Tunus’ta 17 Aralık 2010’da Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan halk ayaklanması domino etkisiyle bütün Ortadoğu halklarını etkilemiş, bazı ülkelerde diktatörler devrilmiş, bazılarında ise ayaklanmalar halen devam etmektedir. Bu ayaklanmaların en kanlı bir şekilde devam eden ülke ise, Suriye olmuştur. Suriye’nin stratejik önemi ve Ortadoğu’nun diğer ülke halklarına örneklik teşkil etme endişesi emperyal ve Siyonist güçleri harekete geçirerek bu ayaklanmanın başarılı olmaması için yeni politikaları devreye sokmuşlardır. Bu politikaların başında hem Esad diktatörlüğünün yıkılmayacak kadar gücünü kaybetmesi hem de direnişçi İslami güçlerin yönetimi ele geçirecek kadar güçlenmemesi için desteklenmemesi gelmekteydi. Bu nedenle de ABD, Suriye halkının –direniş güçleri ile Baas rejiminin- güçten düşerek boyun eğip teslim oluncaya kadar hep ikili politika izlemiştir. Yani direnişçi güçler güçlenince, Baas rejimi; Baas rejimi güçlenince de ılımlı direnişçi güçler desteklenmiştir. ABD, Suriye’de, Esad ile ya da bir başka diktatörle yapabilir, ama ‘radikal’ İslami örgütlerle asla yapamaz. Bunu bildiği için de İslami kesimlerin yönetime gelmemesi için her yol ve yönteme başvurmuştur ve halen de başvurmaktadır. Çünkü ABD, Suriye’de İslami anlamda bir rejim değişikliği olması halinde, bunun hem bölgedeki etkinliğinin kaybolmasına hem de Siyonist İsrail’in güvenliğinin tehlikeye girmesine neden olacağını çok iyi bilmektedir. Bu ise, ABD’nin Ortadoğu’da özellikle de petrol ve doğal gaz dağılımı üzerindeki kontrolünü kaybederek dünyadaki hegemonik gücünün zayıflaması ve giderek yok olması demekti. Bu nedenle ABD Suriye’de, bazen ılımlı muhalifleri, bazen de rejimi destekleyerek dengeyi korumaya çalışmıştır. Bunun içindir ki, İran’ın ve güdümündeki Şii milislerin (Hizbullah’ın, Şebbihaların ve Afganistan, Pakistan Irak ve diğer ülkelerdeki para karşılığında getirttiği Şii milisler) fiili olarak Suriye diktatörlüğünü desteklemesine ses çıkarmamış, hatta desteklemiştir. Bütün bu güçlere rağmen Baas rejiminin gittikçe Lazkiye’ye sıkışması üzerine Obama’nın Putin ile 28 Eylül 2015’de anlaşarak Rusya’nın fiili olarak Suriye savaşında rejimin yanında yer almasını sağlamıştır.
15 Mart 2011’de halk ayaklanmasından önce Suriye denilince aklımıza ilk etapta Hama gelmekteydi. 02-28 Şubat 1982’de Hama’da, Hafız el-Esad döneminde tam anlamıyla insanlık dışı bir katliam gerçekleştirilmişti. 30-40 bin civarında masum insan katledilirken, bir o kadarı da cezaevlerinde, zindanlarda kaybedilmişti. İçlerinde âlimlerin de bulunduğu binlerce Suriyeli de ülkeyi terk ederek dilini, örf ve âdetini bilmedikleri ülkelerde zor ve sefil bir şekilde sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştı.[1] Hala sürgün olarak başka ülkelerde yaşamakta olan Suriyeliler bulunmaktadır.[2] Türkiye’de, ‘Nebevi Hareket Metodu’ kitabı zevkle okunan ve bir zamanlar Suriye’deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın (İhvan) liderliğini de yapan Prof. Dr. Münir Muhammed Gadban da bunlardan birisiydi. Münir Gadban 1 Haziran 2014’de Mekke’de, doğduğu topraklardan çok uzaklarda vefat etmiştir.
