Bismillâhirrâhmânirrâhîm…
Günümüzde, müslümanları bekleyen en sinsi tehlikelerden biri, hiç şüphesiz “modernizm” denen düşünsel hastalıktır. Modernizm, kavramsal olarak pek masum görünse de gerçekte klişe olmuş bir deyimle söylenecek olursa “kazın ayağı hiçte göründüğü gibi değildir”. Her ne kadar gelenekçiliği yok sayan ve geleneklerden bağımsız bir düşünce, bir yaşam sistemini içeren bir yenilik yaklaşımı kulağa hoş gelse de aslında yaşanan durum, bundan çok farklıdır. Geçmişin hakikatlerini, tecrübelerini, zengin bilgi birikimini yok sayan modernizm, yeni bir yaşam tarzı inşa etme iddiasıyla kendini dışa vurmaktadır.
Modernizm söyleminin, ilk olarak 19. yy.da aslında sanat alanında yaşanan değişimden yola çıkarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Geleneksel sanat anlayışından kopuşla birlikte yenilikçi bir sanat anlayışının ortaya çıkışı, modern kavramını da ortaya çıkarmıştır. Ancak modernizm kavramının, sadece sanat alanında gelenekten kopuşu değil, hayatın hemen hemen her alanında gelenekten gittikçe radikalleşen daha derin bir kopuşu yansıttığı, günümüzde daha net bir biçimde anlaşılmaktadır. Gelenekten kastedilenin ne olduğu tam olarak anlaşılmadan modernizmi anlamak da pek mümkün olmayacaktır. Bu açıdan gelenekten veya gelenekçilikten ne anladığımız çok önemlidir.
Öncelikle bizim için gelenek, ne anlama geliyor? Bu konunun üzerinde durmalıyız. Gelenek, geçmişimizle sağlam bir bağ kurmaktır. Gerek uzak geçmişimizle gerek yakın geçmişimizle sağlam temellere dayalı bir bağ kurmaktır. Ancak geçmişten ne kastettiğimiz de doğru anlaşılmalıdır. Geçmiş derken, bizden önce yaşayan nesillerin düşünceleri, duyguları, fikirleri, sanatları, kültürleri, inançları ve tüm değerlerinden bahsettiğimiz anlaşılmalıdır. Gelenekçilik, salt bir romantik algılamadan ibaret değildir elbette. Aslında bizden önce bu dünyada yaşayan atalarımızın mirasını kabul etmek anlamına gelmektedir. Yani aynı gökyüzü altında bizden önce yaşayan atalarımızın, zengin bilgi birikimiyle bize devretmiş oldukları paha biçilmez olan mirası sahiplenmektir.
Yanlış anlaşılma olmasın diye ifade etmek durumundayım; atalarımız derken, ırkçı bir anlayışa dayalı coğrafi veya biyolojik, genetik benzerliğimiz bulunan önceki nesilleri kastetmiyorum. Aksine inanç temelli, evrensel bir değer ihtiva eden İslam dininin tüm argümanlarını benimsemiş bir ümmeti atalarımız olarak kabul etmekteyim. Bu bağlamda bizim geleneğimiz, Hz. Âdem’le (as) başlayan ve kıyamete kadar baki kalacak olan Tevhid temelli bir inanç olan İslam geleneğidir. Bu gelenek, bizlere her zaman doğruyu gösterecek ve her zaman yolumuzu aydınlatacak olan bir nurdur. Maalesef günümüzde bazı kesimler, Batı’dan ihraç edilen bir kavram olan modernizm hastalığını bünyemizde yeni bir söylem adı altında yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Bunlar, ister kötü niyetli olan oryantalizmin bir uzantısı olsun, isterse iyi niyetle yola çıkıp, Batı’nın birer sadık taklitçiliğinden öteye geçemeyen sözüm ona düşünürler olsun hiç fark etmez. Hepsinin de yanılgıya düştükleri durum, aynıdır. İslami gelenekten kopuşun, onların hakikat bağlamında yeni bir dinde reform hareketi meydana getirmeye çalışmaları, aslında İslami olmayan birtakım yollara sürüklemektedir. Bu yanlış sürükleniş, aynı zamanda ciddi anlamda bir akıl tutulmasına yol açmaktadır. Sözde muhafazakâr ve İslamcı olduğunu iddia eden bu entelektüel kesim, yine İslami düşünceyi yanlış bir teville seküler, laik ve modern yorumlara kurban etmektedirler. Beşeri ideolojinin gölgesine sığınan, Batı’nın karşısında tam anlamıyla bir aşağılık kompleksine kapılmış olan bu elit güruh, bu haliyle İslam’ın hakikatinden de hızla uzaklaşmış olduğunu fark edememektedir. Hatta öylesine bir sürükleniştir ki bu durum; günümüzdeki en büyük yanılgının da ortaya çıkışına sebep olmuştur. Onların ifadesiyle; “İslam’da reform yapmak” gibi küstah söylemlere kadar ileri gitmişlerdir.
