Sözlerin en güzeli, Allah’ın Kitabı Kuran;
yolların en güzeli, Muhammed’in yoludur.
(Buhari, Müslim)
GİRİŞ
Peygamberimizin 23 yıllık nübüvvet görevinin 13 yıl kadarı Mekke’de geçmiştir. Bu süre boyunca inen vahyin ana konusu, Allah’a ve ahiret gününe iman olmuştur. Hazreti Peygamber, bu sayede farklı gündemler oluşturulmaya çalışılsa bile Allah ve ahiret merkezli davet metodu ile gündemin değiştirilmesine ve gürültüye getirilmesine asla izin vermemiştir.
Allah Rasulü’nün daveti ve davet metodu açıkça göstermiştir ki, Mekke müşrikleri “Allahsız” ve “ahiretsiz” bir gündem oluşturamayacak ve korkularıyla yüzleşeceklerdir.
Miladi 7. Asır, en büyük sınavını iman üzerinden vermişti. Önceki yüzyıllar da öyle. 21. Asır, acaba sınavın neresinde? Detaylı bir rapora hiç de gerek yok. Dünya nüfusunun yaklaşık 4/5’ini oluşturan “Allahsız” ve “ahiretsiz” toplumlar yanında; Allah’a ve Ahiret gününe nasıl ve ne kadar iman ettikleri tartışılabilecek İslam toplumlarının “Mekke Dönemi” gündeminde takılıp kaldıkları net bir şekilde gözlemlenebilmektedir.
“Mekke”sinde imanını bulamamış İslam toplumları, “Medine” gündemli zamanlarda zavallı ve acınacak haldedir. Cahiliyenin her renginin görüldüğü bu dönemde iman edildiği iddia edilen Allah; evlere, okullara, ticarethanelere, siyasete, yediğimize, içtiğimize, giydiğimize, kısaca tarz-ı hayatımıza müdahale etmeyen/edemeyen bir Allah olmuştur. Sadece bir top etrafında stadı ve tv’si ile milyonlar bir araya gelip kendinden geçebilirken; aynı coşku ve ruh, mesela Filistin’de şehid edilen kardeşlerimiz için gösterilmemektedir.
Küfür ve şirk toplumu da olsa, gaflet ve dalalet içinde İslam toplumu da olsa; cahili boya ile kimyası bozulmuş ve yaratıcısından kopmuş toplumlara vahiy, iman dışında başka bir sorumluluk yüklemez. Cahiliyenin olduğu yerde gündem akidedir; yani Allah ve ahiret günüdür.
Seyyid Kutub’a göre “La İlahe İllallah” hakikatinin ne demek olduğunu çok iyi anlayan 7. asır müşrikleri, bu hakikatin bütün sahte güç merkezlerini yıkıp mutlak hakimiyet anlamında “uluhiyet”in Allah Teala’ya verilmesi anlamını taşıdığını fark etmişlerdir.
Peki, vahiy neden koca bir toplumu karşısına alarak, davetin yönteminde akideyi esas almıştır?
DAVET
Allah’a ve Ahiret gününe imana çağırdığımız insanlara, Allah’ın müdahale etmediği veya ettirilmediği yol ve yöntemlerle yaklaşmak; bu tarz bir metod takip etmek, çağrının özüne ters düşmek demektir.
Seyyid Kutub, davetin temelinin akide merkezli, iman yapılı metod olduğunu belirttikten sonra şu soruyu sorar: Bu çağrı, neden bu meseleyle başladı? Neden Allah’ın arzusu, bu çağrının akide sınavı ile yüzleşmesi yönünde oldu?
Seyyid Kutub, bu kendi sorusuna 3 aşamada, davetin şeklinden ve metodunda niçin taviz verilmediğinin açıklamasıyla cevap verir. Buna göre Allah’ın vaz’ettiği nebevi yöntemin dışında da gayrimüslimlerle ilişkiler kurulabilir; davet, günün şartlarına göre istenildiği gibi yürütülebilirdi. Ama öyle olmadı.
Peki, Hazreti Peygamber için nebevi yöntemin dışında hangi seçenekler vardı?
1- Arap Birliği İçin Arap Milliyetçiliği
Dönem itibariyle Araplar, kuzeyde Roma’nın; doğuda ve güneyde ise İran Sasani iktidarının sıkıştırdığı Hicaz, Tihama ve Necid’de; susuz çöllerde ve birbiriyle ilişkisi neredeyse kopuk vahalarda hâkimdiler. Hatta Roma ve İran, bu bölgeleri ele geçirmek şöyle dursun, doğru düzgün ilgi bile göstermemişlerdir.
Arap kabileleri arası bitmez tükenmez ve anlamsız savaşların devam ettiği bu süreçte, dağınık ve başıboş kabile yapısında Arapları, “Arap” ekseninde toplayıp birlik oluşturmak; kendini çocukluğu ve gençliği itibariyle ispat etmiş el-Emin Muhammed için hiç de zor değildi.
