Dava Bilincini Kuşanmak -2
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

Dava Bilincini Kuşanmak -2

Kelime-i Tevhidi söylemeniz bir imza hükmündedir. Siz bu dine girerek bir söz vermiş oluyorsunuz. Bu söz İslam dinini yaşayacağınıza dair bir sözdür. İlk önce yapılması gereken bu dinin ona sunduğu yapmakla mükellef olduğu hususları öğrenmek olmalıdır. Zaten ilk inen ayet olan “İkra Bismi rabbike-llezi Halak” “Yaratan Rabbinin adıyla oku” (96/Alak/1), ayeti de buna işarettir. Çünkü insan ancak bildiği, öğrendiği şeyi yapar, bilmiyorsa nasıl yapacak?

İlk önce dinin direği dediğimiz olmazsa olmazımız olan namazı öğrenmesi, daha sonra Kur’an okumayı öğrenmesi ve namaz kılarken okunacak ayetleri ezberlemesi gerekmektedir. Ramazan ayı geldiğinde ramazan orucunu tutması, gücü yetiyorsa zekatını vermesi, durumu müsaitse hacca gitmesi gereken ilk ana temel noktalardır. Bunlar ilk bilinmesi gereken ve yapmakla mükellef olduğu hususlardır. Bunun delili ise şu hadis-i şerifte zikredilmiştir:

 Birisi gelip Resulullah efendimize sual etti:

 Ya Resulullah Cennete götürecek amel nedir?

 

— Allah’a ortak koşmazsın, farzları yaparsın, farz olan namazı kılarsın, farz olan zekâtı verirsin, Ramazanda orucu tutarsın.

— Ya Resulullah bu söylediklerinizden başka yapılması gereken şey var mı?

— Farz olarak bu kadardır, ama isteyen nafile ibadetler de yapabilir.

— Allah’a yemin ederim ki farzları yaparım, daha fazlasını yapmam.

Adam dönüp giderken Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Cennetlik görmek isteyen bu adama baksın!) [Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai]

Oysa onlar, dini yalnızca O’na halis kılan hanifler (Allah’ı birleyenler) olarak sadece Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru din budur. (98/Beyyine/5)

Evet, ayet ve hadislerden de anlaşılacağı üzere bu hususları yerine getiren kişilerin cennete gireceği müjdesi verilmektedir, fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. O da bu Müslümanların daha sonraki hayatlarında mallarıyla canlarıyla Allah(c.c) yolunda mücadele ettiklerini ve bu yolda şahadet şerbetini içtiklerini görüyoruz. Bu olay bize şunu öğretiyor, ilk aşama dediğimiz faktörde İslam insanlara tüm dini emirleri telkin etmiyor, yani sorumlu tutmuyor. Kur’an-ı Kerim’in tamamının birden indirilmeyip, parça, parça indirilmesi de buna örnektir. Çünkü insanlar farklı farklıdır, herkesin meziyeti, kapasitesi bir değildir. Kimi insanın algılaması daha kuvvetlidir, kimisinin zayıftır, bazıları bedensel olarak çok güçlü olabilir, bazısı da zayıftır. Bunun idraki içinde olan Peygamberimiz(s.a.s) bu vb. gibi olaylarda bizlere nasıl hareket etmemiz gerektiğinin metodunu öğretiyor. İlk aşamayı kendi zihninde ve hayatında uygulama başlayan kişi, daha sonraki süreçte Kur’an ile hem hal olmaya başlayacağı için onunla amel etmesi gerektiği sadece olayın sadece Namaz ve Oruç gibi ibadetlerle sınırlı olmadığını, diğer ayetlerde geçen emirleri de yerine getirmekle mükellef olduğunun idraki içerisine girmeye başlayacaktır. Okudukları ayetler boğazlarında takılı kalmayacak, kalplerine inmeye başlayacak bu da onları harekete geçirmeye doğru yönlendirecektir. Zaten Kur’an kişiyi dava sahibi yapar. Din bunu gerektirir, çünkü din bir yaşam biçimidir

