Müslümanlara Çağrı
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Müslümanlara Çağrı

Dünyanın iki kutuplu olarak adlandırıldığı ve sadece kapitalizm ve onun uygulama biçimi haline gelen/getirilen demokrasi, bir de sosyalizmden bahsedildiği bir ortamda; İslam adına devrim yapmak, o devrimi yönetim biçimi haline getirmek, yasamanın kaynağının vahiy olduğunu ilan etmek, evet doğrusu bunlar olağanüstü heyecan verici gelişmelerdi.

anti-shah

 

Dünya Müslümanları aslında böyle bir devrimi hak etmişlerdi. En kestirme ifadeyle 624 yıllık Osmanlı Devleti’nin sona ermesinin/erdirilmesinin ardından uzun bir sükût dönemi, canhıraş çabalar, kendi coğrafyamızın, Pakistan’dan Fas’a kadar sömürgeleştirilmesi, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımızın talan edilmesi, İkinci Dünya Savaşı, yeniden coğrafyamızın emperyal güçler arası el değiştirmesi evet bunlar acı şeylerdi. Hilafet, saltanat ve sömürge döneminin ardından Müslümanların kurtuluş arayışına ‘Ulus Devlet’ler formülü ile verilen fiili cevaplar.

İkinci Dünya Savaşı sonrası İslam coğrafyasında kurtuluşlardan kurtulma çabaları…Ama tüm bu çabaların reçetesi ya kapitalizm ya da sosyalizm olarak karşımıza çıkıyordu. Veya en iyimser ifadeyle demokrasi bizim için (Müslümanlar için) en iyi dünya görüşü, Cumhuriyet de en iyi yönetim biçimi olarak takdim ediliyordu. Cumhuriyetçi olmak kabul edilir bir konu iken -ki cumhuriyet, bir toplumun kabul etmiş olduğu bir dünya görüşünün toplumun katılımı ile tatbik edilmesidir- elbette bu manada ‘İslam Kimlikli’ arayışların da yönetim biçimi olarak cumhuriyeti seçmelerinin bir mahsuru yok. Asıl sorun cumhuriyet makyajı içerisinde ‘Demokrasi’nin üstelik de ikinci, üçüncü sınıf demokrasinin halka/halklara dağıtılmasıdır.

Dünya Müslümanların ya demokrasi (kapitalizme hizmet vasıtası) ya da despot yöntemleri tercih zorunluluğunun da dayatıldığı ve halkların aksi halde komünizmle karşı karşıya geleceği tehdidi ister istemez İslam coğrafyasını kapitalistlerin, hegemonik güçlerin kucağına itiyordu.  Allah rızası için(!) kapitalizmin ve onun uygulama biçimi olana üçüncü sınıf demokrasinin yaşaması için komünizm ile mücadele derneklerinin kurulduğu bir zaman diliminde İran’da İslâm adına bir devrimin olması elbette olağanüstü heyecan verici bir gelişme idi. Bu heyecanı sadece Müslümanlar duymadı. Temel tercihi İslam olmayanlar da yeni bir dünya görüşünün kapitalizm ve komünizmin dünyayı parsellediği bir ortamda arz-ı endam etmesi onları da heyecanlandırdı.

Devrim önderi Humeyni’nin, heyecanla siyasi, ekonomik, tarihi ve sosyolojik olarak ortaya koyduğu söylemler, dikkatlerin tamamen İran’a çevrilmesine neden olmuştu. Mesela ‘Ne Doğu, Ne Batı Ancak İslam’, ‘Ne Şiilik, ne Sünnilik ancak İslam’ ‘Her Müslüman bir kova su dökse İsrail’i sel götürür’ gibi söylemlerin yanında İslam’ın öngördüğü toprak mülkiyetinden, beytülmalın nasıl dağıtılacağına ilişkin söylem ve tatbikatları da ayrıca kayda değer gelişmelerdi. Humeyni’nin sağlığında bir takım sağlıksız gelişmeler yaşanmıyor değildi. Ancak bunlar gün yüzüne çıkmıyordu. Keza onun ‘Şiilik de yok’ söyleminin Şia’nın yani dinin reddi anlamına geldiğini dillendirenler vardı. Malum Şia’da, Şii inancına sahip olmak Müslüman olmaktır. Yani mezhep Sünnilerde olduğu gibi dinin bir yorumu değil, dinin taa kendisidir! Bir kimsenin Şia olmaması en iyimser ifadeyle onun hidayeti için dua edilmesini beraberinde getirir. Humeyni sağ olduğu sürece ve onun sağlığında sekiz yıllık bir İran-Irak Savaşı’nı da dikkate aldığımızda yine İslam coğrafyası olarak heyecan dolu, üzüntülü yıllar geçirdik. Unutmadan söylemeliyim ki aynı yıllarda Afganistan da Rusların işgali altındaydı. Usame b. Ladin, Abdullah Azam, Ebû Musab Zerkavi gibi şahsiyetler özellikle Sünni gençliğin dikkatlerini Afganistan’a çekmeyi başarmışlardı. Bir taraftan İslam adına devrim yapmış İran’a küresel güçlerin Saddam eliyle tahmil ettikleri acımasız savaş, diğer yandan Afganistan’ın Ruslar tarafından işgali Müslüman gençliği muhasebesiz bir heyecana sürüklemişti…