Kısacası içimizde bir sızıydı, Hama! Özellikle de o dönemde çıkan bazı dergilere (Aylık Dergi, Mavera, İktibas vb. gibi) Suriye zindanlardaki bacılardan gelen mektupları okuyup da üzülmemek/ağlamamak mümkün değildi. İran o dönemde de bunca katliama rağmen Hafız el-Esad’ın tarafını tutmuş ve desteklemişti. O zamanlar İran devriminin yeni ve büyük şeytan ABD’ye karşı zafer kazanmış bir ülke olması dolayısıyla çok fazla gündem olmamış, sadece dar bir çerçevede konuşmak ve tartışılmakla yetinilmişti. Çünkü ‘’La Şiiyye La Sünniye İslamiyye İslamiyye’ ve la şarkiye la garbiye illa İslamiyye illa İslamiyye’’ İranlıların dillerinde düşürmedikleri bir slogandı. İşin ilginç yanı bütün Müslümanların hoşuna giden bu slogana rağmen İran Şii mezhebi tarafından da kabul görülmeyen Nusayrilerin egemen olduğu Baas rejimini desteklemiş olmasıydı. Üstelik o dönemde İran devriminin lideri Ayetullah Humeyni de sağdı. Humeyni’nin izni ve onayı olmaksızın İran yönetiminin Hama olaylarında Baas rejimini desteklemesi mümkün değildi. Şimdilerde anlaşılıyor ki, o slogan İran güçleninceye kadar geçerli ve sadece içi boş bir sloganmış. Meğer İranlılar o zaman da takiyye yapıyorlarmış da bizler bunun farkında değilmişiz.
HALEP’İN ÖNEMİ
Halep, Suriye’nin en önemli şehirlerinden birisi ve günümüzde başkent olan Şam’dan sonra Suriye’nin ikinci büyük şehridir. Yüzölçümü 16.142 m² olan Halep, şehir merkezinin nüfusu 2011 tahminine göre 1,7 milyon, çevresi ile birlikte 4 milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor. Halep’in nüfus yapısı esas itibari ile Arap ve Türkmen’lerden oluşmaktadır çok az sayıda Ermeni, Süryani, Yahudi, Kürt ve Çerkez şehirde yaşamaktadır. Halep, Anadolu’dan Mezopotamya’ya ve Akdeniz’den İran’a giden anayolların kavşak noktasında kurulduğundan önemli bir ticaret merkezidir.
Halep Arapça’da ve diğer bazı Sami dillerinde süt veren anlamına gelmektedir.[3] Gerek nüfusu ve gerek tarihi ve stratejik konumu ile sadece Suriye’nin değil, bölgenin en önemli yerleşim yeri olan Halep, Türkiye için de çok önemli bir yerleşim yeridir. Osmanlı döneminden bu yana son derece önemli bir geçiş güzergâhı üzerinde bulunmaktadır. Bilhassa Anadolu’dan Suriye’ye geçişte ve Anadolu’nun Suriye ve Irak’ın iç kesimlerinden Akdeniz’e ulaşım noktasında olduğundan son derece mühim stratejik bir önemi vardır.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Bursa ve İstanbul’dan sonraki en önemli dokumacılık merkezi Halep’ti. İpekli dokumaları ve meşhur sabunları Halep’in en önemli ihraç malları arasında yer almıştı. İstanbul’dan sonra ikinci en büyük ticaret merkezi ve altın çarşıları Halep’te bulunuyordu. Halep, Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli kentleri arasında yer almış, Türkçe deyimlere ve Türk edebiyatına da geçmiştir. “Halep oradaysa arşın burada” deyimi dillerimizde düşürmediğimiz bir deyimdir.
Halep, Suriye’nin özgürleşmesinde stratejik önemi haiz bir kenttir. Dolayısıyla kim Halep’i ele geçirirse moral ve psikolojik olarak üstünlüğü de o ele geçirmiş olacaktır. Şayet Halep muhaliflerin kontrolüne geçerse muhalifler açısından büyük bir moral olur ve diğer bölgelerdeki direniş güçlerine de güç ve motivasyon kazandırır. Ayrıca bu kentin Türkiye ile bağlantısı yeniden kurulmuş olacak ve güvenlik, lojistik destek anlamda bir güvenceye kavuşmuş olacaktır. Bu ise, Şam’ın ve dolayısıyla Suriye’nin bütünüyle özgürleştirilmesi anlamına gelecektir. Halep, Suriye’nin diğer şehirlerine; Kobani’ye, Hama’ya, Humus’a, Lazkiye’ye de benzemez. Her şeyden önce büyük bir nüfusa sahiptir. Sanayi ve ticaret açısından çok gelişmiş bir kenttir. Adeta Suriye’nin can damarıdır. Tersi ise yani Halep’in rejim güçlerinin eline geçmesi ise, Suriye halkı için son yüzyılların felaketi olacaktır. Çünkü Halep’in rejimin eline geçmesi, Şam’ın da Hama’nın da Humus’un da kısacası Suriye’nin de kaybedilmesi anlamına gelecektir. Kısacası Halep’i kim elinde tutarsa psikolojik üstünlüğün yanı sıra siyasal üstünlüğü de ele geçirmiş olacaktır. Esad, rejiminin bekasının Halep’le mümkün olacağını biliyor, Halep’i ele geçirirse hem psikolojik üstünlüğünün artacağını hem de uluslararası meşruiyetini koruyacağının farkında.
