IŞİD mı,PKK/PYD – ABD mi?
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

IŞİD mı,PKK/PYD – ABD mi?

Yeni Şafak Gazetesi yazarlarından Merve Şebnem Oruç bir yazısına ‘Orta Doğu IŞİD’le bile yaşar, ABD’yle asla’ başlığını koymuştu. Bu başlığı şöyle de değiştirebiliriz; ‘Ortadoğu halkları, IŞİD ile, Nusra ile, Ahrar’u Şam ile, Liva-i Tevhid ile yaşamak ister, ama ABD, Siyonist İsrail, PKK/PYD ve işbirlikçi diktatörlerle asla yaşamak istemez.’ IŞİD’le birlikte zikredilen örgütler, IŞİD’le aynı kategoride oldukları için isimleri bir arada sayılmamıştır. Çünkü IŞİD’in dışındaki örgütler, Suriye’de Esad diktatörlüğüne ve destekçisi ülkelere karşı kahramanca mücadele verirken, IŞİD ise, Esad rejimiyle savaşacağına bu örgütlerle savaşarak Müslümanların kanını akıtmıştır. Dolayısıyla IŞİD’in takındığı bu tavır, direnişçi muhalefetin aleyhine Esad rejimini ve destekçilerini rahatlatmıştır. Ancak buna rağmen IŞİD’i, ABD ve ABD ile birlikte sayılanlarla da mukayese etmek doğru olmaz. Çünkü bunların her biri yüz binlerce, kimileri ise milyonlarca masum insanı katletmiş eli kanlı katillerdir. Bugün bunlar –özellikle de ABD ve Siyonist İsrail- güçlü olmaları ve ellerindeki zengin ve geniş imkânlar sayesinde gerçekleri ters yüz edebilme; gerçeği yalan, yalanı da gerçek gibi gösterebilme gücüne sahiptirler. Ne yazık ki, son yıllardaki işgaller, istilalar, katliam ve tecavüzler bu gücün verdiği imkânlarla gerçekleştirilerek uluslararası kurumlarca da meşru gösterilmesi sağlanmış ve sağlanmaya da devam edilmektedir.

ABD’nin, başta İslam coğrafyası olmak üzere yeryüzünün diğer coğrafyalarında estirdiği terör -işgal, istila ve katliamlar- neticesinde katledilen insanların sayısı, terör örgütü olarak itham edilen bütün örgütlerin gerçekleştirdikleri eylemler ve bu eylemler neticesinde ölen insan sayısı ile mukayese edilmeyecek kadar çok daha fazladır. ABD, tam anlamıyla eli kanlı küresel terörist, işgalci ve emperyal bir devlettir. Sadece bir ülkede, bir kıtada değil, dünyanın her bölgesinde uluslararası hiçbir kurala uymadan –hatta bu kuralları çiğneyerek/hiçe sayarak- sadece kendi süfli, kirli ve karanlık amaçlarını gerçekleştirmek için milyonlarca masum insanı katletmiş, nice ülke yönetimlerini darbeyle devirmiş ve nice ülkede isyan ve iç kargaşa çıkarmıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok; Afganistan, Irak işgalleri ve bu işgallerde katledilen masum sivil insanlar milyonlarla ifade edilmektedir.

Üstelik ABD’nin, 7 Ekim 2001’de Afganistan’da estirdiği insanlık dışı terörün asıl nedeni, ne insan haklarıdır, ne Afganlı kadınlara zorla giydirildikleri iddia edilen burkalardır ve ne de Usame bin Ladin’dir. Zaten bu gerekçelerin hiç biri ABD’yi ve ABD halkını çok fazla da ilgilendirmemektedir. Bu işgalin asıl nedeni ise, Afganistan’dan geçecek enerji boru hatlarının ihalesinin, ABD petrol şirketi olan Unocal’a değil de, Arjantin petrol şirketi Bridas’a verilmiş olmasıdır. Dolayısıyla Usame bin Ladin’in teslim edilmesi ya da edilmemesi veya Taliban’ın ülkeyi şeriatla yönetiyor olması ikinci, hatta sonuncu planda yer almaktadır. Şayet bu ihale ABD’li şirkete verilmiş olsaydı, büyük bir ihtimalle Taliban yönetimi halen iktidarda olacaktı. Bu takdirde de, ne Taliban’ın gericiliği (!), ne Usame bin Ladin teröristliği (!), ne de Afganlı kadınların burkaları gündeme gelecekti. Ama ihale ABD’li şirkete değil de, Arjantin’li şirkete verilince Afganistan’da insan hakları, kadınlara yapılan baskı ve burka giymeleri, Taliban’ın estirdiği iddia edilen terör(!) gündeme ge(tiri)lmiş ve bu çerçevede uluslararası kamuoyu oluşturulmaya çalışılmıştır.

Emperyal ülkelerin gerçekleştirdiği bunca teröre rağmen, kendi ülkelerini, tarihi ve kültürel zenginliklerini savunmak için ortaya çıkmak zorunda bırakılan İslami direniş hareketleri terörist olarak yaftalanmaktadır. Oysa ABD’nin –ve bölgedeki tetikçisi Siyonist İsrail’in- gerçekleştirdiği işgaller, tecavüzler, katliamlar ve daha da önemlisi insan onurunu çiğneyen, ayaklar altına alan Ebu Gureybler, Guantanamolar olmasaydı,  bu örgütlerin hiç birisi olmayacaktı. Dolayısıyla kendi halkının onurunu, şeref ve namusunu, ülke topraklarını, tarihi ve kültürel zenginliklerini savunan hiçbir örgüte –düşüncesi ne olursa olsun- terörist örgüt den(e)mez. Asıl terörist, Afganistan’da Şibirgan Cezaevinde, Cenk kalesinde, Mezar-ı Şerif’te, konteynırlarda içinde binlerce masum insanı, insanlık dışı yöntemlerle katleden, Afganistan’ı adeta ölüm tarlalarına dönüştüren, gecenin bir yarısında kapıları kırarak evlerin mahremiyetlerini çiğneyerek terör estiren ABD ve yandaşlarıdır.