Arap birliğini sağlamış ve iktidarı ele geçirmiş bir peygamber, nübüvvetinin gereğini artık ortaya koyabilecek, Allah’a ve ahiret gününe davet çalışması yapabilecektir.
Fakat davetin seyri böyle değildir. Allah Teâlâ, dünyayı Roma ve Fars zulmünden kurtarıp yerine Arap zulmünü hâkim kılacak değildir. İslam’ın iktidarı, tüm ırkların ve renklerin üstünde bir hakikate sahiptir.
Modern dönem İslam daveti için kaçınılması gereken en önemli hususlardan biri, ırkçı söylemdir. İslam, bu yönlü her yaklaşımdan beridir. Davetin hiçbir aşamasında Türk, Kürt ve Arap şovenizmine yer yoktur.
Türkiye’de, özellikle Türk ve Kürt Müslümanlar üzerinde oynanan en büyük oyun; Türk/Kürt mağduriyetlerinin sermaye yapılarak karşıt cepheleşmeye götürülmesidir. PKK terörünün Türk ırkçılığına meydan vermesi ne kadar acı ise sistemin, emperyal isteklere alet olan “Türk Devletçi” tavırlarının da Kürt ırkçılığına meydan vermesi o kadar acıdır. Hatta Kemalist/Şamanist Türk duruş ateist, zerdüşt (!) Kürt terörüne bu coğrafyada savaş açmış; Türkiye Müslümanları bu iki taraftan birinde mevzilenmeye, saf tutmaya davet edilmiştir. Ne yazık ki Türk için de Kürt için de İslam seçeneği IŞİD üzerinden kelle ve kan edebiyatı yapılarak zayıflatılmış ve buharlaştırılmıştır.
1 Kasım 2015 genel seçimlerinde 48 milyon oyun % 12’sini MHP, % 11’ini HDP almıştı. Toplamda % 23’lük yaklaşık 10 milyon Türkiye vatandaşının bahsettiğimiz olumsuz havayı teneffüs etmekten kaynaklanan düşünce kabızlığı çektiği anlaşılmaktadır.
Türk için de Kürt için de 14 asırlık İslam ve tecrübesi yok sayılır ve zalim ellerden acı reçeteler şifa dağıtırsa, Müslüman Türk ve Kürt halkına akidesine sahip çıkmak düşer.
Türk olduğunu gençlik yıllarında Kürt kardeşleri ile tanıştıktan sonra fark eden ben fakir için 25-30 yılı bulan bu süreçte hamdolsun hiçbir şey değişmedi. İmanının ve İslamının hakim olması için gayret ederken hiçbir zaman kendisini Türk olarak tanımlamadı. Bir Arap Peygamber’e Kürt ve Arap kardeşleriyle birlikte iman edip, ümmet birliği projesi için nefes alıp veren bir Müslüman olmak kendisi için yeterli oldu.
Allah’a ve ahiret gününe iman merkezli İslam toplumunda ırklar inkar edilmemektedir. Bununla birlikte ırkların bu toplum içinde karşıt tavırlar geliştirmesine izin de verilmemektedir. Öyleyse bu İslam toplumunu oluşturma yolunda ırkçılığın hiçbir rengine de, yorumuna da davet ve projenin hiçbir aşamasında yer yoktur.
“Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerinde üstünlüğü olmadığı gibi, beyaz tenlinin siyah üzerinde siyahın da beyaz tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Allah katında en kıymetli olanınız ondan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.” (Veda Hutbesi’nden…)
2- Zulme Karşı Sosyal Adalet
Dönem itibariyle müşrik Araplar, şehir devletlerinde zenginin ve dolayısıyla güçlünün hâkim olduğu soylu/aristokrat idarelerin yönetimindeydi. Orta ve alt sınıflara, itaatten başka bir yol kalmıyordu.
Zengin ve güçlü, sermayesini bulunduğu ortamın pastasından en büyük payı almasına borçludur. Tabii, zenginin pastadan büyük payı alması ile fakirin küçük paya razı olması; zenginin gücünü ve zulmünü sergilemesiyle mümkün olacaktır.
Sermaye sahiplerinin tarlasında, fabrikasında ve her türlü işinde çalışmak, sermaye sahibine olası itirazın engellenmesi ve sesin basılması anlamına gelmektedir. Bu anlamda hiç kimse yemek yediği kaba pislemek istemez (!). Sermaye, güç ile birleşip iktidar olduğunda zulmü sindirmek sessiz yığınların mesleği haline gelir. Eğer Allah Rasulü, davetinde sosyal ve ekonomik haklar temelli bir yaklaşım sergileseydi çağrısı büyük yankı bulur, bu yolla elde edilecek kazanımlar Allah’a giden yolda kanalize edilebilirdi.
Fakat Hazreti Peygamber’in Mekke’de daveti, sessiz çoğunluğun üzerine sosyal adalet ve haklar üzerinden oynamak şeklinde gelişmemiştir. Çünkü Allah’ın iradesinin karışmadığı haklar ve kazanımlar İlahi rızaya ne kadar uygun olacaktır? Fakirin, garibanın pastadan daha büyük pay alması ne kadar haktır, ne kadar adalettir? Refaha kavuşan kitleler, İslam toplumunu oluşturacak savaşımı ne kadar verebilecektir?