Halep’in düşmesinin Türkiye’ye de menfi yönden çok büyük etkisi olacaktır. Çünkü Halep, Türkiye’ye çok yakın bir büyük kenttir. Hemen sınırda, Gaziantep’ten 50-60 kilometre uzaklıkta, yani 1 saat bile sürmeyen bir mesafede bulunmaktadır. Ayrıca Türkiye ile çok sıkı tarihi, kültürel, ekonomik bağları bulunan bir yerdir. Dolayısıyla yaşanan gelişmeler, diğer bölgelerdeki etkileri ile mukayese edilemeyecek şekilde şiddetli olacaktır. Halep’in düşmesi, sadece Suriye’yi değil bütünüyle bölgeyi etkiler ve Türkiye’ye doğru büyük bir göç dalgasının yaşanmasına neden olacaktır.
Kısacası Halep’in düşmesi halinde en çok etkilenecek ülkelerin başında Türkiye gelecektir. Çünkü Türkiye’ye yönelik bir göç başlayacaktır. Zaten Türkiye’de halen 3 milyondan fazla mülteci yaşamaktadır. Yeni mülteci akımı ise, Türkiye’yi hem siyasal hem ekonomik hem de sosyal olarak zor durumda bırakacaktır. Çünkü Türkiye, yeni bir mülteci akımını kaldırabilecek bir halde haldedir.
Halep’in düşmesinin Türkiye’ye bir diğer etkisi ise, Türkiye’nin de desteklediği muhaliflerin mağlup olmuş olmalarıdır. Bu ise, Türkiye’nin Suriye’de izlediği yöntemi sıkıntıya sokacaktır. Şayet Fırat Kalkanı operasyonu gerçekleşmemiş olsaydı, Türkiye’nin Suriye’ye dönük politikaları tam anlamıyla çıkmaza girecekti. Ama buna rağmen Halep’in -Allah korusun- düşmesi Türkiye’nin Suriye’deki beklentileri açısından büyük bir sıkıntı oluşturacaktır.
HAYALET ŞEHRİ HALEP
Halep’te çatışmalar 2012’den itibaren başlamış ve Halep bugün tam anlamıyla bir hayalet şehrine dönmüştür. Bu çatışmanın bir tarafında Baas rejimi ve destekçisi ABD, Rusya, İran ve İran’ın güdümündeki Lübnan Hizbullah’ı, Şebbihalar, Afganistan, Pakistan ve başka yerlerden para karşılığı getirttiği -ne olduğu belirsiz- Şii milisler ve ABD/Rusya’nın lejyoner askeri PKK/PYD, diğer taraftan ise mazlum ve masum Suriye halkı ve halkın içerisinde çıkmış mücahid birlikler! Aslında bu mücahid birlikleri sadece bu şer ittifakı güçlerle savaşmıyor, aynı zamanda Batılı ve Doğulu diğer emperyal ve Siyonist güçler ve bunlara ilave olarak bir de IŞİD ile, kısacası Suriye’de yedi düvele karşı bir savaş verilmektedir.