 “De ki: şüphesiz benim Namazım, İbadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah(c.c.) içindir. (En’am 6/162)

Sizin tüm yaşantınıza müdahale eder, her nerede olursanız olun vahyin çerçevesinde hareket etmenizi emreder. Bu doğrultuda yaşamınızı ister. Size bir amaç ve bir misyon yükler. Çünkü amacınız yoksa yaşamanızın bir anlamı da yoktur. Bunu yaparken de kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez. Bunun en iyi örneğini Mekke döneminde iman eden sahabede görebiliriz. Kimi sahabelere bakıyorsunuz, iman ediyor fakat imanını gizli tutuyor kimseye söylemiyor, gizli saklı ibadet ediyor. Kimi sahabe iman eder etmez bunu müşriklerin yüzlerine söylemekten çekinmiyor, kimisi bedenen zayıf olmasına rağmen, kimse cesaret edemezken o kalkıp müşriklerin bulunduğu mekana gidip Kur’an ayetlerini onlara okumaktan geri kalmıyor. Dayak yiyor isterseniz gene gider söylerim demekten de geri durmuyor. Bunun gibi durumları pek çok sahabenin hayatında görebiliriz. Peki, hep böyle mi devam etmiştir, elbette hayır. Bakıyorsunuz ambargoya maruz kaldıkları o dönemde hiç birinde sapma göremiyorsunuz. Açlıkla imtihan ediliyorlar fakat hiçbiri dininden vazgeçmiyor ve bu ambargo birkaç günlük, birkaç haftalık bir boykot değil, tam 3 yıl süren bir ambargo dönemi. Aç çocuklarının feryadı Mekke sokaklarını inletmesine rağmen hiçbir anne ve baba İslam’dan dönmüyor. Kurumuş bir deri parçası bulduğu için sevinip onu 3 gün suda kaynatıp suyuyla açlığını gidermeye çalışanların olduğu, Müslümanların en ağır işkencelere maruz kaldıkları bir dönem…….

Peki, bu insanların suçu neydi? Yalnız Allah(c.c.)’a inanmaları ve yalnız O’nun kanunlarına göre yaşamayı istemekten başka bir şey değildi. Bu suç o dönemde de suçtu günümüzde de suç, böyle bir şey isteme hakkınız yok, onlar nasıl bir din yaşamamızı isterlerse öyle yaşamalısınız yoksa adınız ya gerici, ya yobaz, ya da terörist olup çıkar siz farkında bile olmazsınız. Onların istediği ve öğrettiği din sadece dille La İlahe İllallah Muhammed-un Resulullah de, namazını kıl, orucunu tut, zekâtını ver, haccına gidersen git ondan sonra hiçbir şeye karışma, gerektiğinde taviz vermekten çekinme, evinde tespihini çek otur.

İşte o dönemin Müslüman yapısıyla, günümüz Müslüman yapısı arasındaki en büyük fark burada ortaya çıkıyor. O dönemde Müslümanlar işkenceye maruz kalsalar bile inandıkları değerlerden zerre kadar taviz vermedikleri halde günümüzde ise durum çok farklı, en ufak bir zorlamada başlıyor taviz vermeler. İslam’ın size sunduğu değerlere tam manasıyla tutunduğunuz taviz vermediğiniz zaman Müslümanlığınızın bir anlamı olacaktır.

Peygamberimiz(s.a.v)’le konuşmaya gelen müşriklerin mal, makam mevki tekliflerine karşı Peygamberimiz(s.a.v.)’in söylediği şu sözler her Müslüman’ın kulağına küpe olması gereken sözlerdir. ‘Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz ben bu davadan asla vazgeçmem’ demesi sanırım bu noktada verilebilecek en güzel örnektir.

