Suriye’de 15 Mart 2011’den beri dünyanın gözleri önünde tam anlamıyla insanlık dışı bir vahşet işlenmektedir. Dünyaya nizamat verdiğini söyleyen devletler, dünya barışını tesis amacıyla kurulmuş kurumlar ve adaleti tesis etme dinlerinin gereği olan Müslümanlar, ne yazık ki, Suriye’deki bu vahşeti bugüne kadar durdur(a)mamışlardır. Kimilerinin güçleri yetmemiş, kimileri ise bilerek ve isteyerek bu vahşetin devamını istemişler ve hatta yardım ve destekte bulunmuşlardır.
Belki de işin en acıklı tarafı ise, denize düşen yılana sarılır özdeyişi gereği insanlık dışı vahşete maruz kalan ve bu vahşetin bir an önce bitmesini isteyen bölge halkları, yılana değil ejderhaya, hatta aç timsahlara sarılırcasına ABD’den ya da diğer emperyal devletlerden medet bekler hale düşmüşlerdir. İşin belki de en acıklı tarafı, burasıdır. Çünkü gerek ABD ve gerekse diğer emperyal devletler eli kanlı katil olmaktan öte, tam anlamıyla insanlık ve İslam düşmanı devletler olup işlenen bu katliamlardan birinci derecede sorumludurlar. Çünkü bunların bir tek amacı vardır, kendi sömürülerini kalıcılaştırarak en geniş anlamıyla devam ettirmeleridir. Uluslararası kurum ve kuruluşlar ise, bu devletlerin sömürü ve işgallerini meşrulaştırıcı araçlardır. BM’nin de, NATO’nun da ve diğer kuruluşların da, var olma gerekçeleri budur.
BÖLGE HALKLARI AÇISINDAN ASIL DÜŞMAN, ABD’DİR.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği dünyayı kendi aralarında parselleyerek sömürülerini ve işgallerini sürdürmüşlerdir. İstemedikleri ya da menfaatlerine aykırı davranan ülkelerde, isyanlar, iç kargaşalıklar, ayaklanmalar, darbeler, daima bu iki emperyalist ülkenin yardım ve desteğiyle gerçekleştirilmiştir. Bunun, Afrika’da, Asya’da, Latin Amerika’da ve Ortadoğu’da sayılmayacak kadar çok örneği bulunmaktadır. Bu topraklardaki eli kanlı diktatörler, krallar, oligarşik ve despotik yönetimler, yine bu iki ülkenin fiili yardım ve desteğiyle varlıklarını devam ettirmektedirler. En ölümcül ve kitlesel katliamları gerçekleştirici kimyasal ve nükleer imha silahları, bu ülkeler tarafından, masum halklara karşı kullanılmak üzere bölge ülkelerine pazarlanmaktadır; Hiroşima, Nagazaki cehennemi, Sabra ve Şatilla katliamı ile Halepçe Katliamı ve Afganistan’da, Irak’ta, Çeçenistan’da, Vietnam’da, Laos’ta, Kamboçya’da ve daha sayılamayacak kadar birçok ülkede en vahşi katliamlar, ya bu ülkelerin istihbarat örgütleri ya da bu örgütlerin yardımıyla işbirlikçi yerel yönetimler tarafından gerçekleştirilmiştir. Afganistan’daki ölüm tarlaları, Şibirgan, Ebu Gureyb ve Guantanamo’daki yüz karası insanlık dışı vahşet ve katledilen yüz binlerce masum insan bu ülkenin suç listesinde sadece birkaç örnektir.