Asıl terörist, eli kanlı istihbarat örgütlerinin düzmece belge ve raporlarıyla Irak’ı bir diktatörden, bir zalimden kurtararak adalet, özgürlük, seçimle iktidarların değişebileceği bir düzen getirme yalanlarıyla Irak’ı işgal ederek yaşanmaz hale getirenlerdir. Günlerce, aylarca hatta yıllarca süren işgal neticesinde gelişmiş, son model teknolojik ve ölüm kusan silahlarla Irak’ta üç milyon insan katledilmiş ve yüz binden fazla masum Iraklı kadına tecavüz edilmiştir. Ebu Gureyb’deki insanlık dışı tablo, cezaevlerindeki işkenceler, Nur Bacının feryadı emperyalist ABD’nin ve işbirlikçi ülke yöneticilerinin alnında ebediyen silinmeyecek kara –kapkara- bir leke olarak kalacaktır.

Dergimizin Temmuz sayısında da değindiğimiz gibi “ABD’nin, kendi ülkesinden binlerce km uzaklıktaki Afganistan’da, Irak’ta, Pakistan’da ne işi var? ABD işgali karşısında, binlerce, yüz binlerce insanı katledilen, tecavüze uğrayan, onurları ayaklar altında çiğnenen, namusları kirletilen Afganlılardan, Iraklılardan direnişten ve karşı koymaktan başka ne beklenebilirdi? Haziran 2014’de (12 Haziran’da) kaybolan üç vatandaşının (30 Haziran’da) öldürülmüş olmasından dolayı Filistin’de terör estiren, girmedik sokak, talan edilmedik ev bırakmayan, Hamas’ın önde gelen (meclis başkanı dahil) yöneticilerini tutuklayan, el-Halil’in etrafını kuşatan, Filistinlileri diri diri yakarak öldüren Siyonist İsrail’e kim sesini çıkarabilmiştir; BM mi, AB mi ya da bir başka uluslar arası kurum mu? Aslında bu ve benzeri diğer uluslararası kurumlardan bir beklentinin içinde olmak, dünyaya egemen olan küresel emperyal mantığı anlamamak anlamına gelir. Çünkü bu kurumların kuruluş amaçları, dünyaya egemen olan güçlerin, mazlum halklar üzerindeki sömürülerini, yağma ve talanlarını meşrulaştırarak yasal kılıf bulmaktır. Bu nedenle ölen ve öldürülenler Filistinli, Iraklı, Afganlı, Somalili, Orta Afrikalı ya da Arakanlılar olunca ya hiç ses yok, ya da çok cılız ses çıkarılmaktadır! Çünkü emperyal ve Siyonist güçler tarafından, bu topraklarda öldürülen, katledilen insanlar basit bir ‘savaş zayiatı’ olarak değerlendirilmektedir. Üstelik bu kadarla da yetinilmeyerek ülkelerini, ailelerini katliama karşı, tecavüze karşı korumak için mücadele edenler, terörist, vahşi, gerici, mürteci gibi -aslında kendilerine uygun olan- sıfatları bu insanlara yakıştırmaktadırlar.

İşte direniş örgütleri, emperyal ve Siyonist güçlerin gerçekleştirdikleri insanlık dışı bu katliamlardan dolayı ortaya çıkmışlardır. Zaten ABD ve yandaşlarının gerçekleştirdiği bu insanlık dışı işgaller, katliamlar olmasaydı IŞİD ve benzeri hiçbir örgütün taraftar bulması mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla asıl terörist, bütün Ortadoğu’yu, Asya’yı, Afrika’yı kana bulayan ABD, Filistin’de insanlık suçu işleyen Siyonist İsrail, Çeçenistan’da soykırımı gerçekleştiren Rusya, Doğu Türkistan’ı yaşanmaz hale getiren Çin, yer altı zenginlikleri için Afrika’da vahşet sergileyen Fransa, Almanya ve İngiltere’dir.

 

IŞİD, İŞGALLERİN, TECAVÜZLERİN, KATLİAMLARIN SONUCUDUR.

 

IŞİD Afganistan’da, önce Sovyetler Birliği, sonra da ABD işgaline karşı mücadele eden Ürdünlü Mus’ab ez-Zerkavi’nin 2003’de Irak’ta, ABD işgaline karşı ilk nüvesini oluşturduğu bir örgüttür. Bu nüve, 2003’de Tevhid ve Cihad (Cema’at el-Tevhid vel-Cihad), 2004’de Irak el Kaidesi (İki Nehir Arası El Kaide/Irak-Mezopotamya El Kaidesi), Ekim 2012’de Irak İslam Devleti, Nisan 2013’de Irak Şam İslam Devleti (IŞİD), şimdilerde ise sadece İslam Devleti (İD) adıyla faaliyet göstermektedir. Süreç içerisinde değişik isimler altında mücadele eden bu örgütü, ABD’nin, başta Irak olmak üzere İslam coğrafyasında gerçekleştirdiği insanlık dışı işgal ve katliamlar beslemiş ve geliştirmiştir.