Eğer inandığınız bir değer, bir davanız varsa bu davanın gereği olarak ne yapmanız gerekiyorsa o doğrultuda hareket etmek ve davanızın sonucunu almak için tüm gücünüzle tavizsiz bir şekilde hareket etmeniz gerektiğinizi bilmeniz gerekmektedir.

İşte Müslümanların Mekke döneminde tavizsiz bir şekilde hareket etmelerini sağlayan faktör, inandıkları davalarına karşı olan sadakatleriydi. İnandıkları değer uğruna aç kalmış, işkencelere katlanmış, hicret etmek zorunda kalmış, savaşmış ve canlarını feda etmişlerdi. Onlarda bu dini günümüz Müslümanlarının anladığı gibi sadece namaz, oruç vb ibadetlerle sınırlandırabilirlerdi. Fakat öyle yapmadılar. Neden? Çünkü daha önce söylediğimiz gibi bu din insanlara bir görev, bir amaç, bir misyon ve bir gaye doğrultusunda hareket etme bilinci yüklüyor. O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, bağışlayandır, esirgeyendir. (En’am 6/165)

Ayetten de anlaşılacağı üzere Rabbim bizleri yeryüzünde halife olarak görevlendirmiş, halife ise Sözlükte “arkada olmak, birinin arkasından gelmek, yerine geçmek” anlamlarına gelen half kökünden türetilmiş olan halife (çoğulu hulefa, halâif), birinin yerine geçerek onun adına iş yapan vekil demektir. (*)

Peygamberimiz(s.a.v.) Allah(c.c.)’ın mü’minlere yol göstermesi için gönderdiği elçisidir, mü’minlerin halifesidir. Rabbimizin Müslümanlara biçtiği misyonu Peygamberimiz(s.a.v.) ile göstermiştir. İnsanoğlunun yeryüzüne gönderiliş ve yaratılış gayesi, Allah’ın hakimiyetini ve hükümdarlığını kurmak, yalnız O’na kul olmak ve ibadet etmektir. İnsanı yaratılış gayesinden saptıran, Allah’a kul olmaktan çıkarıp kula kulluk eden güç, kuvvet ve otoritelere, Cenâb-ı Hakk’ın din ve hakimiyetine kafa tutmuş, insanların inanç ve düşünce hürriyetlerini gasp etmiş ve toplumu bir fesat çukurunun yanına sürüklemişlerdir. Kur’an-ı Kerîm ayetlerinin ifadesiyle, “hak, kendilerine apaçık belli olduktan sonra, içlerindeki çekememezlikten ötürü inananları, iman etmelerinden sonra küfre döndürme hevesinde” (el-Bakara, 2/109) olan,”kendi dinlerine uyuncaya kadar asla dindarlardan hoşnut olmayan” (el-Bakara, 2/120) ve “güçleri yetse Müslümanları dinlerinden döndürünceye kadar savaşa devam eden (el-Bakara 2/217) bu inkârcıların fitne ve fesatlarına engel olmak, insanları bu zihniyetteki kişilere kul olmaktan kurtarıp hak ve hürriyetlerini elde etmelerini sağlayacak Allah’a kulluğu ve O’nun hakimiyetini kurmaya çalışmak, Allah Teâlâ’nın insanlara bir emridir. Bu konudaki ilâhî buyruk, ayette ifadesini şöyle bulur: “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tam anlamıyla Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse sataşmayın. Zulmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur” (Bakara 2/193)  Bu sebeple İslâm devleti, dindar olduğunu iddia eden veya kendini ehl-i kitaba nisbet eden ve yahut müşrik olan kişi veya gruplara, Allah’ın hakimiyetine karşı kendi güç ve otoritesiyle karşı çıkarak fiilî şirkte bulundukları takdirde cihat ilân edecek ve bunu mukaddes bir görev bilecektir. (http://www.dinisohbetim.com/ilayi-kelimetullah-ne-demektir-dini-sohbet.html)

Müslüman’ın davası budur. Fitne ve fesadın ortan kaldırılması, İnsanları kula kulluktan kurtarıp tek bir olan Allah(c.c.) ibadet ve kulluk etmelerini sağlamak için mücadele ve gayret göstermektir.