Bu durum, 1990’lı yıllara kadar bu iki emperyalist ülke arasında bu şekilde devam etmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği dağılınca, tek süper ülke olarak ABD kalmıştır. ABD, daha önce Sovyetler Birliği ile danışıklı dövüşle devam ettirdiği bu işgal ve sömürülerini, 1990’lardan sonra ise yalnız başına devam ettirmeye çalışmıştır. Ağustos 1990’da Irak’ı, önce Kuveyt işgaline yeşil ışık yakarak yönlendirmiş, 17 Ocak 1991’de BM kararıyla 30 ülkeyi de yedeğine alarak Irak’ı işgale kalkışmıştır. Bu işgal esnasında ve devam eden yıllarda da uygulanan ambargo nedeniyle yüz binlerce masum insan; çocuk, kadın ve yaşlı ayırt edilmeksizin katledilmiş ve Irak’ın ekonomik kaynakları yağmalanarak talan edilmiştir. Oysa düne kadar Saddam diktatörünü destekleyen, silah yardımı yaparak, hem Irak’ın içindeki muhaliflere karşı ve hem de İran’ın üzerine saldırtan yine ABD idi. Hem İran, hem de Irak, 8 yıl devam eden bu savaş nedeniyle büyük oranda hem insan, hem de ekonomik kayba uğramıştır.
Bu haksızlıklar, masum halka yönelik vahşice işlenen katliamlar ve sömürü amaçlı işgaller, Ortadoğu’da ve özellikle de Asya’da, bölgenin diktatörlükle yönetilen yönetimleri, Rusya ve ABD’nin emperyal menfaatlerine tehdit oluşturan yeni bir gücün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu güç ise, İslami hareketlerden oluşmaktaydı. Bu durum, bölgenin enerji ve petrol kaynaklarını kendi aralarında paylaşmış olan emperyal devletler için bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu tehdidin bir an önce bertaraf edilmesi gerekmekteydi. Aksi halde, bu tehdit sadece bu bölge ile sınırlı kalmayacak diğer bölgelere de yayılacaktı. Bu tehdidin yoğunlaştığı iddia edilen Afganistan, orta Asya’nın okyanuslara açılan kapısı olup çok önemli stratejik bir konuma sahip idi. Afganistan’a egemen olan bir ülke, Orta Asya’yı da kontrolü altına alabilirdi. Bu ve benzeri başka nedenlerle, Afganistan işgali için 11 Eylül olayları bir bahaneydi, yani 11 Eylül olayları olmasaydı da, ABD, yine de Afganistan’ı işgal edecekti. Çünkü bölgesel ve küresel menfaatleri bunu gerektirmekte idi. Yoksa ne Afganistan kadınlarının ezilmişliği iddiası, ne de Taliban’ın yönetim şekli ABD’yi fazla değil, hiç ilgilendirmemekte idi. ABD’nin amacı, bir taraftan yeni oluşmakta olan İslami hareketlerin tehdidini yok etmek, diğer yandan da bölgedeki petrol ve enerji hatlarını kontrol altına alarak diğer sömürgeci ülkelere üstünlük sağlamaktı. Bu nedenle 7 Ekim 2001’de Afganistan’ı, 20 Mart 2003’de de Irak’ı işgal etmiştir.
Ortadoğu’da halklara rağmen diktatörleri, Kralları, Şeyhleri, monarşik ve despotik yönetimleri, iktidarda tutan, bu amaçla onlara her türlü desteği sağlayan yine ABD’dir. Nitekim Kaddafi’nin Libya’da 1969’dan, Ali Abdullah Salih’in Yemen’de 1978’den (kısa bir süre önce halk ayaklanmaları nedeniyle değişti, ama yerine gelen de kendisi gibi diktatör), Hüsnü Mübarek Mısır’da 1981’den, Esad ailesi Suriye’de 1970’den (baba Esad 1970–2000), Şerif Hüseyin ailesinin 1920’lerden (oğul Abdullah, Kral Hüseyin 7 Şubat 1999’da öldükten sonra yönetime gelmiştir), Hasan el Bekr ile Saddam Hüseyin’in 1968’den (Saddam Hüseyin Irak’ta 1979–2003 yılları yalnız başına) Zeynel Abidin Bin Ali’nin ise Tunus’ta 1987’den beri yönetimde kalmaları, çok iyi yönetici olmalarından kaynaklanmamaktadır. Bu diktatörler, ABD ve diğer Batılı ve Doğulu işgalci güçlerin yardım ve desteğiyle yönetimlerini kan ve gözyaşı üzerinde devam ettirmişlerdir. Halklar, kendi zalim yönetimlerine karşı eyleme kalkıştıklarında, bu kalkışmalar her defasında Siyonist ve emperyal işgalci güçlerin yardımı ile çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır.