Evet bu savaş Suriye’de, her türlü en modern ve kan kusucu silahlara sahip olan emperyal ve Siyonist güçlerle her türlü imkândan yoksun bir halkın ölüm-kalım savaşıdır. Bu kirli ve paylaşım savaşında, Suriye halkı haklarını, topraklarını, onurunu, namusunu savunmak için savaşırken, diğer sömürgeci ve işgalci güçler ise mazlum bir halkı yok ederek ya da onlara boyun eğdirerek teslim almak ve yeraltı ve yer üstü zenginliklerini yağmalamak için savaşıyorlar. Suriye halkı kurtuluş savaşı verirken, diğer leş kargaları/kan emici vampirler ise sömürü alanlarını genişletmeye çalışmaktadırlar. Kim ne derse desin, bu savaş, Hakla batılın, İman ile küfrün, Tevhid ile şirkin savaşıdır. Masum ve mazlum bir Müslüman halkla, emperyal ve Siyonist güçlerin; ABD’nin, Siyonist İsrail’in, Avrupa ülkelerinin, Rusya’nın, Çin’in ve üzülerek söyleyelim ki isminde “İslam” olan İran’ın savaşıdır.
İran’ın, Afganistan, Pakistan ve dünyanın dört bir yanından getirttiği Şii milisler ile Hizbullah’ın ve ABD’nin ayak oyunlarıyla Suriye direnişi kırılamayınca devreye diğer kızıl emperyal ülke Rusya sokulmuştur. Çünkü Baas diktatörü Esad, kendisinin artık Suriye’nin %15’ni bile kontrol edemediğini açıklaması hem ABD’yi hem de Rusya’yı endişelendirmiştir. Baas diktatörlüğünün düşmesini engellemek için BM’in 70’nci kuruluş yıldönümü dolayısıyla ABD’de bulunan Putin ile Obama arasında 28 Eylül 2015’de yapılan görüşmeden sonra Rusya’nın, Suriye’ye fiilen girmesi kararlaştırmıştır. Eli kanlı katil Putin de bu görüşmeden iki gün sonra modern kan kusucu savaş uçakları, S-300, S-400 füzeleri, Denizaltıları ile fiilen bu savaşa dahil olmuştur. Bir türlü diz çöktürülemeyen Suriye direnişi, katil Rusya’nın savaşa tüm gücüyle 30 Eylül 2015’de dahil olmasıyla çok daha yıkıcı, ahlaksız ve barbarca bir katliama maruz kalmıştır. ABD, Rusya, Esad, İran şer ittifakının en yoğun şekilde saldırıp katliam yaptığı şehir ise, Suriye cihadının kalesi, direnişin sembolü hâline gelen Halep olmuştur. Halep direnişini kıramayan bu katil ittifak, dünyanın da kahredici sessizliğinden güç alarak, uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış olan kimyasal silahlara, misket bombalarına, vakum ve varil bombalarına kadar katliamın boyutunu yükseltmiştir.
15 Kasım’dan bu yana Rus ve Esad uçaklarının vurduğu, İran ve güdümündeki Şii milislerle karadan kuşatma altında tuttuğu Doğu Halep’te hayat yaşanmaz hale gelmiştir. Çünkü artık fırınlar ekmek çıkaramıyor, yaralıları tedavi edecek hastane bulunamıyor, ameliyatlar bodrumlarda en ilkel şekillerde yapılmaya çalışılıyor, yaralıların çoğu da ölüme terk edilmek zorunda kalınıyor. Katiller güruhu havadan ve karadan bilinçli bir şekilde fırınları, hastaneleri, okulları, camileri, pazaryerlerini, kısacası halkın temel ihtiyaçlarını karşılamak için bulunmak zorunda olduğu bütün mekânları yerle bir ediyorlar. Masum sivil halkın sığındığı sığınaklara bile sığınak delici bombalar atılıyor ve enkazların altından her gün onlarca kadın ve çocuk cesedi çıkarılıyor. 15 Kasım’dan bu yana katledilen sivil sayısı 1000’i geçerken, yaralı sayısı ise 3000 civarında olduğu söylenmektedir, ne yazık ki bu rakamlar her gün katlanarak değişmektedir. Bu saldırılar neticesinde ise Halep’in doğusunda 30 Km karelik bir alana 300 bin civarında insan sığınmış ve ne gidecekleri bir yerleri ne yiyecekleri yiyecek ne de içecekleri suları bulunmaktadır. Barışı sağlamak, işgal ve savaşları önlemek, sivillere dönük katliamları engellemekle yükümlülüğü bulunan BM’nin sözcüsü ise Temmuz ayının başından beri yiyecek gelmediğini söyleyerek Halep’e utanmadan ‘yiyeceksiz kent’ diyebilmektedir.
