog, psikolog veya psikiyatrist ile görüşmüş olsaydı sonuç daha olumlu olabilir miydi? Toplumda sayıları giderek artmakta olan terapistlerin mevcut durumunu değerlendirdiğimizde sorunlara kesin çözümler bulamadıklarını söyleyebiliriz zira sorunları, iddia ettikleri gibi hızlı ve etkili bir biçimde çözebilselerdi toplumdaki bu terör havası, bu kadar üst boyutlara ulaşmazdı. İnsanlar, birbirlerine daha çok tahammül eder; trafikte bir korna sesi, bir yol verme ya da laf dalaşı yüzünden birbirlerini öldürmezlerdi. Yahut komşusunun köpeğinden rahatsız olduğu için komşusuna ceza vermekten imtina ederdi veya komşu çocuğunun gürültüsünü, çocuktur diyerek tolere edebilirdi ancak bunların hiçbirisinin yaşanmadığını görmekteyiz.
Peki ne oluyor da insanlar, bu kadar bilimsel müdahaleye, terapiye, terapiste rağmen istedikleri huzuru elde edemiyorlar. Çünkü iyice bencilleşen insan, Allah karşısında herhangi bir sorumluluk hissetmediği, toplumu umursamadığı, başka insanları kesinlikle dikkate almadığı ve hiçbir şekilde vicdan azabı duymadığı için her şeyi kendi isteği doğrultusunda halletme yoluna gidiyor. Hâl böyle olunca toplumu oluşturan her bir birey; yaşamın, toplumun, dünyanın merkezine kendini koyuyor ve her şeyin kendisine göre halledilmesini istiyor. Halledilmezse eğer o zaman da çok ciddi öfke patlamaları yaşıyor ve karşı tarafa inanılmaz zararlar verebiliyor. İşte tam da burada âlemlerin rabbi olan Allahu zülcelal hazretlerinin gönüllere şifa olan düsturlarından biri daha akıllara geliyor: Gönüller ancak Allah’ı zikrederek huzura erişir. Peki, Kur’an’ın bu kadar tilavet edildiği; onlarca, yüzlerce hafızın yetiştirildiği, mübarek gecelerde hatimlerin indirildiği, mevlitlerin okunduğu, salat ve selamların getirildiği bir toplumda neden bu kadar yoğun bir kızgınlık, öfke hâli hüküm sürmekte? Bugün neden psikiyatristler, terapistler yoğun bir mesai harcamakta? İnsanlar neden ilahi vahyin bildirmiş olduğu huzuru elde edememekteler? Olaya doğru bir biçimde baktığımızda görürüz ki Allah’ın da buyurmuş olduğu gibi, iman kalplerimize inmiş değil, sadece dilimizde kalmış. Zira hiçbir şekilde, Allah’ın bize göndermiş olduğu sıkıntılara, musibetlere rahmet gözüyle bakmıyor, ona sabretmiyoruz. O kadar konformist bir hayata alıştık, rahatı o kadar benimsedik ki en ufak bir problemde dahi tahammül gösteremiyoruz, sabredemiyoruz. İstiyoruz ki hayatımızda hiçbir şekilde diken yahut bir kıymık bile olmasın. Her şey güllük gülistanlık olsun. Sorunlar varsa bile onu başkaları yaşasın, biz yaşamayalım. Öyle olmasaydı eğer bugün dünyanın gözleri önünde katledilen, yok edilen, aç bırakılan, açlıkla imtihan edilen yüzlerce, binlerce insanın umursanması gerekmez mi? Gazze insanlarımızın gözü önünde kıyım kıyım kıyılırken insanlar bu kadar vurdumduymaz olabilir miydi başka türlü? O hâlde birilerinin sözünü ettiği gibi depresyon, bunalım, stres öyle bir terapiyle, bir psikiyatrist müdahalesi ile giderilebilecek türden bir hadise değildir. Çünkü en