ABD, Saddam’ın zulmünden kurtarmak, özgürlük ve adaleti getirmek, insanların güven ve huzur içerisinde yaşayacakları bir düzen oluşturmak için 20 Mart 2003’de Irak’ı işgal etmişti. ABD’nin bu işgali, 15 Aralık 2011’e kadar devam etmiştir. Bu süreçte Irak’ta güvenlik kalmamış, mezhebi çatışmalar artmış, her gün başkent Bağdat dâhil birçok kentin en kritik yerlerinde bombalar patlatılmış, Irak halkı daha da yoksullaşmış, petrol zengini ülkede benzin kuyrukları oluşmuş, kısacası Irak, ABD işgali süresince tam anlamıyla bir enkaza dönüşmüştür. Şu soruların tekrar tekrar sorulması lazım; ABD binlerce km uzaklıktaki Irak’ı niçin işgal etmiştir? ABD bu işgali, gerçekten Saddam diktatör olduğu, halkını ezdiği için mi gerçekleştirmiştir? Afganistan’da olduğu gibi Irak halkının da ezilmesi, Saddam’ın diktatör olması ABD için hiç önemli değildir. Çünkü bölgedeki diğer diktatörlükleri olduğu gibi Saddam’ın diktatörlüğünü de destekleyen, zulümlerine, katliamlarına göz yuman; Halepçe katliamını ve Enfal Operasyonunu, verdiği silahlarla gerçekleştirmesini sağlayan, hatta destekleyen ABD değil miydi? Saddam diktatörlüğünü İran üzerine saldırtarak 8 yıl boyunca savaştıran ve bu savaş süresince her iki ülkeyi de insanî, iktisadî ve siyasî olarak zayıflatan, güçsüz düşüren ABD ve yandaşı diğer emperyal ülkeler değil midir?

ABD 15 Aralık 2011 geride enkaz bırakarak Irak’tan çekildikten sonra bir başka enkaz daha bırakmıştır: O da Maliki enkazıdır. Irak bugün, ABD işgali ve sonrasında da Maliki yönetimi nedeniyle yaşanılmaz hale gelmiştir. Irak’ta güvenlik yok; gün geçmiyor ki bir yerlerde bazen bir, bazen birden fazla patlayan bombalarla onlarca Iraklı ölmesin. Irakta, iş yok; ekonomi allak bullak, sabahleyin işe diye çıkan bir Iraklının akşam eve dönüp dönmeyeceği belli değil. Anarşik olaylar, mezhebi çatışmalar Irak’ı yaşanılmaz hale getirmiştir. Bunun müsebbibi ise ABD ve onun Irak’taki işbirlikçisi Bedir Tugayları, Mehdi ordusu ve Maliki Hükümeti’dir.

Irak halkı işgalden önce mi, sonra mı daha güvenli ve huzurlu idi? Irak’ın yaşanabilirliği işgalden önce mi, sonra mı daha rahattı? Irak halkı iktisadi, siyasi ve sosyal olarak işgalden önce mi, sonra mı daha iyi bir konumda? Herhalde hiç kimse bu ve benzeri sorulara işgalciler de dâhil Irak’ın bugünkü durumunun Saddam döneminden daha iyi olduğunu söylemez, söyleyemez. Ne yazık ki, işgalci ABD ve Maliki’nin totaliter yönetimi, Irak halkını Saddam dönemini aratır hale getirmiştir. Peki, yalan ve düzmece belgelerle Irak’ı işgal ederek enkaza dönüştüren ve birçok üs inşa ettikten sonra da bu olup bitenlerin nedeni kendisi değilmiş gibi, bir kurtarıcı olarak çekip giden ABD’ye, bunların hesabı sorulmalı değil mi? Saddam, Kuveyt’i işgal ettiği zaman uluslararası güç oluşturarak Saddam’a gereken cezayı veren uluslararası hukuk niçin Bush ve neo-conlar yönetimindeki ABD’ye hesap sormuyor/soramıyor? Asıl terörizm bu değil mi? IŞİD’in, El Kaide’nin, Taliban’ın ve diğerlerinin yaptıklarını gören uluslararası irade niçin, ABD ve yandaşı emperyal ve Siyonist işgalci güçlerin işgallerine, katliamlarına sağır ve kör davranmaktadır?

İşte IŞİD, böylesine zulmün, şiddetin, baskının bütünüyle Irak halkını sarmaladığı bir süreçte gelişmiş ve palazlanmıştır. ABD işgaline, terörüne, gerçekleştirdiği bunca katliama ses çıkarmayanlar, üç maymunu oynayanlar, nedense IŞİD ve benzeri örgütlere ateş püskürmektedirler. Bu, ne kadar adil ve ne kadar insanidir? ABD, Irak’ta, Suriye’de IŞİD hedeflerini bombalarken, masum sivilleri katlederken, mevcut uluslararası hukuka göre saldırgan, bir başka egemen ülkenin topraklarını işgali anlamına gelmiyor mu?  Uluslararası hukuka göre BM üyesi bir ülkenin sınırları içinde bir operasyon yapabilmek için ya o ülkenin izin vermesi ya da BM Güvenlik Konseyi’nden onay alınması gerekmiyor mu? Türkiye’nin Suriye topraklarına girme ihtimaline karşı İran, Rusya tehditvari açıklamalar yaparken, niçin işgalci ABD’nin Suriye ve Irak’ta bir aya yakın zamandan beri gerçekleştirdiği terörist saldırılar için bırakın kınayıcı açıklama yapmayı BM Güvenlik Konseyi’ni bile toplantıya çağırmıyorlar? Neden? Konu IŞİD, El Kaide, Ahrur’u Şam olunca dünyayı ayağa kaldıran ikiyüzlü devletler ve çevreler, ABD’nin estirdiği barbarlık karşısında sesleri dahi çıkmamaktadır. Bu nasıl adalet, bu nasıl uluslararası hukuk?