Bu nedenle bölge halkları nezdinde suçlu olan sadece kendi kukla yöneticileri değil, en az bunlar kadar, hatta daha fazla bu kukla yöneticileri yönetimde tutan, onları destekleyen Siyonist ve küresel emperyal güçlerdir. Dolayısıyla Filistin’de, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Ürdün’de, Suudi Arabistan’da, Katar’da, BAE’de gerçekleştirilen her katliamdan, zindanlarda işlenen insanlık dışı bütün işkencelerden asıl sorumlu başta ABD olmak üzere diğer Siyonist ve küresel emperyal güçlerdir. Irak, BM kararlarına uymayınca hemen leş kargaları gibi işgal gerçekleştirilmekte, ama Siyonist İsrail Filistin’de, Rusya Çeçenistan’da, Çin Doğu Türkistan’da gerçekleştirdiği ve tarihin yüz karası türü katliamlarla ilgili karar bile alınamamakta, alınsa bile uygulatılamamaktadır. İran’a, nükleer silahlardan dolayı ambargo üstüne ambargo uygulanıp dünya zindan edilirken, Siyonist İsrail, dünyayı birçok kez yok edebilecek yüzlerce nükleer başlıklı füzelere sahip olmasına rağmen gündeme bile getirilmemektedir. Siyonist İsrail, Filistin’de Kana, Cenin, Refah Mülteci Kampı, Gazze, Sabra ve Şatilla’da gerçekleştirdiği insanlık dışı katliamlarından dolayı BM’nin aldığı/alacağı kararlar her defasında ABD tarafından veto edilerek ya da uygulatılmayarak Siyonist İsrail, her defasında cesaretlendirilmiştir. İsrail, 7 Haziran 1981’de Irak’ın Osirak’taki nükleer tesislerine, 2013’ün ilk aylarında iki defa Suriye’ye saldırmasına rağmen BM, bu saldırıları gündeme bile almamıştır. Ne yazık ki, taşların bağlandığı köpeklerin salıverildiği bir dünyada yaşıyoruz.
Bu tür olayların gizlenmesi, gizli kapaklı yapılması artık eskisi gibi mümkün değildir. BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin İslam dünyası aleyhine takındığı teröristçe tavır, artık yüksek sesle, BM’deki bu daimi üyelik sisteminin değişmesi gerektiği gündeme getirilmeye başlanmıştır. Kendileri birer eli kanlı katil olan bu daimi üye ülkelerin dünyaya barış ve adalet getirmeleri mümkün mü? Her birinin suç dosyası birbirinden daha kanlı ve karanlık olan bu ülkelerin kendileri teröristtir, emperyalisttir, demokrattır, faşisttir ve katliamcıdır. Dolayısıyla bunlar var oldukça ve veto hakkına sahip oldukça da dünyaya barış ve adaletin gelmesi mümkün olmayacaktır.
