Sünnet Bilinci Kulluk Bilincidir
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Sünnet Bilinci Kulluk Bilincidir

peygambere_itaat

İnsanın varoluş hadisesi,  bir zamanlar Rabbimizin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demesiyle başladı. Ve sonrasında Âdem’i yarattı; Âdem’den de eşini. Daha sonra Âdem’i ve eşini cennette bir ağaçla imtihan etti. Bu imtihanın gayesi hem dünya imtihanına bir hazırlık hem de düşmanları olan şeytanın hile ve desiselerini iyice öğretmekti. Cennetteki imtihan kaybedildi. Ancak düşman olan şeytanın tuzakları ve bu tuzaklara düşmenin neticeleri yaşanarak öğrenilmiş oldu ki bir daha aynı delikten ısırılmasın.

Artık insan bambaşka bir dünyada idi. Burası geldiği yere hiç benzemiyordu. Burada, gelmiş olduğu yere yeniden gidebilmenin mücadelesini verecekti. Yeni yerinde sorumluluk sahası  oldukça genişti. Mücadele büyük, düşman çetin, vakit sınırlı; fakat dayanak, sonsuz güç ve kuvvet sahibi idi.

Evet, bu dünyada insan bir mücadelenin içerisindedir. Buna bir savaş da diyebiliriz; Hak ve batılın savaşı. Her insan irade sahibi olarak bu savaşın mutlaka ya Hak ya da atıl tarafındadır. Tarafsız olma durumu söz konusu değildir. Bu savaşın mutlaka kazanan bir tarafı olacaktır. Burada sözü Hak tarafını tercih eden Müslümanlara getirmek istiyorum. Müslümanlar olarak bilmeliyiz ki, bu mücadelede kazanan taraf olmak istiyorsak, mutlaka ama mutlaka şu ayeti çok iyi kavramalıyız: “Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.” (Araf, 27)

Düşününki  bir savaş halindesiniz ve düşmanlarınızı görmüyorsunuz. Düşmanlarınız ise yandaşlarıyla beraber sizi görüyorlar. Belki ilk akla gelen bu savaşın adil bir savaş olmayacağıdır. Fakat öyle değil. Çünkü şeytana ve dostlarına karşı verilen bu savaş, her yönüyle maddi bir savaş değil. Yani her zaman tankla, tüfekle yapılan bir savaş değil. Her ne kadar bizler düşmanlarımızı göremesek de onların siperlerinden, tuzaklarından ve silahlarından haberdarız. Rabbimiz, bu anlamda bize gerekli olan bütün haberleri beyan buyurmuştur. Daha dünyaya göndermezden önce baş düşmanımız şeytanın atamız Âdem’i nasıl aldattığını birçok ayetle bizlere bildirmiştir: “Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi, diye nida etti.” (Araf, 20-23)

Rabbimizin ikazlarını dinlememenin yahut unutmanın neticesi; bizlerin aleyhine, düşmanımızın lehine sonuçlanıyor. Unutmamamız gereken hakikatlerden bir tanesi de  düşmanımızın gece gündüz demeden bizleri dosdoğru yoldan alıkoymaya çalışmasıdır. Bu gerçeği hayat kitabımız Kur’an-ı Kerim bizlere şöyle haber vermektedir: “İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın, dedi.” (Araf, 16-17) İşte İblis, kendisine böyle bir hedef belirliyor ve bu hedefi gerçekleştirmek için her türlü yola başvuruyor.

Peki, böyle bir düşmana karşı bizler, nasıl mücadele edip mukavemet göstereceğiz ve halifelik görevimizi nasıl icra edeceğiz? Şimdi bu soruya cevap bulmaya çalışalım. Allah’u Teâlâ, kendisine kulluk yapsınlar diye yarattığı insanları başıboş bırakmamış, onlara bu kulluğun nasıl olacağını ve nasıl yapılacağını gönderdiği kitaplarla beyan etmiş, görevlendirdiği peygamberlerle de uygulamasını göstermiştir. Allah’u Teâlâ’ya  kulluk yapmak ne kadar önemli ise bu kulluğun nasıl yapılacağı da en az o kadar önemlidir. O açıdan peygamberlerin uygulamaları ümmetleri açısından önem arz etmektedir. Hiçbir ümmet ya da insan, peygamberlerinin yaşantılarını yok sayarak yahut görmezden gelerek Allah’u Teâlâ’ya istediği gibi kulluk yapamaz. Aslında, peygamberlerin din adına uygulamaları, gönderildikleri dönemdeki insanlardan istenen kulluğun ta kendisidir.  Dolayısıyla insanlar, Allah’ı razı etmek istiyorlarsa O’na kulluk etmeliler ve kulluğu da peygamberlerinden öğrenmeliler. Bunun dışında bir yolla Allah’ı razı etmeyi düşünmek, bırakın rızayı, gazabı gerektirecek bir yoldur.