IŞİD’in Suriye’de yaptıklarını ve İslami olmayan faaliyetlerini asla tasvip etmiyoruz. Müslüman gruplara karşı gerçekleştirdiği saldırıları İslam’la ve Müslümanlıkla bağdaştırmak mümkün değildir. Evet, IŞİD’in yaptıklarını kabul etmiyor ve bunu yüksek sesle dile getiriyoruz, peki ya ABD’nin bu topraklarda gerçekleştirdiği katliamları ve tecavüzleri niçin yüksek sesle gündeme getirmiyoruz! Bütün tv kanalları ve gazetelerin kamuoyunda oluşturdukları tek algı, IŞİD terörü ve kafa kesmeleridir. Peki ya ABD’nin Afganistan’da, Irak’ta attığı bombalar neticesinde enkaz altındaki küçücük bebeklerin kopan el ve bacaklarıyla, bedenlerinden ayrılan kafaları ya da duvarlara yapışmış vücut parçaları niçin gündeme getirilmiyor? IŞİD’in kafa kesme sayısı ile ABD’nin gerçekleştirdiği bombalamalar neticesinde bedenleri parçalanan o küçücük bebeklerin sayısı mukayese bile edilemez. Bunu söylerken IŞİD’in yaptıklarını haklı görüyor ya da gösteriyor değiliz.

Bu anlı şanlı tv kanalları ve gazeteler, niçin ABD’nin bu topraklarda estirdiği terörü gündeme getirmiyor? ABD terörünü gündeme getirmeyerek sadece IŞİD terörü deyip halkı yönlendirmeye çalışmak da terör değil midir? İşte tek taraflı olarak halklarda oluşturulmaya çalışan bu algılar, IŞİD ve benzeri örgütleri daha da güçlendirmektedir. Nitekim son günlerde IŞİD’e beş bin civarında yeni katılımın olduğu söylenmektedir. Ortadoğu halklarına “ABD ile mi yaşamak istersiniz, yoksa IŞİD’le mi? Ya da IŞİD’le mi yaşamak istersiniz, Siyonist İsrail’le mi? Veyahut IŞİD’le mi yaşamak istersiniz yoksa Maliki zihniyeti ile mi? -Bu sorular, Sisi ve diğer bölge diktatörlükleri için de sorulabilir.- sorularını sorsanız öyle zannediyorum ki, halkların kahir ekseriyeti, bu sayılan terörist ülke ve diktatörlüklerle yaşamaktansa IŞİD’le yaşamayı tercih edeceklerdir. Peki, Irak, Suriye ya da bir başka ülke yeniden şekillendirilirken, bu, neden bu ülke halklarına sorulmuyor? Çünkü alacakları cevap, bellidir! Nitekim geçmişte yapılan bir ankette, Ortadoğu halklarının sevmedikleri ülkelerin başında ABD ve Siyonist İsrail gelmekteydi. Bu, bugün de değişmemiştir.

Suriye_Kobani_v2

 

PKK DA, PYD DE ELİ KANLI TERÖR ÖRGÜTLERİDİR

 

PKK, kuruluşundan bu yana yerel ya da dış güçlerin ve onların istihbarat örgütlerinin tetikçiliğini yapmıştır. PKK’nın kuruluş aşamasında Abdullah Öcalan’ın MİT ve (MİT görevlisi Ali Yıldırım’ın kızı Kesire Yıldırım’la evliliği) Özel Harpçi Pilot Necati ile ilişkileri sonucunda doğu ve güneydoğu’da kendisinin dışında hiçbir Kürt örgütü bırakmamıştır. Daha sonra da başta Suriye istihbaratı olmak üzere birçok ülkenin istihbaratının kucağına düşmüştür.

PKK, Türkiye’de, 15 Ağustos 1984’de Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla silahlı mücadeleyi başlatmıştır. O dönemlerde ve daha sonraki dönemlerde Abdullah Öcalan’ın Türkiye derin devleti ile olan ilişkileri ve özellikle de 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye bir paket halinde teslim edildikten sonra Özel Harpçi/Ergenekoncu komutanlarla kurduğu ilişkiler Türkiye’deki terörün seyrini belirlemiştir. PKK terörü, on binlerce insanın katledilmesine ve milyarlarca dolar zarara neden olmuştur. Bu terör nedeniyle, Türkiye’nin belirli bir bölgesi yaşanan iç savaş nedeniyle yaşanamaz hale gelmiştir.

PKK, 1984’den bu yana gerçekleştirdiği silahlı mücadele ile ne özerlik, ne de bir alan hâkimiyeti elde edebilmiştir. En son Şemdinli denemesi de hüsranla sonuçlanmıştır. PKK’nın Türkiye’de, Ağustos 2012’de, Suriye rejiminin PYD’ye bıraktığı ağır silahlarla (doçkalar) Şemdinli’de alan hâkimiyeti için giriştiği saldırının akamete uğraması üzerine barış görüşmelerini kabul etmek zorunda kalmıştır. 2008’de Oslo’da başlayan gizli görüşmelerin tutanaklarının basına yansıması bu görüşmeleri sekteye uğratmışsa da özellikle Erdoğan’ın Aralık 2012’de “İmralı ile doğrudan görüşülüyor” açıklaması ile tekrar ivme kazanmış ve bu, toplumda da kabul görmüştür. Böylece adına şimdilerde çözüm süreci denen süreç resmiyet kazanmış ve karşılıklı görüşmeler yoğunlaşmıştır. Nitekim toplumda oluşan iyimserlik ortamı, BDP heyetinin ilk kez İmralı ile 3 Ocak 2013’de görüşmesi, 21 Mart’ta Öcalan’ın silah bırakma mesajının Sırrı Süreyya Önder tarafından Diyarbakır’da kitlelere okunması ve 23 Mart’ta PKK tarafından ateşkesin ilan edilmesi, Türkiye’de Kürt sorunu bitiyor tarzında iyimser bir havanın oluşmasına neden olmuştur.  Daha sonra Murat Karayılan’ın 8 Mayıs 2013’de PKK’lıların sınır dışına çekileceğini ve bu çekilmenin 3 ay içerisinde tamamlanacağını açıklaması toplumda özellikle de Doğu ve Güneydoğu’da bu iyimser havanın artmasına neden olmuştur. Ancak PKK, her zaman olduğu gibi bu sefer de fırsatçı davranmış ve içeride savaşamayacak konumda olan hasta ve yaşlıları çıkarmış geri kalanları ise içeride tutmaya devam etmiştir. Erdoğan ve diğer yetkililer yaptıkları açıklamalarda dışarı çekilmenin ancak %15-20 civarında olduğunu söylemişlerdir. Ekim 2013’de Genç Birikim’de yazdığımız bir yazıda;

