İnsan, bir canlı olarak hep bir hareket hâlinde olup yaşam boyunca kısa ya da uzun vadeli gayeler belirler. Gayesi yolunda attığı her adımda belli bir gayret göstermesi gerekir. Ancak ne kadar gayret gösterirse göstersin, o gayretin mahsulünü elde edip edemeyeceğini bilemeyiz. Nitekim gayretin, kesinkes başarıyla sonuçlanamayacağı bir gerçektir. Bu durumda insan, gayesi için bir vekile ihtiyaç duyar. Kavramsal olarak ifade edecek olursak insanın bir işe başlarken Allah’a tevekkül etmesi, şarttır.
Sözlükte “Allah’a güvenmek” anlamındaki “vekl” kökünden türeyen tevekkül, “birinin işini üstüne alma, birine güvence verme, birine işini havale etme, ona güvenme” manasına gelir. Tevekkül, dinî ve tasavvufî bir terim olarak “bir kimsenin kendini Allah’a teslim etmesi, rızkında ve işlerinde Allah’ı kefil bilip sadece ona güvenmesi” şeklinde tanımlanmaktadır.[1] Kur’an ve hadislerde birçok kez geçen tevekkül, esasında güven ve teslimiyeti içerse de gayreti şart koşar. Örneğin Hz. Peygamber’in, “Devemi bağladıktan sonra mı tevekkül edeyim yoksa bağlamadan mı?” diye soran bir sahabiye, “Önce bağla, sonra tevekkül et.” şeklindeki cevabında[2] tedbirin gerekliliği vurgulanır. Dolayısıyla da gayret olmaksızın tevekkül söz konusu değildir.
Gayret kavramı incelendiğinde oldukça açık olduğu düşünülen tevekkülün, aslında çok daha derin bir manası olduğunu keşfederiz. Her ne kadar kendi dilimizde gayret ile çaba kavramları arasında özdeşlik kursak da kendi bağlamı içerisinde gayretin başka veçheleri bulunur. Arapça kökenli “gayret” kavramı, dinî metinlerde “kişinin kendi mahremini koruması yönünde gösterdiği aşırı duyarlılık, izzetinefsine, şeref ve namusuna zarar verecek durumlardan sakınıp korunmasını sağlayan duygusal tepki” anlamına gelir.[3] Bu tepki, dört temel faziletten biri olan iffetin muhafazasını sağlayan tutumdur. Hatta Ragıp El-İsfahani de aidiyet kavramı üzerinden gayretin tanımındaki sınırları yeniden çizer. Ona göre gayret, insanın aidiyet duyduğu her şeyi korumaya yönelik duygusudur.[4] Üstelik aidiyetten kastettiği anlama; insanın kendini, evini, ailesini, ülkesini de dahil eder. Başka bir deyişle, gayrette yatan bu duygu, sahip ve ait olduğumuz kıymetli bir şeyin muhafazasına dair bir çabadır.
Şu açıktır ki insan, bir şeye karşı sahiplik ve aidiyet duyabilmek için, önce var olanlara dair en temel ayrımı yapar: ben ve öteki ayrımı. İlk bakışta bu ayrım basit ve sıradan bir ayrımmış gibi görünse de aslında mesele en çok da müslümanları ilgilendiren, mühim bir meseledir. Bilhassa bu meselenin bir ileri merhalesinde konu, benlik ve bilince gelir ki bu da insan ve onun yaratıcısına muhtelif yaklaşımlar türetir.
Ben ve ötekinin mahiyetinden bahsedecek olursak önce “ben”den başlanmalıdır. Çünkü kişinin nesneleri tanımaya başlamadan önce ilksel bir şekilde emin olduğu bir bilgi olmalıdır ve emin olduğu bu ilk bilgi, kendi varlığıdır. Aksi takdirde kendi varlığından ettiği şüphe, algıladığı diğer her şeyden de şüphe etmesine yol açacaktır. Dolayısıyla da denebilir ki insan, kendisi dolayımıyla çevresini keşfetmeye başlar.