Allah’u Teâlâ’ya kulluk etme meselesi, insanlara  bırakılmış bir mesele değildir. Bunun çerçevesini  bizzat Allah’u Teâlâ belirlemiştir. Neyin kulluk olup olmadığına ancak Allah (cc) karar verir. Bunu önce vahiy yoluyla peygamberlerine bildirir; daha sonra peygamberlerinin yaşantılarıyla razı olduğu kulluğu insanlara gösterir. Ve sonra da der ki: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide, 3) “Kim, İslam’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Al-i İmran, 85)

Kur’an-ı Kerim, insanlara kulluk etmeleri için yaratıldıklarını ve bu kulluğun neler olduğunu ifade ederken, Peygamber Efendimiz de bu kulluğun nasıl olacağını hayatıyla gösterdi, sözleriyle anlattı. Efendimizin hayatı, Allah’u Teâlâ’nın insanlardan istediği bir hayattı. Allah (cc), insanlardan O’nun yaşadığı gibi bir hayat yaşamalarını istiyordu. Allah’ın (cc), insanlara yüklemiş olduğu halifelik misyonu ve şeytana karşı verilecek mücadele, ancak bu şekilde icra olunacaktı. Bu şekildeki bir yaşantıyla hem Allah (cc) razı edilecek hem de gerek Allah’ın gerekse de insanların düşmanı olan şeytan mağlup edilecekti.

Yaşantısıyla ve sözleriyle bizlere nasıl kulluk yapacağımızı öğreten Efendimizin sünnetini ve hadislerini bilmek, bizden istenen kulluğu bilmek anlamına gelecektir. Sünnet bilinci, aynı zamanda kulluk bilinci demektir. Bilinçsizce yapılan bir kulluk ise istenen bir kulluk biçimi değildir. Yaşantımızdan sünneti çıkarmak aslında dini çıkarmaktır. Bunu, sünnetin ıstılahî manasını tarif eden âlimlerin sözlerinden anlamak mümkündür. Örneğin: “Fıkıh usulü âlimleri, sünneti şer’i deliller içinde incelerken; fakihler onu farz, vacip, mendub, haram, mekruh gibi şer’i ahkâmın bir çeşidi olarak mütalaa etmişlerdir. Kelam ehli arasında ise sünnet, bid’atın karşıtı olarak görülür ve bazı kimseler bid’at ehlinden sayılırken, hakkında bir nass bulunsun veya bulunmasın, umumiyetle Peygamberimizin düşünce ve davranışlarına uygun bir hayat yolu takip edenlerin sünnet ehlinden oldukları söylenir. Hadisçilere göre ise sünnet, Peygamberimizin söz, fiil ve takririnden ibarettir.” (Kaynak: Hadis Usulü, Prof Dr. Talat Koçyiğit) Bu tariflerden anlıyoruz ki Sünnet, dinin kaynağıdır. Dolayıyla farz, vacip, mendub, haram, mekruh gibi şer’i ahkâmın bir çeşididir. Şiddetle kaçınmamız gereken ve dine sonradan girdirilmeye çalışılan bid’at’ın karşıtıdır. Allah’ın dinini kendiyle ikmal ettiği elçisinin söz, fiil ve takrirleridir. Dolayısıyla bu hakikatlerin bir bütünü olan Sünnet, dinin ta kendisidir. Sünnete lakayt davranmak, dine lakayt davranmaktır. Sünnete sarılmak ise dine sarılmaktır.

Kim, Peygambere itaat ederse Allaha itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) “Peygamber size neyi verirse, onu alın; neden sizi nehyederse, ondan da sakının. Allah’tan korkun.” (Haşr 7) “Allaha ve Peygambere itaat edin ki rahmet olunasınız.” (Al-i İmran 132)

 

GRUBA KATIL