“PKK/KCK, halkta taban bulmak ve kadrosuna yeni elemanlar kazındırmak için bu süreci çok iyi değerlendirmiştir. Nitekim AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu 2 Temmuz 2013 tarihinde yaptığı açıklamada terör örgütü PKK’nın çözüm sürecinin başından bu yana 2200 genci dağa çıkardığını söylerken[8], Siirt Valisi Ahmet Aydın ise 23 Temmuz’da yaptığı açıklamada terör örgütüne sadece Siirt’ten 100 kişinin, genel de ise 2500 kişinin katılımının gerçekleştiğini söylemesi, PKK’nın çözüm sürecini nasıl kendi lehine kullandığını açıkça göstermektedir. Nitekim terör örgütünün bölgedeki uyuşturucu operasyonlarını engellemeye çalıştığı, baraj ve karakol inşaatlarının durdurulması için provokatif eylemler düzenlediği, şantiyeleri basarak adam kaçırdığı, işyerlerini ve iş makinelerini kundaklamaya devam ettiği birçok olay yaşanmıştır. Örgütün süreç kapsamında bölge kırsalında çözüm çadırı, barış nöbeti çadırı, protesto yürüyüşleri, cenaze törenleri, dağ şenlikleri ve çeşitli kültürel etkinlikler adı altında propaganda amaçlı faaliyetler düzenlendiği, teröristlerin silahlarıyla birlikte bu faaliyetlere iştirak ettiği ve halkı yönlendirdiği görülmüştür. Terör örgütünün halkı bu faaliyetlere katılmaya zorladığı, esnaflara kepenk kapattırdığı ve faaliyetlere katılmak istemeyen vatandaşları ise tehdit ettiği bilinmektedir. PKK/KCK terör örgütünün çözüm süreciyle birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da elde ettiği serbestliği sınır dışına çekilmek için değil bu bölgelerdeki devlet otoritesini ortadan kaldırmaya yönelik kullandığı, dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” stratejisi doğrultusunda teşkilatlandığı ve hazırlık yaptığı gözlenmektedir. Bölgede yol keserek kimlik kontrolü yapan, sözde savunma ve asayiş birlikleri tesis eden, bölgedeki esnaf ve işadamlarından haraç toplamaya devam eden, vergi adı altında ihalelerden pay almaya çalışan ve bölgedeki vatandaşlar arasındaki ihtilafları KCK mahkemelerinde yargıya taşıyan terör örgütü, çözüm süreciyle birlikte Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki varlığını giderek kamu otoritesine dönüştürmeye çalışmaktadır. Örgütün çözüm sürecinin sonunda bu bölgelerin PKK/KCK’ya devredileceği yönünde halka telkinde bulunduğu, halkı örgütle işbirliğine teşvik ettiği, kendisini destekleyen kesimleri silahlandırmaya başladığı, kurulacağını öne sürdüğü özerk bölgede istihdam vaadiyle gençleri ve çocukları dağa çıkardığı, korucuları tehdit ettiği ve güvenlik güçlerinin bölgeyi terk etmesi gerektiği yönünde söylemler geliştirdiği müşahede edilmektedir. Bütün bu emareler, terör örgütünün dağ kadrosunu güçlendirmeye çalıştığına, dağdaki silahlı güce dayalı “devrimci halk savaşı” hazırlığı yaptığına ve bu süreci sivil itaatsizlik temalı kitlesel halk hareketleriyle başlatabileceğine işaret etmektedir.”

Bu anlatılanlar, PKK/KCK’nın, çözüm sürecinde nasıl fırsatçı davrandığını, bir taraftan çekiliyorum derken, diğer taraftan ise ‘devrimci halk savaşı’nı başlatmak için toplumsal taban oluşturmaya nasıl hazırlandığını açıkça göstermektedir. Bir taraftan da, dediklerim yapılmazsa ‘süreci’ bitiririm türünden hükümeti tehdit edecek açıklamalar yapılmasına neden olmuştur. Bu tarz ilk açıklama 2013’de, ‘hükümetin Ekim ayına kadar adım atmaması halinde ateşkesin bozulacağını’ söyleyen Öcalan’dan gelmiştir. Bu açıklamayı, KCK Eş Başkanı Cemil Bayık’ın daha sert açıklaması izlemiştir. Bayık hükümeti tehdit ederek Öcalan istekleri yerine getirilmezse, “sürecin askıya alınacağını, bunun için de gerillanın geri çekilmesinin yavaşlatılmasından tutun da çekilmenin durdurulmasına, bütün Türkiye’ye yayılan serhıldanlardan, görüşmelerin durdurulmasına, Kürdistan’ın diğer parçalarında AKP politikalarına karşı siyaset geliştirilmesine kadar daha akla gelmeyen birçok yol ve yöntemin geliştirilebileceğini, ancak silahlı mücadelenin ise şu an düşünülmediği” şeklinde bir açıklama yapmıştır.