Oysa bu dinin, henüz aralarında Hz. Peygamber yaşıyorken “… Bugün sizin dininizi bütünlüğe erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim…” (Maide, 3) ayeti ile kemale erdiği, Yüce Allah tarafından bildirilmiş olmasına rağmen, bunu görmezden gelmeye çalışmışlardır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi ortada büyük bir akıl tutulması var. Bu nedenle bu düşüncelerin pek masumca ortaya atıldığını kabul edemeyiz. Modernizm kavramı, zamanın ruhuna uygunluğu, çağdaşlığı ve tamamen yenilikçiliği ifade etmiyor aslında. Modernizm, tüm değerlerle derin bir kopuşun, daha doğrusu redd-i mirasın nazikçe dışa vurumudur demek, pek de yanlış olmayacaktır. On dört asırdan fazla bir sürede meydana gelmiş olan İslami birikimin, hakikatin, bilgeliğin üstünü örtmek ve yok saymak, sanırım hiç de akla uygun görülmeyecektir. Modernizmi yaşamın merkezine almak isteyenlerin, nasıl bir değer kaybı, nasıl bir mirası reddettikleri de anlaşılır gibi değildir. Modernizm hastalığına yakalanan insan, adeta neyi yitirdiğini bilmez bir duruma gelmektedir. Kendi elleriyle tarihe gömmek istedikleri mirası, günü gelince büyük bir üzüntüyle arayacaklardır; fakat iş işten çoktan geçmiş olacaktır. O halde neyi yitirdiğini, nasıl yitirdiğini ve neyi niçin kaybettiğini anlamayanların, yeryüzüne adil bir yaşamı getirmeleri asla mümkün olmayacağı da böylelikle ortaya çıkmış olmaktadır.
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır” (Ali İmran, 85).
İslam dini, bildiğimiz anlamda bu dünyanın ve evrenin büyük yok oluşuna kadar evrensel olarak varlığını sürdürecek olan yegâne hakikattir. Bu din, Yüce Allah’ın insan için seçip lütfettiği ve insanlığa uygun gördüğü evrensel hakikatin en büyüğüdür. Bu nedenle yeryüzüne nazil olduğu günden bugüne kadar tek bir gerçeği ifade etmektedir. İnsanlık için sonsuza kadar değişmeyecek hükümleri barındırmasından ötürü asla modernist bir algıyla reforme (daha doğrusu tahrife) mevzu bahis edilemez. Asırlardır evrenin en büyük hakikati olan İslam’a zarar verebilmek için türlü türlü hileler üreten oryantalistler, modernizm kavramını da sinsi bir hastalık olarak yaymaya çalışmaktadırlar. Maalesef bunu, bir hastalık olarak değil de tam tersine iyileştirici bir yenilik olarak benimseyenler, gündemlerini modernizimle boşu boşuna meşgul etmektedirler.