Evet, Halep tüm dünyanın gözleri önünde yanıyor… Yeni silahlar, bombalar, füzeler, Halep, Hama, İdlip’teki ve Bayırbucak bölgesindeki çocuklar, kadınlar ve yaşlılar üzerinde deneniyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Halep, çoluk, çocuğu ile kadını ile ve yaşlısı ile boyun eğmeden, onuruyla ölüm pahasına direnmeye devam etmektedir. Bombardımanlarda enkaz altından kurtarılanlar ertesi gün bir başka bombardımanla katledilmektedirler. Bombardımandan sağ kurtulmayı başaranların önünde ise ya sürgün ya da açlık ve sefalet gibi insanlık dışı seçenekler bulunmaktadır.
Halep düştü, düşecek. Çünkü leş kargaları; Rusya, ABD, Baas Rejimi, İran ve güdümündeki Şii milis güçler, PKK/PYD ve IŞİD, muhaliflerin elinde bulunan Halep’in doğusunu 15 Kasım’dan bu yana yoğun bir şekilde bombardımana tabi tutmuşlardır. Halep’te, akla, havsalaya sığmayacak şekilde her türlü insanlık dışı vahşet sergilenmektedir; diri diri yakılan çocuklar ve kadınlar, kurşuna dizilen siviller vaka-i adiyeden sayılır hale gelmiştir! Sokaklarda defnedilemeyen ölüler, bombalanan hastane köşelerine bırakılarak ölüme terk edilen yaralılar! Bunlar da sıradan olaylar haline gelmiştir Halep’te! 7 yaşındaki Bana el Abed’in “Ölümleri gördüm ve neredeyse öldüm! Şu an ağır bir bombardıman altındayız. Şu an ölümle yaşam arasındayız” dediği gibi herkes aynı duygular içerisinde, ama buna rağmen direnmeye devam etmektedir.
Eğer insana/insanlığa karşı işlenen bu vahşet (bu kelime bile çok hafif kalmakta) işlenen bu suçlar, savaş suçu değilse, nedir o zaman savaş suçu! Sivillerin sığındıkları camiler, okullar, hastaneler bombalanıyor, çocuklar, kadınlar, yaşlılar diri diri yakılıyor, uluslararası hukukça yasaklanan, suç teşkil eden kimyasal silahlar, misket bombaları vb silahlar kullanılıyor olması savaş suçu değilse, o zaman nedir savaş suçu! Bu suçlardan yüzde biri hatta binde biri bile batılı ülkelerde işleniyor olsaydı, bütün uluslararası kurum ve kuruluşlar ayağa kalkar, mahkemeler kurulur, olmazsa olmazlar oldurularak adeta dünya savaşı ilan edilirdi. Ama İslam coğrafyasında işleniyor olması, onlar için ‘temizlik’ ve ‘istatistiki bilgi’ anlamından öte hiçbir anlam taşımamaktadır. Bu durum ila nihaiye böyle devam etmez. Güzel bir deyim vardır; ‘Keser Döner Sap Döner Gün Gelir Hesap Döner.’ Ama herhalde hiçbir Müslüman hatta hiçbir -adam gibi- insan, bu ‘hayvanlardan da aşağı olan yaratıkların’ (A’raf, 7/179) yaptıklarını yapmaz. Hani Rabbimiz, “zafer günlerini insanlar arasında nöbetleşe döndürür dururuz” (Ali İmran, 3/140) ayetinde buyurduğu gibi, içinde yaşadığımız bu çağda zalimler galib gelmişlerdir. İşte Rabbimiz, bu günlerin, zalimler için ila nihaiye devam etmeyeceğini buyurmaktadır. Gün gelecek, onlar da mağlup olacaklardır. Bu, kesindir, buna inancımız tamdır. Belki bizler göremeyiz ama mutlaka gelecek nesiller, ABD’nin, Rusya’nın, İran’ın nasıl mağlup olacaklarını mutlaka göreceklerdir.