“Ben, Allah’tan başka bir ilah bulunmadığına, Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahadet edip, namazı dosdoğru kılıncaya ve zekâtı hakkıyla verinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Bunları yaptıkları takdirde, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar, İslam’ın gerektirdiği haklar ise bunların dışındadır. Onların gizli hallerinin hesabı Allah’a aittir.” (Buharî, İman 17, 28,)

Bunun için öncelikle tarafınızı belli etmek zorundasınız. Ya hak, ya batıl tarafı, İman edenler Allah yolunda savaşırlar; inkâr edenler ise tağut yolunda savaşırlar öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hileli düzeni pek zayıftır. (4/NİSA/76)  Bunun ikisi arasında bir yol yoktur. Karıncaya taşıdığın bir damla su ile ne yapacaksın diye sormuşlar. O da: İbrahim(a.s.)’ın ateşini söndürmeye gidiyorum demiş. O bir damla su ile o koca ateş nasıl söner dediklerinde ise karınca şu karşılığı vermiş. Söndüremesem bile tarafımı belli ederim demiş.

Bir ermeni dostunu ziyaret eden zat. Ermeni’nin bürosunun üstünde okunmamış, kapağı açılmamış Ermenice dergileri görünce, “Madem okumuyorsun niye alıyorsun” deyince ermeni dostu : “O dergi, büyük ermeni davasına hizmet ediyor. Ben okumuyorum ama onu alarak destek oluyorum.”

Evet mutlaka hangi tarafta olduğunuzu belli etmek zorundasınız. Belli ettikten sonra da ayette geçtiği üzere Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir. (Hucurat 49/15)  Mücadele, gayret ve çaba göstermek zorunda olduğumuzu unutmayalım. (*)

İslam, tabiatı itibariyle ihtiva ettiği hak ve hakikat bakımından, canlılık, hareket ve enerji yönünden bütün putları yıkmak ve insanları yalnız ve yalnız Allah’a kul etmek için gelmiştir. (İ.D.S …S..218-219) 

Samimi bir Müslüman her şeyden önce Allah’ın hâkimiyetini gerçekleştirmek için çalışır, çabalar. Allah’tan başka kimsenin hâkimiyet yetkisi olmadığını insanlara kabul ettirip prensip olarak yerleştirir. Allah’ın dininde neşet etmiş olan şeriat-i rabbaniyeden başka hüküm yoktur, der ve bunu ikame eder… (İ.D.S …S 142-143)

Bu görevi kısaca özetleyecek olursak tevhid dininin tüm dünyaya hakim kılınması tüm fitne ve fitne unsularının ortadan kaldırılması görevidir. Bu bizim kulluk görevimizdir. Ben, cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım. (51/Zariyat/56) Bu görevi yerine getirmek için Peygamberimiz(s.a.v) ve ashabı hayatlarını bu yolda feda etmekten çekinmemişler. Peygamberden sonra bize düşen onun takip ettiği Nebevi hareket metodu dediğimiz, sünnetullah doğrultusunda hareket ederek, bu dinin tüm dünyaya hâkim olması için mücadele yani cihad etmektir. İşte o zaman bizlere verilen halifelik görevini yapmış oluruz, aksi taktirde bu vebalin altından kurtulamayız. Resulullah(s.a.v) ve ashabının hayatına baktığınız zaman bunu çok açık bir şekilde görebilirsiniz. Bunu davaları olarak benimsemişler ve ona göre hareket etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz, gerçek manada Allah uğrunda cihat edenin kim olduğu sorusuna cevap verirken şöyle buyurmuştu: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye (ilayi kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır” (Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VIII, 281-282). “Fazilet yönüyle insanların hangisi daha üstündür?” sorusuna “Canıyla, Malıyla Allah yolunda savaşan mümindir” (Buhârî, Cihâd, 2)