Günümüzdeki Müslümanların, Batı’nın karşısında yenilgi psikolojisine kapılmaları ve kendilerini bir çıkmazın içerisinde düşünmeleri, onları, düşmanları tarafından üretilen sahte tedavilerin arayışlarına itmiştir. Asıl tedavinin yine özde olduğunu unutan ve İslami olmayan usullerin kurtarıcı olarak algılanması da bu yanlışın bir tezahüründen ibarettir. Binlerce yıllık geleneğimizi bir çırpıda yok saymak, gelenekçiliği düşük aklın eseri olarak nitelendirmek, maalesef neden mağlup olduğumuzun da ispatı niteliğindedir. Oysa gelenek demek; maziyle güçlü bir bağın varlığını kabul etmek demektir. Gelenek demek; tarihinde destanlar yazan bir ümmetin büyük zaferlerini yok saymamak demektir. Gelenek demek; dünyadaki en büyük ilim hazinesinin varisi olmak demektir. Gelenek demek; yeryüzüne adaleti, iyiliği ve huzuru getirmek için en büyük mücadeleyi ortaya koyan müminlerin gayretini anlamak demektir. Gelenek demek; insanlık için ulaşılmak istenen en büyük idealin nasıl gerçekleşeceğini öğrenmek demektir.
Aslında insan zekâsının ürünü olan hiçbir fikre körü körüne bağlanmak, doğru değildir. Bu nedenle bizim geleneğimizin sağlam temelleri, vahye dayalı olarak inşa edilmiştir. Bu, öyle sağlam bir yapı ki; onu kökünden söküp atmak şöyle dursun, ne kadar tahrip edilmeye çalışılsa da kıyamete kadar dimdik ayakta kalmaya devam edecektir. Ancak an gelir, sarsıntılara, fırtınalara ve batılın zarar verici fikirlerine maruz kalabiliriz. An gelir, Müslümanlar, hiç olmayacak şüphelere de kapılabilir. Ancak günün sonunda böylesine büyük bir mirasa sahip olan müslümanlar, dünyanın beklediği ideal yaşamı geleneklerinden inşa ederek dünyaya armağan edebilecek bir potansiyele sahip olduğunu da hatırlarlar. Gerçekte hiçbir güç İslam’ın karşısında duramaz. Kimi zaman zayıflayan ve batılın karşısında zayıf duran, ancak birer beşer olan müslümanlardır. Bu da büyük kaderin sınamaya tabi tuttuğu planın bir parçasıdır aslında. Dolayısıyla müminler, gerçek gücün İslam’ın tüm değerlerine sımsıkı sarılmakla elde edebileceği hakikatini benimsediğinde, karşısında hiçbir gücün, hiçbir kuvvetin duramayacağını anlayacaktır. Kaynağı ilahi vahye dayanan bir inancın dünyada üretilebilecek en güçlü silahtan daha güçlü olduğu, bu inanç uğruna canlarını hiç çekinmeden feda edebilecek kimselerin en güçlü ordudan daha güçlü olduğu da anlaşılmış olacaktır.
Kavramların hayata büyük etkisini bilen Batı dünyası, kendi ürettiği kavramları bazen bir hastalık olarak bazen de güçlü birer silah olarak kullanmaktadır. Modernizm kavramı da İslam düşüncesinde bir gedik açmak için kullanılan bir silah, Müslüman bünyesinde zamanla öldürücü bir etkiye neden olabilecek bir hastalıktır. Bu nedenle geçmişimize, geleneğimize ve daha doğrusu mirasımıza sahip çıkmalıyız. Geleneğimiz, geçmişimiz olduğu kadar geleceğimizin de mimarıdır. Geleneksiz bir gelecek, geleceksiz bir geçmiş kadar kusurludur. Ve işte zaman; geleneğinden geleceğini inşa edenleri beklemektedir.
İslam DOĞUBEY