ABD, Ortadoğu’dan elini eteğini çekmedikçe, diktatörlükler, Krallıklar, Şeyhlikler sona ermeyecektir. Dolayısıyla da bu bölgede işkenceler, katliamlar, göçler, iç savaşlar, açlık ve yoksulluklar devam edecektir. Bölge halklarının yapmaları gereken en önemli ve en öncelikli işleri, ABD’yi bu topraklardan bir daha gel(e)meyecek tarzda kovacak gücü, birlikteliği ve imkânı oluşturmaktır. Aksi halde kendi diktatörlerini devirseler bile, bu küresel terörist yeniden bir darbe ile iç savaş çıkartmak suretiyle, cilalanmış, makyajlanmış yeni bir diktatör getirecektir. Şimdilerde Mısır’da olup biten de bundan ibarettir. Bölge diktatörleri, Kralları, Şeyhleri birer sivrisinektir, ABD ise derin bir bataklıktır. Siz bataklığı kurutmadan, sivrisineklerle savaşırsanız, enerjiniz, gücünüz ve ekonomik kaynaklarınız boşa harcanmış olacaktır. Sisi de, Esad da, Kral Abdullah(lar) da birer sivrisinektir. Sisi’nin arkasında ABD ve yandaşları olmasaydı, Sisi darbe yapabilir miydi? Yapsaydı, İhvan’ın dik duruşu, milyonluk kitlelerin gösterileri karşısında kaç gün darbeyi devam ettirebilirdi? Esad’ın arkasında, sadece Rusya, İran ve Hizbullah mı vardır? Bu güçlerle birlikte Siyonist İsrail, ABD ve diğer batılı emperyal güçler de bulunmaktadır. Bu güçler olmasaydı, Nusayri Esad rejimi, ölümüne direnen Suriye halkı karşısında ne kadar dayanabilirdi? Bahreyn, Yemen, Suud, BAE, Kuveyt ve diğerleri için de aynı durum geçerlidir. Demek ki, asıl düşman ABD’dir, bölgedeki totaliter yönetimler ise işbirlikçidir, değersiz kuklalardır. Bu, asla unutulmamalıdır. Bundan dolayıdır ki, bölge halklarının ABD’ye ve yandaşı olan Siyonist İsrail’e, Fransa’ya, İngiltere’ye öfkeleri gittikçe artmaktadır. Bu öfke ne zaman ki, bütünüyle ve doğrudan ABD’ye ve yandaşlarına yönelirse, işte o zaman, bölgenin totaliter yönetimlerden kurtulma ümidi belirecektir. 17 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan ayaklanmalarda halkın öfkesi, kendi yönetimlerine olduğu kadar, belki daha fazlasıyla onların arkasındaki Siyonist ve emperyal güçlere olmuştur.
SURİYE
20. Yüzyılın başında, aynı ırktan, aynı dinden olan halklar, dönemin süper ülkeleri tarafından onlarca devletçik şekline bölünerek Ortadoğu yeniden dizayn edilmiştir. İç kargaşalıklar, darbeler, çatışmalar ve savaşlar neticesinde bu bölgede milyonlarca insan katledilmiştir. Bu bölgenin yeraltı ve yer üstü kaynakları; doğal gaz, petrol başta olmak üzere yağmalanmış, talan edilmiş ve halen de edilmektedir. Afganistan’ın, Irak’ın işgal nedeni bu değil miydi? Aynı nedenlerle, kan, gözyaşı ve katliamlara rağmen, bölgedeki diktatörler de desteklenmekte ve yönetimde tutulmaktadırlar.
Tunus’un karıştırılamaya çalışılmasının, Mısır’da darbe yapılmasının nedeni, bölgenin bu emperyalist ve Siyonist güçlerin kontrollerinden çıkma endişesidir. Yoksa bölge halkının fakirliği, yoksulluğu, yönetimlerin baskısı, zulmü, işkenceleri ya da insan hak ve özgürlüklerinin ayakaltına alınıyor oluşu değildir. Zaten bölgedeki işkencelerin, zulmün, baskının, insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasının nedeni de bu ülkelerdir. Bu emperyal güçler ve yerli işbirlikçilerinin iddia ettikleri gibi yönetimin serbest seçimle yani halkın iradesiyle belirlenmesi asla değildir. Çünkü bu tarz bir seçimle yönetimin belirlenmesi kendi menfaatlerine de uygun olmadığını açıkça görmüşlerdir. Nitekim bunun örneklerini geçmişte Cezayir’de FİS (İslami Selamet Cephesi)’le, Türkiye’de Refahyol’la, Filistin’de Hamas’la, şimdilerde ise, Tunus’da Nahda ile Mısır’da İhvan ile kendi menfaatlerine uygun olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır.