Kim ki cihad etmeden cihad etme arzusunu duymadan ölürse münafıklar gibi ölmüş olur.’(Müslim, imare 158)

Evet, sahabe bunu gerçekleştirmek için mücadele etmiş ve bunun meyvesi olarak Medine İslam devleti kurulmuştu. Tabi bu çok kolay olmamıştı. Nasıl yeni doğan bir çocuk doğar doğmaz koşamazsa, koşacak bir yapıda olmazsa, bunun için önce emeklemeye, sonra yürümeye, sonra da koşmaya başlarsa, bu İslam toplumunun kurulma aşamasında da böyledir. Aşama aşama, merhale merhale sonuca ulaşmak için hareket edecektir. (*)

Bugünümüzü ve geleceğimizi kuşatıldığımız cahili karanlıktan kurtaracak, felaha ve hidayete ulaştıracak olan irade ve eylemliliğe Kur’an’da “ıslah” ve bu inkılâpçı tutumu kuşatan Müslümanlara da “müslihun ” denilmektedir. Müslihun, fıtratıyla ve vahiyle uyum içinde, tevhid ve adaletin tanıklığını yapma çabası, mücadelesi gösteren insan demektir. Müslümanlar için ıslah eylemi, vahiy temelli köklü değişim ve dönüştürme sürecine katılmaktır. Müslümanlar için ıslah eylemi, olmazsa olmaz bir şarttır. Namazımız da orucumuz da tertil üzere Kur’an okuma ibadeti de bizi ıslah eylemi için hazırlamakta ve geliştirmektedir. Islah sorumluluğunu kuşanmayan Müslümanlar ise namazlarını, oruçlarını ve diğer ibadetlerini yeniden gözden geçirmelidirler. (H.D. S.14)

Kısaca ifade etmek gerekirse her kim Müslüman olacaksa ilk bilmesi gereken kaide bu dine girerken yaşantılarındaki tüm cahiliye yaşantısına dair bütün hususları kapının eşiğinde bırakmak. Tüm kanun ve hüküm koyma yetkisinin Allah(c.c)’a ait olduğunu tasdik etmek ve bu noktada kimsenin Allah(c.c.)’ın verdiği hüküm dışında hüküm koyma yetkisinin olmadığını kabul etmek. Kula kulluk etmeyip sadece Allah(c.c.)’a kul olmak. Allah(c.c.)’ın verdiği hüküm dışında hüküm verenleri reddetmekle yükümlü olduğunu, aynı zaman da bu dinin gerekliliklerini yapma noktasında gayret göstereceğine dair niyet(karar verip) edip ona göre İslam dinine girmeye karar vermesi gerekmektedir.

Bu kararlılığını samimi bir şekilde gösterdikten sonra bu din için daha fazla gayret ve çaba göstermesi gerektiği bilincinin kendinde yer etmesi ve ona göre de hareket etmeye başlaması gerekir. Bundan sonraki süreç en sancılı dönemdir, çünkü bu dönemde kendisini bekleyen pek çok sıkıntılar baş göstermeye başlayacaktır. Nasıl Mekke’de Müslümanlar açlık ve işkenceyle sınandılarsa biz Müslümanlar da bu sıkıntılarla karşılaşabiliriz. Bunu öncelikle bilmek idrak etmek zorundayız. (*)

Çünkü güçlükler hayatımızın önemli ve en iyi parçasıdır ve güçlükler öğretmenimizdir. Yaşadığınız her zorluk sizi hayata yaklaştırır. (Avucunuzdaki Kelebek S.112) Bu yol yokuşlu bir yoldur. Goncaların güle dönüşmesi vakit ve emek ister. Tomurcuklar zamanı gelmeden meyveye durmazlar. Davalar da böyledir. Onlar da iradesi güçlü insanların omuzları üzerinde yükselirler. Azim, sebat ve gayret gerekir davayı sırtlamak için…

Resulullah’tan bugüne kadar İslam davasının hizmetkârlığına soyunanlar, bu yolda sayısız çileleri kucaklamışlardır. Her birinin hayatı, dikenli yollardan saadet iklimine varan güzergâhın kilometre taşlarıdır. Bu yollar, çile taşlarıyla örülmüştür.

