Şehadet Üzerine Mülahazalar
Arşiv

Şehadet Üzerine Mülahazalar

Şehadet şuuru, dünyevileşmenin panzehiridir.

“Müminlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar. İçlerinden bir kısmı, verdikleri sözü yerine getirmiştir (Şehid olmuştur). Bir kısmı da (Şehid olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü, asla değiştirmemişlerdir” (Ahzâb sûresi, 23).

Şehadet, kelime kök anlamı veya farklı kalıpları ile, bir olaya şahit olmak, bilmek, doğru bilgi vermek, şahitlik yapmak, onaylamak anlamlarına gelir. “ş-h-d” fiil kökünden türetilen kelime, hazır bulunma ve şahitlik etme anlamlarında birleşmektedir. Buna göre, mübalağa ifade eden “Şehid” kelimesi, çok iyi bilip şahitlik eden, çok iyi görüp hazır bulanan manalarına gelmektedir.

Şehidlik, can vermenin mübalağalı yani abartılı halidir. Ölümden kaçanlara karşın, ölmeyi rızay-ı ilahî için severek istemektir. Günümüz insanlarının genel eksikliği, bir şeyi “bilmek” ile sınırlı tutmalarıdır. Bilgisini aldığı şeyi anlamış kabul etmekte ve kendini ona nispet etmede yeterli görmektedir. Bilmek, bir şeyi içselleştirmek için yeterli değildir. Onu; anlamak ve tanımak, doğru sevgiyi ve güveni bizlere kazandırır. Hz. Ömer’e gelen davacıların, kendilerine getirdikleri şahitler için söyledikleri, bizleri doğrulamaktadır. Şahidin seni tanıyacak, sen şahidini tanıyacaksın, onunla yolculuk veya ticaret gibi hassas ilişki zeminlerinde beraber olacaksın ki bilmen, tanımaya evrilsin. Şehadet isteyen Müslüman, önce rabbanî yolu bilmeli ve anlamalı, sonra Rabbine kendini tanıtmalı ve kalbî irtibatı kurmayı becerebilmelidir. Yoksa girilen şehadet yolu, Abdullah Azzam’ın dediği gibi, “ya eşkıyalığa ya da katilliğe benzeyebilir”.

Her ibadet, niyete bağlıdır. Niyeti yapılmamış bir hareket, ibadete benzese de o, ibadet olmaz. Önce niyet olmalı. İbadet, kalbîlik ile içtenlik kazanmalı ki ihlâsa yol açılmış olsun. İlim tahsili, kendini ilme adamakla elde edilir; dünyalık işler için de bu böyledir. Başarı, başarmak istediğin şeye verdiğin değer ile aynı yolda ilerler. Şehadeti isteyen her bir Müslümanın, yaşamında Allah’a adanmışlık görülür. Şehidlik kelimesi her telaffuz edildiğinde, bir kişinin hasretle beklediğinin ismi anıldığında, nasıl bir tebessüm belirir ise yüzünde, aynı hal, şehadeti bekleyen mümin insanlarda da görülür. Şehadet arzusu olanın yüzünde tebessüm belirince, Rabbimizin tebessümü de mümine yetişir. Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Allah, iki kişinin hakkında tebessüm eder: Bunlardan biri, diğerini öldürmüş olduğu halde ikisi de cennete girer. Bunlardan diğeri, Allah yolunda cihad eder ve şehid olur. Allah, katili mağfiretine ulaştırır, o da Müslüman olur, sonra Allah yolunda cihada katılır ve şehid olur (böylece her ikisi de cennette buluşur)” (Buhari-Cihad).

Yeryüzü, sevap kazanmak için geniş, fetihler için dar bir yerdir. Ölümü, yüreğine sevinç kılan için, dünya küçük bir yerdir. Gönlünde dahi yer etmeyen bir yer, nasıl olur da cennet gibi geniş olabilir? Şehadet âşıkları, her adımlarında, ölecekleri ân’a şahit kıldıkları Rablerine bakar dururlar; dünya, onlar için ne kadar kıymetli olabilir ki! İmam Şafinin dediği gibi:

“Allah’ın öyle ferasetli kulları vardır,

Dünyayı terk edip, fitnelerden korktular.

Şöyle bir göz atıp dediler: Dünya,

Bir canlının gerçek vatanı mıdır?

İşte bu yüzden dünyalarını deniz,

Salih amellerini gemi yaptılar…”

 

Madem ölüm muhakkak bize gelecek, o ölüm niçin ilay-i kelimetullah için olmasın.