Humeyni öldü (4 Haziran 1989). Ardından İslam adına devrim yapılan İran ve söylemleri ve hatta eylemleri İslami motiften mezhebi motife evrildi. Mezhep her yönü ile baskın bir anlayış olarak kendini göstermeye başladı. Zaman ilerledikçe milliyetçi duygular da öne çıkmaya başladı. Bugün geldiğimiz noktada ise İran ve uygulamalarında İslam adına heyecan verici hiçbir şey maalesef yok!

Bilhassa İran-Irak Savaşı’nın sona ermesinin ardından adeta Amerika ile İran arasında zımnî bir ittifak yapıldı. Şöyle ki; devrimle birlikte İran’ın önünde dört önemli sorun vardı. Bunlar sırasıyla: Taliban, Pejak, Mücahidan-ı Halk, Saddam idi. Zamanla ve hatta kısa zamanda bunların dördü de Amerika tarafından bitirildi. İran’ın önü açıldı. Amerika, Irak’ın işgalinin ardından işgal ettikleri petrol alanlarında üretilen petrolü Hürmüz Boğazı’ndan İran ile birlikte (izni ile) ihraç etmeğe başladı. Üçe bölünmüş Irak’ta Şii bir yönetim hâkim hale getirildi. Bilhassa Maliki yönetimindeki Irak, tam anlamıyla Şii ritüellerin etkisi altına girdi. Ve bugün de aynı etki devam ediyor.

17 Aralık 2010’da Tunus’ta Yasemin Devrimi oldu. Ardından bu devrim ‘Arap Baharı’ adı altında Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve son olarak da Suriye’ye sirayet etti. Dün bizler Sünni İslam anlayış ve yorumunu tercih edenler Şii İran’ın yaptığı devrime saygı duyduk, en azından gönül katkılarımızı ortaya koyduk. Bununla yetinmedik, bu devrimin neredeyse bulunduğumuz her yerde, aleyhinde olan gelişmelere, sözlere, fikirlere karşı koyduk. Kalemlerimizi, söylemlerimizi İslam ortak paydasında işlettik. Ama ne yazık ki Arap Baharı sürecinde Şii kardeşlerimiz bizim yanımızda durmadılar. Elbette Arap Baharı, buna gönül veren insanlar tenkit edilebilinir. Keza bu oluşum zamanlama, içerik olarak kabul edilmeyebilir. Nitekim -bu fakir de- bu baharı hiçbir zaman bir İslami uyanış, intifada gibi kabullenmedim. En genelde bu gelişmeleri despot yönetimlerin baskısı altında inim inim inleyen halkın bir isyanı olarak gördüm. Olsun, bu yaklaşım bile insani ve İslami kimliğimizle örtüşmüyor mu? Keza dün İran’da başlayan devrim sürecinde devrimin ortak hedefi “şah ve şahlık düzenine karşı olmak” değil miydi?

Özellikle bugün İslam adına devrim yapmış ve başında ‘İran İslam Cumhuriyeti’ yazan bir ülke ve onların yönetim ve komuta kademesi gayr-i Müslimlerin değil, Müslümanların coğrafyasında iki hususa dikkat ediyorlar: Birincisi mezhebi genişleme, ikincisi milliyetçi anlayışlarının egemen olması. Somut örnekler isterseniz Irak, Suriye, Lübnan, Yemen bunun en somut örnekleridir.

Türkiye Cumhuriyeti halkını ve onların desteğini bir tarafa bırakınız. Devrimin başından beri Türkiye Cumhuriyet Devleti tüm uluslar arası platformlarda hep İran’ın yanında yer aldı. Bunun en somut örneklerinden birisi hiç şüphesiz İran’ın nükleer programlarına verdiği destektir. Bu desteğinde ne İran’ın Şiiliğini ne de Farisi boyutunu dikkate aldı. Ama, ne yazık ki İran ne kendisine ne de devrimin temel söylemlerine uygun davranmadı. Humeyni; ‘Şiilik de yok, Sünnilik de yok’ demesine rağmen İran, Humeyni’den sonra İslam’ın tebliği ve yaygınlaşmasına değil, dinin bir yorumu olan Şia’nın yaygınlaşmasına özen gösterdi. İşte bu anlayışla olsa gerek ki dinle-dindarlıkla alakası olmayan Beşar Esed rejiminin hem 1982’deki Hama katliamına hem de 15 Mart 2011’den bu yana devam eden ve sayıları 300 bini bulan katliamlarına fiilen katkıda bulunuyor. Yine asırlar boyu ve neredeyse on asır Zeydilerin yönetiminde olan Yemen’i adeta bir kaosa sürüklediler. Elbette bu kaosun arka planında başta petrol trafiği ve Afrika’nın kontrolü olsa da sonuçta bugün fiilen Sünni (Şafii) ve Zeydi (Caferi) halkların birbirlerine düşman oldukları veya düşman edilen bir tabloyla yüz yüzeyiz. Bu oluşuma katkı veren başta İran olmak üzere tüm kesimleri hangi insanlık, hangi İslami anlayışla izah edeceğiz?

