Eğer bir dine mensupsak; o din neyi istiyorsa, neyi gerektiriyorsa, neyi emredip neyi yasaklıyorsa sorgusuzca itaat etmek, boyun eğmek ve yeri geldiğinde vazgeçmek görevimizdir. Bir insan kendini Müslüman olarak tanımlıyorsa, kimliğini yaşamayı reddetmiyorsa ve kalbinin sesi, dünyayı arzulamıyorsa zaten inancının vecibelerini koşulsuz kabul edecektir. Fakat henüz kendini tanımlayamıyorsa ve kimliğini oluşturmaya tenezzül etmeyip inancı gündeminde bile tutmuyorsa o kimseye söylenecek sözler yüce mahkemede belirlenecektir. O nedenle şayet kimliğinizi yüreğinizde taşımıyorsanız bu yazıyı okumaya son veriniz.
Dini belirli ibadetlerle sınırlamak, gizli kapılar ardında, tenha yerlerde, alelacele yaşamak, hakiki bir müminin tercih edeceği bir tarz değildir. Dünya çemberini genişletip ahiretin varlığını sineye çekmek, gerçeklerden kaçıp alışılmışın içinde boğulmak, çeşitli renklere aldanıp umursamazlığı hayat tarzı hâline getirmek, toplumun içinde, topluma benzeyerek topluma göre ve topluma dayalı bir yaşam biçimi oluşturmak, ancak İslam’ın kuytularında yürüyüş yapan insanların işidir. Gönlündeki İslam’ı, dünyevi arzulara satan kimse ise çoktan vahiy halkasından kopmuştur.
İnsanın düşünce hayatını, bu tür meseleler neden etkilemiyor? Din mefhumu, neden hiçbir şey ifade etmiyor? Neden hâlâ olduğu gibi yaşamaya devam ediyoruz? Aklımız, fikrimiz neden sadece fani olan için çalışmak zorunda? Müslümanca düşünmek, ne zaman mümkün olacak? Güneş batıdan doğduğunda hâlâ o güzel kızıllığı izleyenlerden mi olacağız yoksa dengeleri altüst eden günün geldiğini fark edip saçlarını yolanlardan mı?
“Müslümanların dine bağlılığı, herhangi bir kimsenin, belli bir fikre nazari bağlılığı türünden bir bağlılık değildir. Bu bağlılık, en çarpıcı biçimde Müslümanların, dinin emir ve yasaklarına bağlanmaları ve bu emir ve yasaklara göre amel etmeleri biçiminde görülür.” der merhum düşünür Rasim Özdenören. Evet, bizim bağlandığımız şey, geçici heveslere mahkûm olmuş değildir ve asla gerçeklikten saptırmaz. Aksine hakikati apaçık gösterir. Yolun sonunu ve o sona nasıl varacağımızı, daha biz yola koyulmadan öğretir. İşte biz insanlar, bu paha biçilemez nimeti, irademiz yokmuşçasına elimizin tersiyle iteriz. Aslında evet, çoğu zaman irademiz yok hükmündedir çünkü eğer onu kullanabilseydik dünyanın şerlerine bu kadar kolay aldanmaz, karanlıkları aydınlıkmış gibi görmez, ayağımıza takılan çelmeleri kolaylıkla alt edebilirdik. Fakat biz, kendimizi öyle bir aşmışız ki cahiliyenin kokuşmuş müşrikleri gibi azgınlığımızı alenen sunuyoruz tüm dünyaya.
Kimliğimizin belirsizliği, bizi yokluğa sürüklüyor. Söylediklerimiz, yaptıklarımıza uymuyor; yaptıklarımız, söylediklerimizi desteklemiyor. Gittikçe ölüyoruz, nefessiz kalıyoruz, söndürdüğümüzü sandığımız ateşler, cürmümüzü artırıyor. Sokaktaki yürüyüşümüz bile bizi görenlere nasıl biri olduğumuzu az çok fısıldarken biz, günahımızı yaymaktan asla hayâ etmiyoruz. Günahların farkında değiliz. Helalin ve haramın ayırdını yapamıyor; iş, dine gelince hiçbir şeyi beceremiyoruz. Ama aslında dünyayı ve dini dengeleyebiliyoruz(!). Dünyadan nasibimizi bol keseden alıyoruz. İslam’ı, özellikle namaz kılmayı da asla unutmuyoruz(!). Yeri gelince Müslüman, yeri gelince seküleriz. Bazen her ikisini de üzerimizde taşıyabiliyoruz. Durum neyi gerektiriyorsa, gündem neyi emrediyorsa onu yansıtıyor, onlarca maskeden herhangi birini kullanıyoruz. Herkesin eşit ve özgür olduğuna inancımız tam. Ama iş dinini yaşatmak, doğru olanı, yalnızca doğru olduğu için yaymak isteyene gelince işte o, sınırlarımızı aşıyor.
Kimse İslam’ı, haddinden fazla gündeme getiremez. Kimse Gazze’den sürekli bahsedemez. Kimse kimsenin yiyip içtiğine karışamaz, herkes boykotu yaşatmak; Gazze’yi, Filistin’i ve Suriye’yi mesele edinmek, midesini o güzelim gıdalardan mahrum bırakmak, eğlencesinden ödün vermek zorunda değil. Çünkü herkes özgür, bu ülkede. Savaştan sürekli bahsedip ağızların tadını kaçıramaz, ilgi alanlarına girmeyen bir olayı ısıtıp ısıtıp önlerine koyarak özgürlüklerini kısıtlayamaz hiç kimse. Bırakalım, herkes özgürlüğünü yaşasın. Zaten şimdilik gözle görülmeyen esaret, bir gün özgürlük bekçisi herkesin yüzüne çarpacak elbet.
İnsan, neden yaşadığını bilmeli. Neye hizmet ettiğinin, ne için bitap düştüğünün ve ne uğruna şekillendiğinin farkında olmalı. Bayatlamış kavramlardan sakınıp davası uğruna kin gütmeli. Mutlak hakikatinin peşinde; sürüklenenlerden, gaflete dörtnala koşanlardan, zihnini sağırlaştıranlardan beri olmalı. Belki o zaman, kimliğin belirlenmesi ve kalıplaşmış yanlışlıkların çiğnenmesi mümkün olabilir.
Rüveyde Bera PALA