Evet Halep toprakları, masum Haleplilerin kanlarıyla sulanıyor, kim bilir belki çok yakında Halep’i bu hale getiren zalimler, döktükleri bu kanlarda boğulacaklardır. Çünkü çocuğundan büyüğüne hiçbir Halepli, Halep’ten umudunu kesmiş değildir. Bu durum, Suriye Türkmen Meclisi’nden yapılan yazılı açıklamasında çok açık ve veciz şekilde şöyle belirtilmiştir: “Suriye Türkmen Meclisi olarak bu gayr-i insânî tablo karşısında, daha önce uluslararası camiaya defalarca yaptığımız çağrıyı artık yinelemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki gözler çoktan kapanmış, kulaklar tıkanmış, vicdanlar taşlaşmış. Bugün sâdece acımızı haykırıyor, masumların âhını dillendiriyoruz. O vicdanı yoklar bilsinler ki toprağa düşen her mazlumun âhı mahşere kadar peşlerini bırakmayacaktır. Biz Türkmenler olarak bu dünyanın âdil olmadığını çok büyük acılarla tecrübe ettik ama her şeye rağmen yüce Allah’ın sonsuz adaletine ve merhametine sığınıyor ve adaleti aramaktan asla vazgeçmeyeceğimizi tüm dünyaya ilan ediyoruz. Allah şâhidimiz olsun ki son nefesimize kadar direneceğiz. And olsun ki bugün sürüldüğümüz topraklarımıza er ya da geç geri döneceğiz; onurumuz ve özgürlüğümüz için mücadele etmekten asla vazgeçmeyeceğiz.”
Ahrar’u-ş Şam Genel Emiri Abu Ammar da;
“Suriye devrimi ümmetin devrimidir dolayısıyla ümmetimiz, halkımız, silahlı güçlerimiz bu devrime sahip çıkıp gerektiği gibi yardım etmesi lazım.
Biz, ümmetimizle, Halkımızla ve askeri güçlerimizle birlik olup Suriye’yi yabancı işgalcilerden ve bu zalim rejimden kurtarmamız lazım.
Mücahitlerimize ve Halep’teki halkımıza diyorum ki; yangınlara ve bu baskılara rağmen her zorluğun ardında bir kolaylık vardır, Suriye devrimimiz zayıflayabilir ama bitmez, göreceksiniz, Suriye sokakları mücahitlerle dolacak ve inşallah Şam bizim olacaktır” demek suretiyle azmi ve umudu ortaya koymuştur.
Son üç aydır özellikle de 15 Kasım’dan bu yana burnumuzun dibi Halep’te, katil Putin’in uçakları tarafından mazlum bir halk soykırıma tabi tutulmaktadır. Katil Rusya ile birlikte İran, Baas rejimi ve ırkçı faşist PKK/PYD Halep’te ahlaksızca, barbarca ve alçakça katliam gerçekleştirmektedir. Bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar kısacası Halepliler, yavaş yavaş yok edilmektedir. Yolunu bulup dışarı çıkanlar ise, ya açlıktan ya da ağır kış şartlarından dolayı ölmektedirler.
Halep halkı soykırıma uğrarken, çocukların, kadınların feryatları arşı alayı inletirken Türkiye yetkilileri neden ciddi önlemler almıyor? Halep’te her gün yüz civarında çocuk, kadın, yaşlı masum Halepli sivil; katil Putin’in uçaklarından atılan bombalarla katledilirken Rusya ile ilişkileri geliştirmek adına mı ses çıkarılmıyor? Neden Halep için gerekli duyarlılık gösterilmiyor? Halep ve Halep halkı, Rusya ile ikili ilişkileri geliştirme adına mı kurban edilmektedir? Eğer yardım eli uzatılmazsa, mazlumların duası yerine ahı tutacaktır, bu ise hiç kimseyi ama özellikle de yöneticileri iflah etmeyecektir.
Bir an önce, hatta hemen bugün, Türkiye olarak bütün imkânlarıyla Halep’in mazlum halkına ve direniş gruplarına elini uzatmalıdır. Aksi halde yarın çok geç olacaktır.
[1] Çünkü Hafız el-Esad, 8 Temmuz 1980’de, sadece İhvan’a mensup -üye- olmanın cezasının idam olduğuna dair bir kanun yürürlüğe koymuştu.
[2] Suriye’de, Mustafa Sibai’den sonra İhvan liderliğine getirilen İsam el-Attar, 1963’den beri Almanya’da sürgün hayatı yaşamaktadır ve ülkesine dönememektedir.
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Halep