İslam’ın devletleştiği ilk yıllarından itibaren, İslam toplumunda cihad ve şehadet şuuru, her bir mümin ve mümine ferde öğretilmiş, ta ki en çok arzulanan bir gaye olmuştur. Çocuklar, cihad oyunları oynamış; kadınlar, şehadete erecek çocuklar yetiştirmiş, eşlerine cihadın cesur erleri olmayı telkin etmişlerdir. Ve dahi kendileri de meydanlarda sehid olabilmek ve Allah’ın rızasına erebilmenin yollarını aramışlardır.

Bir gün Ensar kadınlarından birisi olan Esma bint-i Yezid, ashabının arasında bulunduğu bir sırada Resulullah`ın (s.a.v) huzuruna vardı ve şöyle arz etti:

“Anam, babam sana feda olsun; ben, kadınların bir elçisi ve temsilcisi olarak huzurunuza varmış bulunmaktayım. Canım size feda olsun, doğu veya batıda bulunup da benim huzurunuza neden vardığımı duyan her kadın, mutlaka benimle aynı şeyleri paylaşacaktır. Arzım şudur ki: Allah, seni hak olarak bütün erkek ve kadınlara göndermiştir. Ve biz, sana ve seni gönderen Rabbine iman etmiş bulunuyoruz. Biz kadınlar, siz erkeklerin evlerinde oturarak, sizlerin isteklerini yerine getirmekte ve evlatlarınızın yükünü taşımaktayız. Siz erkekler ise Cuma namazı, cemaat namazı, hasta ziyareti, cenaze merasimine katılma, haccetme ve hepsinden de önemlisi Allah yolunda cihad etme gibi amellerle biz kadınlara üstün kılınmışsınız. Sonra hacca, umreye veya sınırları korumaya çıktığınızda, elbiselerinizi dokuyan ve çocuklarınızı eğiten yine bizleriz. O halde ey Allah`ın Resulü, sevap ve mükâfat açısından sizinle bir ortaklığımız var mı?”

Allah Resulü (s.a.v.), o kadının bu sözlerinin ardından yüzünü ashabına çevirerek şöyle buyurdu: “Acaba bu kadının dini meselelerden bu şekilde sorması gibi güzel bir konuşma dinlediniz mi?” Ashap da, “Ya Resulallah”, dediler “Biz, bir kadının böyle konuşabileceğini sanmazdık.” Sonra Allah Resulü (s.a.v.), kadına dönerek şöyle buyurdu: “Ey kadın, git ve seni bekleyen kadınlara söyle ki, sizden her kim eşine karşı vazifelerini en güzel şekilde yerine getirir, onu hoşnut etmeğe, ona itaat etmeğe çalışırsa, erkeklerin alacağı o kadar sevabın hepsi ona da verilecektir.” Bunu duyan kadın, sevinçli bir şekilde ve tekbir ve tahlil getirerek Allah Resulü`nün huzurundan ayrıldı.

Anneler, cennete hicret edecek çocuklar doğurmalı. Hüznü sevince, acıyı gurura dönüştürebilecek kadınlarımız, ümmetin önünü açacaktır. Tasavvufî tanımlar ile kadını, mutlak mahrem ve erkeğe boyun eğici tariflerden çıkarmalıyız. Şer’i ölçülerde hakkı savunan, anlayan, anlatan, hak için erkeklerin yakasından tutabilen, hak yoluna teşvik edebilen aktif ve dimdik duruşa sahip İslam kadınları yetişmeli. Cihad ve şehadet öğretmenleri, İslam’ın kadınlarıdır. Rabbimizin rızası kalbimizde olduğu müddetçe, her hal fîsebîlillah’tır. Mübarek bir âlim ve Şehid olan Saîd bin Cübeyr’in (ra) bildirdiği hadîs-i şerîfte: “Müslüman bir kadın, hamileliği boyunca, doğum yaptığı esnada ve çocuğunu emzirdiği sürece, Allah yolunda cihad edenler gibidir. Bu esnada vefat ederse, şehid sevabı alır.”

Şehadet bilincinin yüreklere girmesi ile korkular yenilmiş, sabır ve gayret hayata hâkim olmuştur. İslam tarihinde adı anılan her cesur Müslümanın, aklında ve kalbinde derin bir şehadet arzusunu görmekteyiz. Kahramanlık, milliyetçi duygular, öfkenin galebe çalmasıyla yapılan atılgan davranışlar, insanda bazı şecaatler meydana getirse de, insanların takdirini kazanma gayesi içerdiği için ahirette mükâfatı yoktur hatta vebali vardır. Şehid olma şuuru ise, yalnız Allah rızasını içerir ve bunun dışındaki duygular bu şuuru fesada uğratır. Şehidi, Ömer b. Hattab (ra): “… Şehid, kendisini Allah’a adayan kimsedir” diye tanımlar.