Bu tavır değişiklikleri bir daha göstermiştir ki, Batılı ya da Doğulu emperyalistler ikiyüzlü değildirler. Kendi dinlerinin, kendi batıl, çağdışı kalmış ideolojilerinin gereklerini yapmaktadırlar. Dolayısıyla işgalleri, tecavüzleri ve katliamları, kendi anlayışlarındaki seküler insan haklarıyla ve demokrasi ile tezat teşkil etmemektedir. Bunları sahte demokrat olarak suçlamak, demokrasiyi bilmemek, Batıyı tanımamak anlamına gelir. Bu emperyalist ve kapitalist güçler, sömürülerini devam ettirebilmek için demokrasiyi putlaştırırlar, gerektiğinde de onu yemekten ya da çiğnemekten asla çekinmezler. Aslında hevanın/seküler aklın ilahlığına dayalı demokrasi, tam da budur. Çünkü Afganistan’ı ölüm tarlalarına, Irak’ı yaşanmaz hale, Gazze’yi yarı açık cezaevi haline, Suriye ve Mısır’ı iç savaşa sürükleyenler, bu emperyal demokratlardır. Ne yazık ki, bugün, Irak halkını Saddam Hüseyin dönemini mumla arar hale, yine bu küresel güçler getirmiştir.
Suriye’de, gerek Rusya’nın ve gerekse de ABD’nin içinde bulunduğu cephe, Suriye ayaklanması başladığı günden bugüne kadar, insani ve ahlaki amaçlarla iç savaşı durdurmaya dönük ciddi hiçbir adım atmamışlardır. Bir taraftan dünya kamuoyunu ahmak yerine koymuşlar, diğer taraftan da uluslararası kurumları adım atmaması noktasında da oyalamışlardır. Suriye, bugün yaşanmaz hale gelmiştir; bombalanmadık hiçbir şehir, yıkılmadık hiçbir bina kalmamıştır. Zaten Esad’dan ve Esad’ı destekleyen bölgesel ve küresel güçlerden bundan başka bir şey de beklemek abesle iştigal olurdu. Bu süreçte toplu katliamlar yapıldı, toplu göçler gerçekleşti; bu güçlerden ve özellikle de İran’dan, Hizbullah’tan, katledilen bebeklerden, masum sivillerden dolayı insani ve İslami hiçbir adım atılmadı. Bu adımı, Rusya’dan, ABD’den, Siyonist İsrail’den ve diğer eli kanlı katillerden beklemek, bu güçleri ve emperyalist politikalarını bilmemek tanımamak anlamına gelir. Ancak, 1979’da ABD’yi kendi ülkesinden kovan yalınayaklılar ve mustazaf olarak dünyaya lanse edilen İran’dan; 2006’da Lübnan işgalinden dolayı Siyonist İsrail’le olan savaştan dolayı Hizbullah’tan beklemek, çok mu yanlıştı. Ama ne yazık ki, düne kadar bütün eksikliklerine ve mezhebi bağnazlıklarına rağmen, arka çıktığımız, başarıları ile sevindiğimiz, başına gelen felaketlerden dolayı da üzüldüğümüz İran, diğer eli kanlı katillerle ve özellikle de Siyonist İsrail ile aynı safa düşmesi bizleri ve özellikle de Suriye halkını hayal kırıklığına uğratmıştır.
ABD MÜDAHALESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ!
Türkiye, ta baştan beri ABD’ye ve bölgenin krallıklarla, diktatörlüklerle yönetilen ülkelerine güvenmekle yanlış yapmıştır. Çünkü bilmeliydi ki, ABD, hiçbir zaman kendi menfaatlerine uygun olmayan konularda hiçbir adım atmayacaktır. Bunu Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta, İran’da, Siyonist İsrail’in uluslararası hukuka aykırı saldırılarında ve diğer birçok ülkede görmüş olmalıydı. Ayrıca Erdoğan’ın ABD’ye yaptığı daha önceki ziyaretleri de