ufak bir problemde dahi zayıflık gösterip o sorunun bir an önce hayatımızdan çıkmasını istiyoruz. Bunun aksi bir şey aklımıza dahi gelmiyor. Hâlbuki bütün bunların, Allah’ın birer imtihanı olduğunu ve bu imtihanı sabırla geçtiğimiz takdirde rabbimizin hem bu dünyada ferahlık vereceğini hem de öte dünyada mükafatını bizlere takdim edeceğini düşünmüş olsaydık birazcık daha tahammül eşiğimiz artardı ve bu kadar sıkıntıya düçar olmazdık. Şayet hayatlarımızı Allah’ın azze ve celle emirleri ve yasakları doğrultusunda tanzim etmiş olsaydık bizler, her şeyin Allah’tan geldiğini hakkıyla bilirdik ve ona hakkıyla iman etmemizin gereği olarak bütün bu sıkıntılara, musibetlere, nimetlere sabır gösterirdik. O zaman ruhlarımızı sıkan, bizleri tedirgin eden, baş edemediğimiz streslere asla ve asla düşmezdik, kendimizi bu kadar sıkboğaz etmezdik. Daha ferah, daha rahat, daha geniş düşünürdük ki o zaman da hayata çok pozitif bir pencereden bakardık. Yani hayata güzel bakan, güzel görür; güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen ise hayattan lezzet alır, dedikleri gibi bizler de şayet her gelenin yüce Mevla’dan geldiğini idrak edersek işte o vakit ruhumuzu tedirgin eden, bizleri bunaltan herhangi bir müşkül ile karşı karşıya kalmazdık. O zaman da kendi iddia ettikleri gibi çok gelişmiş, ilerlemiş bilimlerinin bize sunmuş olduğu çözümlere muhtaç olmazdık. Aslında bu, bilimin inkâr edilmesi değildir. İlim; Allah’ı, kainatı idrak için vardır; ruhu imar, hayatı idame ettirmek, insanın iç dünyasını mamur etmek işi ise tamamen Allah’a olan iman ile alakalıdır, yani maneviyatla ilintilidir. O yüzden bu işin çözümlerini de yine hayatın sahibi olan Allah’ta ve onun hayat kitabı olan Kur’an’da aramak gerekir. Bizler, karşılaştığımız sorunların çözümleri için asla Allah’ın yazmış olduğu reçetelere müracaat etmeyip çözümü tamamen başka başka yerlerde aradığımız için istediğimiz tedaviyi, huzuru elde edemiyoruz. İşte o zaman Allah’ı bolca zikretmek, gönüllerimize ferahlık getirmiyor. Tam tersi bir yol seçmiş olsaydık şayet yani kalben, hakikaten, aynelyakin olarak iman etseydik ve bilseydik ki bu dertlerin çözümü, kesinlikle mutlak irade sahibi olan Allah’ındır, deseydik işte o zaman huzur bütün benliğimizi kuşatmış olurdu. Âlemlerin rabbinin zikri, tam da bu zamanda gönüllerimize ferahlık ve huzur getirir. Bu saatten sonra bize düşen; Allah’ın, bütün dertlerin, imtihanların sahibi olduğunu ve yine bütün çözümlerin onda mevcut olduğunu idrak etmektir yoksa asla tam anlamıyla bir huzurdan söz edemeyiz.
Şairin dediği gibi;
Bu yük senden Allah’ım; çekeceğim, naçarım
Senden, sana sığınır; senden, sana kaçarım
Necip Fazıl Kısakürek
Şairdeki bu teslimiyeti tam anlamıyla idrak edersek eğer bizler de gönül huzurunu, dinginliği yakalamış oluruz yani hayatı ıskalamayız. İmtihanın tam anlamıyla ne olduğunu kavramış oluruz ki o da bir oyun ve eğlence olan hayatın, bizlere eza etmesine müsaade etmememize yardım eder.
Taşkın Önel
23.06.2024
Akhisar