Öcalan dâhil PKK/KCK yöneticilerini bu kadar pervasızca açıklama yapmaya yönelten şey nedir? PKK/KCK yöneticilerini cesaretlendiren olayların başında çözüm sürecini kendi lehlerine çok iyi değerlendirerek bir fırsata dönüştürmüş olmalarıdır. Zaten PKK/KCK, fırsatçı, pragmatist, ilkesiz bir örgüttür. Çözüm sürecinde böyle davranmasının nedeni de fırsatçı ve pragmatist olmasından kaynaklanmaktadır. Öcalan’ın paketlenip Türkiye’ye getirildiğinde yaptığı konuşma da bunu açıkça göstermektedir.

Hükümet, çözüm sürecinde terör eylemlerinde bulunanlara yönelik operasyonları durdurmuş, PKK’lıların halkı rahatsız eden, yol kesen, haraç toplayan, şantiye basarak araçları yakan, işçileri kaçıran türden eylemlerine göz yummuştur. Bu ise, PKK’yı daha da cesaretlenmiş, eylemlerini daha da yoğunlaştırmış ve böylece kendisine geniş bir taban oluşturmuştur. Bu süreçte silahlı milisler oluşturulmuş, devlet otoritesi zaafa uğratılarak otorite PKK’lı milislerin eline geçmiş gibi görüntü verilerek halk sindirilmiştir. Ayrıca PKK’lı teröristler dükkân dükkân, ev ev haraç/vergi toplamaya başlamış, direnenler ya dağa kaldırılmış ya da şehir merkezlerinde oluşan KCK mahkemelerinde yargılanarak cezalandırılmışlardır. Asker ve polis gibi güvenlik mercilerine yapılan şikâyetler, çözüm süreci vardır diye dikkate alınmamıştır. Kasaba ve ilçelerden PKK zulmünden şehir merkezlerine göç etmek zorunda kalanlar, şehir merkezlerinde de gördükleri zulüm neticesinde buraları da terk ederek batı illerine göç etmek zorunda bırakılmış olmalarına rağmen güvenlik güçleri gerekli tedbirleri almamıştır ya da alamamıştır.

Hükümet, PKK’yı/BDP’yi muhatap almakla, PKK’yı Kürtlerin tek temsilcisi konumuna getirmiştir. PKK da bunu çok iyi değerlendirmiş ve bölgenin tek egemen gücü olarak kendisini görmüş ve göstermiştir. Kobani dolayısıyla gerçekleşen kalkışma sıradan basit bir kalkışma olmayıp, KCK/PKK gücünü ve halkı sokağa dökmedeki etkinliğini test etme girişimi olarak değerlendirilmelidir. Bu, aslında uzun zamandan beri yapılan hazırlıkların bir sonucudur. Bölge halkının gördüğü ve hissettiği bu hazırlığı hükümetin ve hükümetin emrindeki istihbarat ve güvenlik güçlerinin görmemesi mümkün değildir. Erdoğan ve Davutoğlu, 6 Ekim akşamı başlayan ve onlarca ile yayılan terör eylemlerinde, yağmalamalardan ve ölüm olaylarından dolayı PKK’yı, BDP’yi topa tutmakta ve suçlamaktadır. Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Başbakan Davutoğlu da, bu suçlamaları yapmakta çok geç kalmıştır. Çünkü halkın bunca şikâyetine ve feryadına kulağını tıkayan hükümetin, şimdi kükremesinin çok fazla bir anlamı yoktur. Hükümet ya da genel anlamda yetkililer çocuklar dağa kaçırılırken, şantiyeler basılırken,  Demirtaş gençleri savaşa çağırırken, yollar PKK’lı teröristlerce kesilirken, silahlı milisler Cizre’de, Nusaybin’de, Şemdinli’de, Van’da ve diğer yerlerde pervasızca dükkânları yağmalarken, okulları, camileri, öğrenci yurtlarını yakıp yıkarken, halk ve bölge sivil toplum kuruluşları feryat ederken kükremeleri ve önlem almaları gerekirdi. Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hiçbir başörtülü ve sakallı Müslüman yoktur ki, PKK teröristlerinin sözlü tacizlerine uğramış olmasın. Bunu yetkililerin ve hele Erdoğan’ın duymaması, bilmemesi mümkün mü? Eğer duymamış ya da bilmiyorsa, olay daha da vahim demektir.