Rağıb el-İsfahânî ise şu şekilde tarif etmektedir: “Şehid; Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden Müslümana verilen isimdir. Ona, bu ismin verilmesinin sebebi; 1- Cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması, 2- Yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması, 3- Ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması, 4- Ruhunun doğrudan doğruya Daru’s-Selâm’da (Cennet’te) bulunması, 5- Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır.”

Allah yolunda can verme zamanı veya ortamı oluşunca, Müslümanı engellemek için şeytan, sinsi fısıltılarını, saptırmak için kulaklarına vesvesesini vermeye başlar: “Maslahat, ruhsat ne güne, işte zamanı, sıyrıl ölümün acı ıstırabından.” Zulüm, her haneyi işgal eder; isyan, her gün kulaklara ve bedenlere erişip imanı ifsat eder; tek çıkış yolu kalır, o da şehadeti kuşanmış neferler yetiştirmektir. Bir bahçede zararlı otlar çoğalınca, bahçeyi ıslah edip verimli hale getirmek için zararlı otları vurmak gerekir. İslam toplumu da hayata ve kalbe zarar veren dünyevileşme unsurlarını, hayatından çıkarıp kendini ıslah etmesi gerekir. Dünyevileşmeyi yenmek için en önemli ameliye, ahireti şiddetle arzu ettiren “şehadet şuuru”nun tekrar gündeme alınmasıdır. İslam toplumu, sosyal hayata ve iç âlemine, şuurun zirve hali olan “şehadet ekini”ni ekmelidir.

Rabbimizin ayetleri, tüm vakar ve izzet sofrasını sunarak mümine seslenir, onun kalbinde selamet kandilini yakmak ister: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder. Allah, kullarına çok şefkatlidir” (Bakara sûresi, 207).

Ehli dünya olan insan, şehidin ölümünü anlamayacak… “Öldü!” diyecek… Yüce Olan’ın ikramını, dünya ile kıyaslayacak ve yanılacak, imanı anlamada ve yaşamada yanıldığı gibi. Kim için çıktınsa bu yola, ondan bekleyeceksin karşılığını. Eğer kalbinde başka sevgililer var ise, zaten korkaklık yüreğine sirayet etmiştir. Cihadın ve şehadetin olması gerektiği bir zaman diliminde cenneti öteler ve malın, makamın, eşin, evladın tercihin olur. Ayaklar titrer ve gerisin geriye dönersin.

Yiğidin ölümü de yiğitçedir, tavizsiz ve gür seda ile. Hz. Zeyd’e, Ebu Süfyan sorar; “Senin yerinde burada Muhammed’in olmasını istemez miydin?” Hz. Zeyd: “Asla!” der, “Asla! Ben, bin kez burada can vermeye razıyım ama Medine’de Efendimizin ayağına bir dikenin batmasına razı olmam.”

Allah’ın Kitabı’nın, Resulü’nün Sünneti’nin ve müminlerin dinlerinin, ırzlarının, bedenlerinin ve tüm inanışlarının ayaklar altına alınmaya çalışıldığı bir yerde, kendi canını mukaddesatından aziz bilmek, rıza gösterilecek bir durum değildir ve imana aykırıdır. İmanın sebebi, salih amellerin sebebi, hayatın sebebi ve ölümün sahibi yani hepsinin sahibi olan Yüce Allah, ne için “can ver” demiş ise, onun için can verebilmek imanın gereğidir. O can veriş tekrar dirilme, ikrama gark olma, dünyadaki bedeninin bile gülümsemesi ile geriden geleceklere bir işaret fişeği olacaktır. “… Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehid kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler” (Âl-i İmrân sûresi, 169-171)

Her insan için hatta canlı için belirlenmiş bir ecel vardır. O saat geldi mi ne ileri alınır ne geri, tam zamanında canı bedenden ayırma emri verilir. Doğarken de, ölürken de Rabbimiz, bize istek ve arzumuzu sormaz. Secde sûresinde: “İşte Allah, gaybı da görünen âlemi de bilendir, mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” ‘Güce teslim olmak’ diye bir tabir kullanılır. “Eğer yeryüzünde kahredici bir devlet var ise, onun azabından korunmak için boyun eğmek, siyaseten daha uygundur” denir. Bu söz, kısmen doğru olabilir, fakat mutlak güç sahibinin Allah olduğuna inanan Müslümanın, güç ve kuvvet sahibi Allah’a mutlak olarak boyun eğmesi gerekir. İnsanların azabını Allah’ın azabına denk tutmamalıdır. O zaman izzetle yaşayabilmek, Müslümanlara verilecektir. Rasulullah (s.a.v.):