dâhil, son ziyaretinde de (Mayıs 2013 ayında yaptığı ziyaret) –geç kalmış olsa da- bunu anlamış olmalıydı. Çünkü Erdoğan’ın Mayıs 2013’de ABD ziyareti bu nedenle fiyasko ile neticelenmişti. Erdoğan, ABD’ye gitmeden önce Suriye ile ilgili üç konu gündeme getirmişti. Bu konulardan birisi II. Cenevre konferansının ipe un sermek olduğu, diğeri de uçuşa yasak bölge, üçüncüsü de Esad’sız bir geçiş hükümeti idi. Ancak ziyaret sonrasında 17 Mayıs’ta kendisine “Cenevre süreci için ipe un sermek gibi olduğunu söylemiştiniz. Şimdi bu sürece nasıl bakıyorsunuz?” şeklinde yöneltilen bir soruya, “Doğrudur, daha önce Cenevre sürecinin ipe un sermek olduğunu söyledim. Görüşüm değişti veya gelişti diyebilirsiniz. Ama Rusya ve Çin’in de sürece katkı vermesini sağlayacak bir adımın atılması için Cenevre sürecini biraz daha ilerletelim diye bir düşünce söz konusu. Bu duruma yönelik Türkiye olarak bir desteğimiz olabilir. Ama bu sürecin uzaması halinde Esad’a zaman kazandırmamalı” şeklinde cevap vermişti. Sadece bu örnek bile ABD’ye asla güvenilmeyeceğini ortaya koymaktadır. Üstelik II. Cenevre görüşmeleri dediler, bunun için toplantılar yaptılar, yaygaralar kopardılar, ama hâlâ bu toplantı gerçekleşmedi, ne zaman gerçekleşeceği de belli değildir. Bu da gösteriyor ki, ABD ve Rusya dünya kamuoyunu oyalıyor ve Esad’a zaman kazandırıyor. Çünkü ne ABD ve yandaşları, ne de Rusya, Esad’ın gitmesini istemiyorlar. Tunus’ta, Libya’da ve Mısır’da başlarına gelenin, Suriye’de de başlarına gelmesine asla tahammül edemezler.
Suriye’de, iki seneyi aşkın bir süreden beri tam anlamıyla bir iç savaş hali yaşanmaktadır. Aslında bu, bir iç savaş olmaktan öte, eli kanlı bir diktatörün işbirlikçilerinin yardım ve desteğiyle kendi halkını, kimyasal gazla, scud füzeleri ile savaş uçakları ile katletme olayıdır. Bu eli kanlı diktatörün, bu zalimliği, katilliği, kendi halkına düşman oluşu, olayların meydana geldiği Mart 2011 itibariyle başlamış değildir; bu, Baba Hafız el-Esad, en yakın arkadaşı ve kendisi gibi Nusayri olan Salah Cedid’den yönetimi bir darbeyle devraldığı 1970’den beri var olan bir durumdur.
Eli kanlı diktatör Esad, 21 Ağustos’ta dünya kamuoyunu dehşete düşüren, ama daha önce benzeri katliamları çokça yaptığı türden kimyasal gazla muhaliflere göre çoğunluğunu bebek ve çocukların teşkil ettiği 2000’den fazla insanı katletmiştir. Batılı emperyalistler (ki kendileri benzeri katliamları defalarca Afganistan’da, Irak’ta, Somali’de, Mali’de, Ruanda’da gerçekleştirmiştir) dünya kamuoyunun feveranına uygun olarak ve bir de daha önce Obama’nın kırmızıçizgi olarak söylediği (ama arkasında durmadığı, bu sefer dünya kamuoyu feveran edince mecburen ve isteksiz devreye girmek zorunda kalmıştır) hat aşıldığı için Suriye’ye müdahale gündeme gelmiştir. Obama evirmiş, çevirmiş, önce müdahalenin yapılacağını, sonra bunu Kongreye havale etmiş ve şimdilerde kimyasal silahların teslim edilmesi halinde müdahale olmayacağını söylemektedir. Obama’nın dolayısıyla ABD’nin bu zikzakları ilk değildir.