PKK, PYD kısacası bütünüyle KCK teröristleri, IŞİD karşısındaki yenilginin hazımsızlığını yaşamaktadırlar. Kahraman bilinen, baş edilemez bir güç olarak lanse edilen bu teröristler, IŞİD karşısında tam anlamıyla bir hezimet yaşamışlardır. Cemil Bayık, bu hezimetin nedenini, “Biz dağ şartlarında savaşmaya alışığız. Şimdi düz ovada savaşıyoruz” şeklinde izah etmeye çalışmıştır, ama mızrak çuvala sığmamıştır. Türkiye’de aklı başında olan herkes Kobani dolayısıyla şehirleri savaş alanına çeviren bu teröristlere erkekseniz gidin IŞİD’e karşı savaşın seslerini yükseltmiştir. Çeşitli illerden otobüslerle 3000 civarında PKK’lı Suruç’tan sınırdaki telleri yıkarak Kobani’ye doğru yürümüşler, ancak kısa bir süre sonra geri dönmüşlerdir. Niçin geri döndüler, madem yiğitler, tel örgüleri bile yıkarak içeri giriyorlar, peki neden geri dönüyorlar? Onlar ancak masum savunmasız halka, çocuklara ve bebeklere güç yetirirler. İçeri kadar girmişken, Kobani’ye de yaklaşmışken neden IŞİD’le karşılaşmadan, savaşmadan korkudan geri dönmüşlerdir. Evet, IŞİD’in karşısında tutunamayan KCK/PKK’nın tılsımı bozulmuş, büyüsü çözülmüş ve tam anlamıyla bir hezimet yaşamıştır. Bunu gizlemek için, hezimetlerinin üzerine örtmek için içeride olay çıkararak kendilerinin hala güçlü olduklarını göstermeye çalışmışlardır, ama nafile! Her şey bölge halklarının gözlerinin önünde açık seçik gerçekleşmiştir.  KCK/PKK/PYD ne derse desin, artık hiç kimse inanmayacaktır. IŞİD karşısında ABD’nin kucağına oturmuşlar onlardan medet beklemektedirler. Zaten işgalci ABD olmasaydı, şimdiye çoktan Kobani de düşmüştü, Erbil de düşmüştü.

 

PYD ve KOBANİ

 

PYD (Demokratik Birlik Partisi), PKK tarafından 2003 yılında kurulan bir terör örgütüdür. Suriye’de faaliyet gösteren 15-16 Kürt partisinden birisidir. Ancak silahlı güce sahip tek partidir. 15 Mart 2011’de Suriye’de halk ayaklanması başladığında Esad rejimi ile birlikte hareket etmiş, hatta bu nedenle Esad rejimine karşı çıkan, gösteri yapan Kürtlere saldırmış Mişel Temo başta olmak üzere birçok Kürt liderini ya öldürmüş ya da yaralamıştır. Erbil’de 12 Temmuz 2012’de yapılan toplantıda diğer Kürt partileri ile birlikte hareket etme, oluşturulan üst çatı Kürt Yüksek Konseyi’nin emri dışında hareket etmeme anlamında antlaşma yapılmasına rağmen, PYD bu sözünde durmamıştır. 19 Temmuz 2012’de taktik gereği Esad, Kürt bölgesinde bazı kentleri, silahlarıyla birlikte PYD’ye bırakınca, PYD, Kürt Yüksek Konseyi’ne danışmadan bu kentlerde kendi bayrağı ile Öcalan’ın posterlerini asmış ve milis güçlerini de bu kentleri korumak için görevlendirmiştir. Bu durum, hem diğer Kürt partilerini, hem de bu kentlere yönelik saldırılarını yoğunlaştıran ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) dahil Suriye muhalefetinin işine gelmemiştir. PYD de, tıpkı PKK gibi fırsatçı, pragmatist ve İslam düşmanıdır. Nitekim PYD’nin eş başkanı Salih Müslim’le Taraf gazetesinde Amberin Zaman adlı gazetecinin 20 Temmuz 2013’de yaptığı röportajda “şeriata karşı savaştıklarını” söyleyerek İslam’a karşı düşmanlığını açıkça göstermiştir.

PYD, Türkiye’nin öne sürdüğü üç şartı kabul etmediği için görüşmeler kesilmişti. Bu üç şart;

  • PYD’nin Esad rejimiyle işbirliği yapmaması,
  • PYD’nin Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler’e katılması,
  • Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek faaliyetler içinde olmaması ve özerklik ilanında bulunmaması,

şeklindeydi. PYD tarafından bu şartlar kabul edilmediği için görüşmeler de kesilmiş ve PYD, Türkiye aleyhinde bir takım girişimlerde bulunmuştu. Bu girişimlerin en önemlisi PYD’nin, Ocak 2014’de, Cezire, Afrin ve Kobani olmak üzere üç kanton oluşturması ve bu kantonlardan Cezire’de demokratik özerklik ilan ederek geçici hükümet kurması olmuştur. Kamışlı ve Haseke şehirlerini içine alan Cezire bölgesi, işlenebilir petrol rezervi bakımından Suriye’nin en zengin bölgesi olarak biliniyor. PYD öncülüğünde oluşturulan sözde yasama meclisi, ocak ayı başında Amude şehrinde toplanarak bir anayasa hazırlamış, buna göre Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı Cezire, Kobani ve Afrin bölgeleri 3 ayrı kantona ayrılmıştı. Cezire’den sonra diğer iki kantonun da aynı yolu izleyerek demokratik özerkliklerini ilan edecekleri ve geçici hükümeti kuracakları belirtiliyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu yöndeki girişimleri “ateşle oynamak” olarak nitelendirerek “Bu adımlar ne Türkiye, ne Suriye’nin komşuları ne de dünya tarafından meşru görülmez, görülemez.” demişti.

Kobani, neden IŞİD ve PKK/PYD/HDP için bu kadar önemlidir? Türkiye’nin Akçakale karşısındaki Telabyad, Gaziantep’teki Karkamış karşısındaki Carablus, Kilis’teki Çobanbey’in karşısındaki er-Rai kapıları IŞİD’in elindedir. Suruç ile Kobani arasındaki Mürşitpınar kapısı da IŞİD’in eline geçse ya da PKK/PYD/HDP elinde kalsa ne olur? Kobani stratejik bir öneme sahiptir ve diğer kantonun yani batıdaki Cezire ile doğudaki Afrin’in tam ortasında bulunmakta; dolayısıyla stratejik ve psikolojik önemi yüksektir. Kobani’nin düşmesi, diğer iki kanton arasındaki bağın kopması anlamına gelmektedir. Kürtlerin yüzyıllardır Kobani olarak andığı bölge, iç savaştan önce Kürtlere vatandaşlık hakkı tanımayan Suriye yönetimi tarafından Ayn el-Arab (Arap Pınarı) olarak adlandırılmıştı. IŞİD ise kenti ele geçirmesi halinde ismini ‘Ayn el İslam’ (İslam Pınarı) olarak değiştireceğini duyurmuştur.