Gelmiş geçmiş yolların en kutlusu ve hayırlısı İslam’a giden yoldur. Zira Resulullah Efendimiz “Muhakkak ki, en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed’in yoludur.” diyerek sırat-ı müstakimi işaret etmiştir. İslam davası, bu dünya görüşünü benimseyen şahısların omuzlarında yükselecektir. İslam hiç kimsenin tekelinde olan bir inanç sistemi değildir. Bu inanç içerisinde ruhbanlığa da yer yoktur. Herkes dinine sahip çıkmak ve onu yakın çevresinden başlayarak geniş kitlelere yaymakla mükelleftir. Bu bir tercih değil, aksine mühim bir vazifedir. Aslında hayatın yaşanma sebebi bu olmalıdır. Öteki uğraşlar bunun önüne geçmemelidir.

İslam’a hizmet edenlerle yan gelip yatanlar, Allah katında elbette bir tutulmayacaktır. Malla, bedenle yapılan hayırlar ve ibadetler, Hak katında tartılacaktır. Sonsuz âlemde herkes karşılığını eksiksiz bulacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu) Allah katından bir karşılık (sevap) tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (3/Al-i İmran/195)  (http://www.gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=331)

Sahabe davaları uğruna çektikleri sıkıntıları kendilerini Allah(c.c.)’a yaklaştıracak bir yol olarak görmüşler. ‘Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.’(94/İnşirah/5-6) Çektikleri her sıkıntının Rabbleri katında bir değeri olduğu ve sonunda rahata, huzura kavuşacaklarının bilinciyle hareket ediyorlardı. (*)

Bizlerde bizlere verilen ihsan edilen İslam nimetini kaybetmemek için imanımızı muhafaza etmek zorundayız. Zira şu ahir zaman fitneleri zamanında, haramların helal sayıldığı, günahların sevap ve mübah sayıldığı, imanın, ahlakın, iffetin, şerefin ve namusun hiçe sayılıp medeniyetin fantezilerine kurban edilip çıplaklık ve hayâsızlığın, zinanın, çağdaşlık medenilik sayıldığı, dinin, ahlakın, namusun, örtünün gerici, flörtün aşk, zinanın aşk sayıldığı, dine ahlaka imana Tv ler modalar ve sistemler eliyle savaş açıldığı; küfrün, zulmün devletler ölçeğinde icra edildiği ve milyonlarca insanın imanını kaybederek oluk oluk cehenneme aktığı zamandır. İmanı elde tutmanın ateşi tutmak gibi zor olduğu zamandır.

Hak ile batılın aynı dükkânda beraber satıldığı zamandır. Kavramlarla dine imana saldırıldığı zamandır. Kavramlarla dine imana savaş açıldığı zamandır. İmani ve İslami alt yapının yok edilip yerine dalalet ve sefahat altyapısı kurulduğu zamandır. Bu zamanda Müslüman’ın yaşama alanı kısıtlanmıştır. Örtüye sınır ve yasaklar gelmiştir. İmana ve İslam’a ait değerlere film, dizi, reklamlar, şarkılar ve fikirlerle saldırıldığı zamandır. Böyle bir zamanda bizler sadece hakkı ve batılı ayırıp hakka taraftar olacağız. Bu zamanda küfür ve günahlar şahsi manevi hükmüne geçerek imana saldırıyor. Yani Müslümanların eliyle imanı mahvediyorlar. Günde çarşıda, pazarda, sokakta ve her yerde onlarca yüzlerce günaha maruz kalıyoruz. Bu günahlara karşı ise koyacak sevapları kazanamıyoruz. Bir parça sevap kazanıyoruz ama oturup tv’nin başına film diye bir zina fiilini icra eden film izlediğimiz zaman hemen amellerimizi mahvediyoruz.