Bunları söylerken Obama ya da diğer ülkelerle birlikte Suriye’ye müdahale edilsin demiyoruz. Bunun bir felaket olacağını da biliyoruz. Ama, Suriye’de her gün 100 civarında insan Esad eliyle katledilmekte ve 10 milyon civarında insan da en zor şartlar altında yerini yurdunu terk etmiş, aç bî-ilaç ve korunaksız çadırlarda yaşamak zorunda bırakılmıştır. Suriye’de akan kanın bir şekilde mutlaka durması gerekmektedir. Ama bu ABD’nin eliyle olmamalıdır. Çünkü ABD’nin müdahale işi daha da karmaşık hale getirecek ve Siyonist İsrail’i daha da kalıcılaştıracaktır. Çünkü Suriye’de olayların bu hale gelmesinin nedenlerinden birisi de Siyonist İsrail ve ABD’nin Esad yanlısı tutumudur. Çünkü Esad’ın yerine gelecek yönetim kendi istekleri doğrultusunda olmadığı müddetçe de bu iç savaş, yani Esad, İran ve Hizbullah’ın da desteğiyle bebekleri, çocukları ve kadınları öldürmeye devam edecektir. 3 seneye yaklaşan bu iç savaşta, muhalifler üstün gelebilecek gücü ve birlikteliği de sağlayamadılar. Aslında buna da yukarıda belirttiğimiz emperyal devletler izin vermedi. Çünkü biliyorlar ki, Esad’ın, bu şekilde gitmesi halinde yerine gelecek yönetim İslami bir yönetim olacaktır. Bu da, hem Siyonist İsrail’in, dolayısıyla ABD’nin, hem de bölgedeki diktatörlerin hiç birisinin ve İran ile Hizbullah’ın da işine gelmeyecektir.
ABD’nin müdahaledeki amacı asla, yüreğimizi burkan, içimizi yakan o küçücük, nefes alamamaktan dolayı kimyasal gazla ya da bombalarla katledilen bebekler, çocuklar değildir. ABD’nin bu müdahaledeki amacı;
1- Kırmızıçizgi ihlal edildiğinden, Obama’nın dolayısıyla da ABD’nin karizması çizilmiştir. Çünkü Esad, Obama’nın açıkladığı bu kırmızıçizgiye rağmen, meydan okurcasına kimyasal silahları kullanmıştır. Esad’a öyle bir ders verilmeli ki, başkaları da bu türden bir olaya bir daha kalkışmamalıdır. Bu, hem Esad’a, hem de diğerlerine iyi bir ders olmalıdır.
2- Müdahaledeki ikinci amaç, kimyasal silahların başka güçlerin özellikle de muhalif İslami güçlerin eline geçmesini engellemektir. Çünkü bir şekilde bu silahlar muhalif İslami güçlerin eline geçerse, bu, Siyonist İsrail, dolayısıyla da ABD için büyük bir tehlike oluşturacaktır. Müdahalenin bir amacı da bu tehlikeyi bertaraf etmektir. Yani ya bu silahları imha etmek ya da güvenilir ellere teslim etmektir.
3- Müdahaledeki üçüncü amaç ise, gittikçe güçlenen ve ABD ve bölgedeki jandarması olan Siyonist İsrail’e karşı olan İslami güçlerin güçlenmesidir. İşte ABD ve Siyonist İsrail bu güçleri de etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Suriye iç savaşının bugüne kadar uzamasının asıl nedenlerinden birisi de bu İslam güçlerin Esad sonrasında yönetime gelme ihtimalidir. ABD, müdahale yapacak olursa, sadece kimyasal silahları etkisiz hale getirmeyecek bu vesileyle İslami güçleri de etkisiz hale getirmek için saldırı da bulunacaktır.
Sonuç olarak Suriye’deki iç savaş dışarıdan, özellikle de ABD’nin müdahalesi ile kesinlikle durdurulamaz. Çünkü zaten ABD, iç savaşı durdurmak için değil, kimyasal silahları imha etmek ve cihatçı grupları etkisiz hale getirilerek Siyonist İsrail için tehdit ve tehlike oluşturmayan laik, seküler bir yönetimi iş başına getirmektir. Bu, Suriye halkı için, bölge halkları için uzun yıllar devam edecek bir felaketin başlangıcı olacaktır. İslami güçlerin aralarındaki esasa yönelik olmayan ihtilafları bir yana bırakarak güçlerini bir an önce birleştirmeleri gerekmektedir. Yarın çok geç olabilir. Bu güç birliği sadece ABD’nin, Siyonist İsrail’in, Rusya’nın değil aynı zamanda İran’ın ve Hizbullah’ın da oyununu bozacaktır. Bu kolay mıdır, hayır, çok zordur. Ama Müslümanlar, zoru başarmak zorundadırlar.
NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin Eylül 2013 sayısında yayımlanmıştır.