Bu sorular çerçevesinde akide, yani Allah’a ve ahiret gününe koşulsuz iman, kitlelerin sosyal ve ekonomik haklarını belirleyeceğinden; tersine bir hareket metodu ile sosyal haklar ve ekonomik kazanımlarla Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş İslam toplumuna ulaşmak, İlahî iradenin dışında çalışmak ve oyalanmak anlamına gelecektir.
Müslümanların, bugün sistemin merkezine yaklaşarak, sistemin istediği davranışlarla elde ettiği kazanımları sorgulamaları gerekir. Başörtüsü, sakal, İmam Hatipler, camiler, Kur’an Kursları vb. tüm İslami görünümlü kazanımlar sistemin, paradigma değişikliği sonrası Müslümanlara ikramıdır. Bu ikramlara kalıcı kazanımlar gözüyle bakıp dahasını istemek, ikramların artmasını beklemek (İkramların güzelliği ve iyiliği inkâr edilemez elbette!) sistemin istediği davranışlardır.
Bu noktada Rabbanî yol, sistem içi kazanımlarla vakit geçirerek İslam’ın iktidarına engel olmaya karşıdır. Zira sistem içi kazanım yarışı ve mücadelesine girmek, sistemin ömrünü uzatacak ve gücüne güç katacaktır. Bir tarafta sistem içi İslam vasıflı kazanımlarla ilerlemek ve bir tarafta bu metodla sistemin ömrüne ömür katmak, bakımını yapmak ne yaman bir çelişki!
3- Ahlaksızlığa Karşı Erdemli Toplum
Ahlaktan, terbiyeden, saygıdan vs. erdemlerden bahsetmenin ahlaksızlık olarak değerlendirilecek kadar rezilliğin dibinin görüldüğü toplumlarda, erdem ve şahsiyet projeleri rüzgarın sürüklediği yapraklar gibidir.
Dönemi itibariyle Allah Rasulü, bireysel ve toplumsal ahlaksızlığa, bunları ortaya çıkaran Allahsızlığı ve ahiretsizliği ihmal ederek yaklaşsa ve bu ölçekte bir çalışma yürütse idi, etrafına hatırı sayılır bir kalabalık toplayabilirdi. Fakat buradan, Allah ve ahiret merkezli bir toplum inşasına yürümek başka bir davet ve tebliğ konusu olacaktı. Çünkü artık sözde ahlakçı toplum, Allah’ın topluma ve bireye müdahalesine yine itiraz edecekti.
Allah Teâlâ’nın iradesinin ihmal edildiği erdemlilik projelerinde mesela zina karşısında, devlet kontrolünde genelevler bir çözümdür ve ahlakîdir. Türkiye’de sözde hiçbir erdemli projede genelevde çalışan kadınların hakları, insanlık onuru konu edilmez. Çünkü onlar, para karşılığında çalışan emekçidirler. Adı lazım değil, bir dönem sağ ve muhafazakâr bir partide Konya milletvekili olarak görev yapmış birinin, Konya’dan genelevin kaldırılmasına ilişkin yaptığı yorum gibi: “Bir eve tuvalet ne kadar lazımsa, bir şehre de genelev o kadar lazımdır.” (!)
İslam’ın hareket metodu, tüm zulmü ve ahlaksızlığı karşısına alan bir yapıdadır. Lokal zulüm ve ahlaksızlık problemleriyle uğraşmaz. Bu anlamda köktencidir. Coğrafyasının her sorununu değerlendirebilen bir yapısı olmakla birlikte, sorunların kendisine gündem olmasına izin vermez.
SONUÇ
İslamî hareket, yapısı itibariyle Rabbanîdir. Gelip geçici gündemler veya aldatıcı kazanımlar peşinde koşmak, hareketin doğasına terstir. Beşeri sistem mamulü ideolojiler, ırkçı söylemler, hakçı-adaletçi duruşlar ve ahlakçı maneviyatçı çalışmalar, sistemin izin verdiği kadardır. Sistem içi kazanımlar, çölde serap görmek gibidir, aldatıcıdır.
“İslam ve İslam’ın dirilişi için gerekli olan yöntem, eşit derecede önemlidir; aralarında hiçbir fark yoktur. Herhangi bir başka metod ne kadar çekici olursa olsun, İslamî sistemin kurulmasını sağlayamaz. Diğer yöntemler, insan yapımı sistemlerin kurulması için işe yarayabilirler; ama bizim sistemimizin oluşturulmasında yetersiz kalacaklardır, yani İslamî sistemin kurulması için belirlenmiş olan yöntemi izlemek de onun öngördüğü yaşam şeklini benimsemek ve sahip olduğu iman sisteminin sınırlarında yaşamak kadar güzeldir.” (Seyyid Kutub/Yoldaki İşaretler)