“… Dikkat! Allah’ın malı pahalıdır. Dikkat! Allah’ın malı cennettir.buyurdu (Tirmizi: 2567). Hadisin şerhinde: “Muhakkak ki şeytan, ahiret yolcusunun yoluna çıkar, nefis ve onun yalancı arzuları, şeytanın yardımcılarıdır. Her kim uyanık olur, amelinde niyetini halis kılarsa; şeytandan, hilesinden ve şeytanın aveneleriyle onun yolunu kesmesinden emin olur. Sonra ona zahir olur ki ahiret yoluna suluk etmek, ahireti elde etmek, gerçekten zordur. Az gayretle ahiret elde edilemez. Hadiste, ‘Mal’ olarak tercüme edilen ‘sil’a’ kelimesi, cennet nimetlerinden Allah’ın metası, demektir ve kıymeti çok büyüktür. Muhakkak Allah’ın metaı yani malı cennettir ki bunun değeri, şu ayetlerde işaret edilen kalıcı amellerdir.” Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: “Muhakkak Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet olmak üzere satın almıştır (Mubarekfuri, Tuhfetu’l-Ahfezi Şerh-i Cami-i Tirmizi).

Bu dava, bitmeyecek; onu, omuzlayacak yiğit erkekler ve kadınlar her daim var olacaktır. Allah’ın vadine iman eden her fert ve cemaat, O’nun ipine tutunarak hakta sebat edecek takati bulacaktır. İslam ümmetinin en zor zamanları, bu günler değildir. En zor zamanı, ilk zamanlarıydı. Yeryüzünde üç-beş kişi denebilecek Müslüman vardı; onca baskı ve işkenceye rağmen Rablerine tevekkül etmek dışında, hiçbir dünyalık imkânları yoktu. Ama şu yüzyılda; milyarlarla ifade edilen sayısal bir kitle, milyonlarla ifade edilebilecek eserler, yüzyıllarca varlığı devam etmiş devletler ile, iktidar tecrübesi ve medeniyetini kurmuş bir dünyalık dayanağımız var. Dünyalık isteyene dünyalık dayanak, uhreviyatı isteyene işte Kur’an, işte hadis, işte asr-ı saadet referansı. Umutsuzluğumuz, düşmanlarımızın dünyalık imkânlarından korkumuzdur; canımızın yanmasından imtina etmemizdir; sarp yokuşlara çıkacak gücü kaybetmiş olmamızdır. Bu halimiz, maalesef, bize umut bağlayan yeni nesillere tembellik, korkaklık ve umutsuzluk vermekten başka bir şey bırakmıyor. Dünyalık iktidarların imkânlarına hayranlıkla bakmaktalar. İslam’ın daima hâkim olduğunun şuuru zayıflamış, Allah’ın her an her şeyi elinde tutan olduğuna iman edişimiz sanki küllenmiş durumda. Kâfirler, kabul etmese de hakikat budur. Bizlerin, İslam’a hizmet etmekteki samimiyeti nispetince Rabbimiz, elinde tuttuğu güçten bir nebze verecektir. Şu an, daha bu ikrama layık olamadık; demek ki bizleri, gayr-i İslami olanın ellerinde bırakmış durumda.

İslam’ın ihtiyar gençleri vardır; yaşlı da olsalar, gençler gibi atılgan ve dinçtirler. Mevzu İslam’ın müdafaa ve muhafazası olunca, ölen hücreler dirilir ve kıyama dururlar. Her bir hücre, şehid olmak için öne atılırcasına, bulunduğu bedene güç verirler.

Sözlerimizi, söz konusu ihtiyar gençlerden biri olan Şehid Ömer Muhtar ile bitirelim. Şöyle demişti: “Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır’a gönderdik ki, Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım.” İçi kan ağlayan Ömer Muhtar: ”Çocuklar; bizi hep iyi, güçlü, emin ve hiç yılmayan insanlar olarak hatırlamalı. Sizi, böyle ağlarken görmemeli, kavgamızı onlar devam ettirecekler.” İdam kararı verilince: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” Aynı gün toplama kamplarından getirilen binlerce Libyalının gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıktı. Ve Fecr sûresinin, “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön” ayetleri dilindeydi.

GRUBA KATIL