IŞİD bir taraftan Irak’ta, bir taraftan Suriye’de çeşitli cephelerde savaşırken neden Kobani’ye yönelmiştir? Eğer, Suriye’de bir yılı aşkın süredir IŞİD’in kontrol ettiği Rakka, ABD liderliğindeki uluslararası terör koalisyonu tarafından vurulmamış olsaydı, bu kadar güçlü bir şekilde Kobani’ye yüklenmeyecekti.  Uzmanlar, bu saldırıların ardından örgütün militanlarını Rakka’dan batıdaki Kobani’ye kaydırdığını belirtiyorlar. Ayrıca Kobani’nin IŞİD’in eline geçmesi, sadece PKK/PYD/HDP’nin gücünü kırmak anlamına gelmez, aynı zamanda Rakka vilayetiyle bağlantı kurması ve Rakka’dan sonraki ilerleyişin de daha kolay olması anlamına gelir. Ayrıca Türkiye ile Mürşitsınır kapısından dolayı bir sınırı daha olacak ve hareket alanı da daha artmış olacaktır.

KCK/PKK/PYD/HDP’nin IŞİD dolayısıyla sıkıntısını anlamak mümkün, peki ya diğerlerine ne oluyor? Düne kadar bebek katili, terörist başı dedikleri bir kesime şimdi neredeyse kurtarıcı gözüyle bakmaktadırlar. Konuşmalarında, yazılarında, demeçlerinde ‘IŞİD teröristleri PYD/YPG güçleri’ ifadesini kullanmaktadırlar. Bu ne aymazlık, bu ne akıl tutulmasıdır anlamak mümkün değildir. Sadece Erdoğan, İslâhiye’de Suriyeli mültecilere konuşurken “Bizim için IŞİD neyse PKK da odur” diyebilmiştir. Bu da yanlıştır ama hiç olmazsa PKK’nın teröristliğini tekrar gündeme getirmiştir. Yanlıştır, çünkü yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız gibi IŞİD, ABD terörü neticesinde ortaya çıkmış bir örgüttür; hataları var, yanlışları var. Ama herhalde ‘IŞİD’le PKK’yı ya da IŞİD’le ABD’yi/Siyonist İsrail’i aynı görmek doğru olmaz. Ama IŞİD’le Suriye’de Esad rejimine karşı mücadele eden İslami grupları da aynı görmek doğru olmaz. IŞİD’in halifeliğini ilan etmesi, tekfirci mantığı gereği kâfir diye nitelendirdiği kimseleri öldürmeye kalkışması asla kabullenilemez.

IŞİD

Sonuç olarak;

KCK/PKK/PYD/HDP, içerideki ve dışarıdaki uzantılarıyla eli kanlı terörist bir örgüttür, bu asla unutulmamalıdır. Çözüm süreciyle daha da güçlenmiş ve devlet içinde paralel bir devlet yapılanması oluşturmuştur. Dolayısıyla Kobani’de PYD’ye yardımcı olmak, aynı zamanda PKK’ya yardımcı olmak anlamına gelir. Bu ise, Türkiye’de estirdikleri terörü desteklemek, teşvik etmek anlamına gelir.

PKK/PYD, Suriye’de Esad rejimi ile birlikte hareket etmiştir. Bu birlikteliğin gereği olarak PYD hem diğer Kürt gruplarına, hem de Esad diktatörlüğüne karşı savaşan muhalif gruplarla savaşmıştır. Esad da bunun karşılığında Kuzey Suriye’de yani Batı Kürdistan’da bazı kentleri 19 Temmuz 2012’de PYD’ye bırakmıştır. Dolayısıyla PYD, sadece rejim muhaliflerinin değil, aynı zamanda Batı Kürdistan’daki Kürtlerin de düşmanıdır.

ABD ve onun öncülüğünde oluşan koalisyona Türkiye’nin asla katılmaması, Türkiye’deki hiçbir üssün kullanımı için izin vermemesi Türkiye’nin ve dolayısıyla bölge ülkelerinin yararınadır. Çünkü içinde yaşadığımız bölge başta olmak üzere Ortadoğu’yu terörize ederek istikrarsız hale getiren yegâne güç ABD ve yandaşı diğer emperyal ülkelerdir. ABD terörü olmadan, Mısır’da Mursi’ye karşı darbe yapılması, Filistin’de de Müslümanlara karşı Siyonist İsrail’in katliam gerçekleştirmesi mümkün olmazdı.

Suriye’de Esad rejiminin bu kadar yönetimde kalarak yüz binlerce masum insanı katletmesinin arkasındaki güç de yine ABD ve diğer emperyal güçlerdir. Eğer bugün ABD isteseydi, Rusya’yı da, Çin’i de ikna ederek bu kirli savaşı da, Esad canavarını da durdurabilirdi.

Türkiye, hem PYD’ye yardım eder, hem de ABD ile birlikte hareket ederse, bu, tarih boyunca alnından silinmeyecek kara bir leke olarak kalacaktır. Çünkü bölgenin bu hale gelmesinin tek nedeni ABD ve onun Irak’ta (Maliki, Bedir Tugayları ve Mehdi ordusu)  ve Suriye’deki (PYD) işbirlikçileriyle estirdiği terördür.  Bu asla unutulmamalıdır.

 

NOT: Bu yazı Genç Birikim Dergisinin Ekim 2014 sayısında yayınlanmıştır.

 

 

GRUBA KATIL