Sözün başına dönersek ve açıkça söylemek gerekirse yıllarca kalemini ve dilini ‘Ümmetin Vahdet’i için kullanmış birisi olarak ve üzülerek şunu söylemeliyim: Evet bugün İran İslam Devrimi ve dolayısıyla İran bana ne insani ne de İslami hiçbir heyecan vermiyor. Tevhidde vahdetin yerini mezhepte vahdetin aldığı, Sünni anlayışa sahip Müslümanların ‘Ehl-i Kıble mü’mindir tekfir edilemez’ hükmüne rağmen dışlandığı bir anlayış, hastadır. Tedaviye muhtaçtır. Tedavi reçetesi elbette Kur’an’dır, Hz. Peygamber’in (a.s) sahih sünnetidir.

Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) Allah Rasul’ünün önemli sahabeleridir. Bunlardan ikisi Hz. Peygamber’in (a.s.) yanında yatmaktalar. O günün en dindarları, başta Hz. Ali olmak üzere buna itiraz etmemişler. Keza Hz. Peygamber’in (a.s.) yastığında vefat ettiği Hz. Aişe validemiz, Kur’an-ı Kerim’de annemiz olarak nitelendirildiği (Tahrim suresi) ve yine ‘İFK’olayından sonra Nûr Suresi’nde mükerrer beraatı bildirildiği ve yine iftiracıların kınandığı halde halen bu saydığımız değerlere hakareti ibadet telâkki edenlerin izan ve iman sorunu olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki daha IV. Murat zamanında Kasr-ı Şirin Anlaşmasına ilave edilen bir maddede: Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) ile Hz. Muhammed’in (a.s.) zevcesi Hz. Aişe validemize hutbelerde “seb ve lanet” edilmemesi şart koşulmuştur (1639). Buna rağmen nice mollaların ağzından ve yine nice İran tv. Kanallarından seb ve lanet nidaları yükseliyor. Evet, sayın mollaların ve onların basit taklitçilerinin İslami kimliklere de, Kur’an’a da meydan okuma hakları yoktur. İsterseniz Nûr Suresi’nin 11 ilâ 23. arasındaki ayetleri bir daha okuyunuz. Evet, Kur’an’ın bütünlüğü Şii, Sünni, Zeydi, Vahhabi herkesi kapsıyor. Sakın açık ve net olan bu ayetlerin tevil ve tefsirine gitmeyin. Sadece Nûr Suresi’nden bir ayeti hatırlatmak isterim: “Namuslu hiçbir şeyden haberi olmayan mü’min kadınlara (zina ile) iftira edenler, dünya ve ahirette lanetlenirler. Onlar için büyük azâp vardır.” (24/23)

Fitne bütün gücü ile çepeçevre İslam dünyasını kuşatmıştır. Doğu’dan Batı’ya Kuzey’den Güney’e oluk oluk Müslüman kanı akıyor. Zalimler elbette görevlerini yapıyorlar. Peki, biz Müslümanlar akan kanı durdurmak için ne yapıyoruz. Işid’in, Taliban’ın, El-Kaide’nin yaptıkları, yapmadıkları onları kurtaracak mı sanıyoruz? Keza bugün Şia’nın Suriye başta olmak üzere dökülen kanların sorumluluğundan iki dünyada da kurtulacağını mı sanıyorsunuz? Doğu Türkistan’da, Çeçenistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da dökülen kanlar hepimizi, tüm insanlığı, Müslümanları sorumluluk altına sokmuyor mu?

Geliniz ihtilafları bir tarafa bırakalım. Allah’tan razı olalım. Hz. Peygamber’le yeniden barışalım. Yani Kur’an’a ve Sünnete teslim olalım. Sahabeye küfretmeyi bir tarafa bırakalım. Birbirlerimizin ve insanlığın ortak keder ve sevincini paylaşalım. Nasıl kan akıttığımızın akıtacağımızın hesabını değil, nasıl kanı durdurulurun hesabını yapalım… Mezhebi farklılık ve yorumlarımızı bir kenara bırakarak dinin sabitelerini ortak payda haline getirelim ve yeniden kardeş olalım…

 

GRUBA KATIL