Önce “ben”den başlamak gerektiği fikri, yüzyıllardır farklı varyasyonlarıyla yeryüzünde yankı uyandırmıştır. Örneğin Sokrates’in “Kendini bil.” sözü, tasavvufta “Kendini bilen, rabbini bilir.” şeklinde karşımıza çıkar. Ancak insan, kendini nasıl bilecek ve tanıyacaktır? Çünkü insanın kendini tanıması, aslında başkasını tanımasından çok daha ağır ve zordur. Kimin ne istediğini bilmediği bu çağda, ihtiyaç ve istek dengesizliklerinin olduğu aşikârdır. Neye ihtiyacı olduğu ve neyi istediğini birbirine karıştıran, kapitalist ahlaka sahip modern dünya insanının “kendini bilmezliği”, bu durumun en büyük kanıtıdır. Böylesi çetrefilli bir dönemde bilhassa kendi muhitimizde yankılanan “Kendini bilen, rabbini bilir.” sözü, nasıl anlaşılacak ve yaşanacaktır?
Bu söz, esasında iki şekilde anlaşılabilir: İlki, insanın acziyetini ve haddini bilmesidir. İnsanın tüm sıfatlarındaki sınırlılığına karşın Allah, başı ve sonu olmayıp tüm eksikliklerden münezzehtir. Gücü ve kabiliyeti ölçüsünde insanın fiillerinden söz ederken aslında her fiili de Allah’ın kudreti ve iradesine bağlıdır. Başka bir deyişle, ilk örneğini şeytanda gördüğümüz kibrin kırılması ve haddin bilinmesi, her şeyin mutlak sahibini görmemizi sağlar. Bizim birer kul, rabbimizin Allah olduğunu unutmamalıyız. Elimizden ne kadar gelirse gelsin, Allah istemediği sürece hiçbir şey olmaz. Zaten Müslüman’ın tevekkülü de buradan kaynaklanır.
İkincisi ise kendini bilenin, o benliği vereni de bilmesidir. Benliğinin farkında olan kişi, o benliği vereni de bilecektir. Çünkü “benim” diyebilmek için, önce “ben” deriz. Yani benlikten sonra aidiyet bilgisine vakıf oluruz. Dolayısıyla da farkındalık düzeyimiz, “ben”den “o”na ve “benim”den “benim rabbim”e doğru yükselir. Bu yükselişteki tüm aracılar yaratıcıdan gelen birer mektuptur. Her okunduğunda insanı Allah’a biraz daha yaklaştırır. Yaklaştıkça feyz artar, bilmenin oluşturduğu güven büyür. Zira rabbini bilen insanın, Allah’a olan güveni pekişir. Bu güven, bize verilenin yakinen bilinmesinin bir sonucu olup tevekkülü işaret eder. Allah’a duyduğu güvenden dolayı mümin, sebeplerin yol açtığı endişe ve huzursuzluktan sıyrılıp tevekkülünde derinleşir.
Sonuç olarak bu yazıda ortaya koyduğumuz bakış açısı, tevekküle ilişkin gayret fikrinin kökenini sorgulamaya yönelik olmuştur. Gayretin manasının sahip ve ait olduklarımıza dair bir koruma ve sürdürme fikri içerdiğinin altını çizdik. Buradaki sahiplik ve aitlik ise bizleri benlik mevzusuna, oradan da kendini bilmeye ulaştırdı. Son olarak da Allah’ı bilmek ve ona tevekkül ile yazının başında bahsettiğimiz tevekkül meselesinin ucundan tekrar tutarak bir çember oluşturduk. Bu ise tevekküle bakışımızı yeniden düzenleyebilmemiz için bir teklif sunar: Duyulan aidiyetin (gayretin) sağladığı güvenin (tevekkülün) başlangıç noktası kendini bilmektir.
Zeynep KOÇ
[1] Mustafa Çağrıcı, “Tevekkül”, DİA.
[2] Tirmizî, “Kıyame”, 60.
[3] Hayati Hökelekli, “Kıskançlık”, DİA.
[4] Lisânü’l-Arab, “ġyr” md.; Ragıb el-İsfahani, s. 347.