Yarım yamalak örtülerle insanlar harama sevk ediliyor. Faiz yenilmese de tozuna bulaşıyoruz, zina etmesek de zina dolu filmler izliyor, şarkılar dinliyoruz. Yediklerimiz ve içtiklerimize haram olan şeyler(Domuz, alkol vb. gibi) katılıyor umursamıyoruz. Rabbimiz bizleri yaşadığımız asra göre hesaba çekecektir. O zamandaki büyükler gibi yaşamaya belki takatimiz ve imanımız ve zamanımız olmayacaktır. Belki asrımızda yüz yolun doksanı bizi harama ve dünyaya çağırıyor. Rabbim bizi bu şartları göz önüne alarak yargılayacaktır. Rabbim belki bu zamanda 5 vakit namazı kılan, farzları yapan ve kebair dediğimiz günahları terk eden, iffetini koruyan müminleri affedecektir. Ama rabbimiz bu zamanda modaya kendini kaptıranla kaptırmayana; helal ve haramlar arasındaki şüphelilere dikkat edenlere ve etmeyenlere; namazı hakkıyla kılanla, kılmayana; banka önünden geçmeyenle faiz yiyene de aynı muameleyi yapmayacaktır(Her Şeyin En İyisini Allah (c.c.) Bilir).

Kardeşim Rabbim amellerimizi mahvetmez bizler ederiz o amelleri riya ile ameli mahvederiz. Şirk ile mahvederiz gurur ve kibir ile mahvederiz. Teslimiyet göstermeyerek şekva ile mahvederiz. Vehim ve zanla mahvederiz, gıybetle mahvederiz yani kendimiz mahvederiz. Rabbim ilahi kriterlere göre bizi yargılayacaktır.

Şu da vardır ki bilip amel etmeyenle bilmediği için amel etmeyene aynı muamele yapmaz. Ya da sizin ya da başkasının onları yapmaya imkanı yoksa zaten affeder ya da o halleri hesaba katar öyle muamele eder.

Nasıl hayatımıza haramları günahları farklı şekillerde sokarak sıradanlaştırmışlarsa bizlerde İslam’ın değerlerini artık yaşayıp yaşatarak hayatımızın merkezine koyacağız sıradanlaştıracağız. Eylemleri ve söylemleri bir olan insanlar olmak için çalışacağız. İslam’ı hayatımızın merkezine koyacağız. Başkalarının da koyması için çalışacağız, unutturulan sünnetleri ortadan kaldırılan İslami hayatı yeniden ihya edeceğiz. İslam’ın emniyet, saadet ve selamet dini olduğunu göstereceğiz. Bu ülkede kahraman ilan edilenlerin bu millete ve bu milletin nasıl imanına dinine, ahlakına zarar verdiklerini göstereceğiz.(İnşaallah) (http://www.zehirliok.net/node/3711)

“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline. İnsanlar mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverirler. İnsanlar dinlerini küçük dünya menfaati karşılığı değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinlerinde sâbit kalabilenler ellerinde kor ateşi tutanlar gibidirler.” (Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 390; Ayrıca bkz. Müslim, İman 186; Tirmizi, Fiten 30, (2196)

 KAYNAKLAR :

İ.D.S: İSLAM DAVASININ STRATEJİSİ – SEYYİD KUTUP

H.D: HAKSÖZ DERGİSİ – (İslami Mücadelede Gelecek Stratejileri ve Tutarlılık) – HAMZA TÜRKMEN

Avucunuzdaki Kelebek – AHMET ŞERİF İZGÖREN

 (*) : ÖMER KÖŞÜ

 

GRUBA KATIL