Ümmetin Tecdit Gayreti ve Ahlakın Vazgeçilmezliği
Arşiv Yazarlar

Ümmetin Tecdit Gayreti ve Ahlakın Vazgeçilmezliği

İslam ümmetinin birkaç yüzyıldır yaşadığı duraklama, karışıklıklar, aslından uzaklaşma yani genel olarak bozulma ve süfli arzulara meyil beraberinde aslına dönüş, yeniden ihya-tecdit olabilme çabalarını da gündeme getirmiştir. Genel olarak ihya-ıslah-tecdit hareketleri olarak isimlendirilen bu süreç ve sürecin kişi ve gurupları, o zamanın imkânları nispetince yapmış oldukları fikri üretim ve mücadele, bugünün önünü açabilecek ciddi altyapı oluşturmuştur. “İhyâ, kelime olarak canlandırma, diriltme, ölü toprak üzerinde tasarrufta bulunma, ölü araziyi ekip dikmektir. Burada dikkat çekici ortak nokta, bir şeyin gerçekte var olan temel özelliğine kavuşma anlamıdır. Çünkü toprak, üretime müsait olduğu halde kimse tarafından işlenmediği için ölü arazi hükmüne girmiştir.” Âlimler ve önder şahsiyetler, ümmetin çoraklaşmış toprağını yeniden verimli hale getirebilmek için gayretler sarf etmişleridir. “Nitekim bunun Osmanlı’da ifade tarzı, ‘esâsât-ı kadîme-i İslâmiyyeye rücu’ (İslam’ın ilk temel esaslarına dönüş) ve ‘ihtiyâcât-ı zamâniyyeyi müdrik ulemanın cehd ve içtihatlarına’ (zamanın gereklerini idrak eden din âlimlerinin gayret ve içtihatlarına) şeklindeki ifade, İslamcılık ile ihyacıların ortak noktalarından biridir.” denmiştir.[1]

İhya hareketleri, bozulma sebeplerine farklı pencerelerden bakmışlardır. Bu farklı çare arayışları da maalesef ihtilaflara kapı aralamış hatta çatışmalara sebep olmuştur. Ümmetin umudu, bütün bir ümmete şamil olabilecek ihya, biraz daha ertelenmiş oldu. Öncelikle sorunları tespit etmek gerekir. Her dönemin genel-geçer sorunları var olmuştur. Ümmetin rehavet ve duraklamasının sebeplerini, bu sebepten bütüncül olarak okumak önemlidir. Bu konuya kafa yoran, onu dert edinen âlim, önder şahsiyetleri takip etmek lazımdır. Kendi dönemlerini nasıl görmüşler, eksiklikleri nasıl anlamışlar, nereleri atlamışlar, bağlantı kopukluğu, ihmal oluşmuş mu, satır satır okunmalıdır. Genel olarak kitap, risale, makalelerde hatta konu ile ilgili külliyatlarda, temel sorunlar dile getirilmiştir. Ama bu sorunların yazılıp, çizilip, anlatılmasında temel bir meseleyi atladıkları veya kısmen ana unsurlar ile beraber zikredilmediği görmüştür. Her ilmin, her mekânın, her konunun, her zamanın vazgeçilmez baş mimarı “ahlak”tır. Ahlak; felsefeye, kelama, dergâhlara sığmayacak kadar ilmidir, ameli boyutu ile olmazsa olmazdır. Bütün sultanlar, tüccarlar, düşünürler, savaşlar vb. ona muhtaçtır. Nitekim İslam düşüncesinde ‘dini ilimleri yeniden canlandırma’ anlamına gelen İhyâu Ulûmi’d-Din isimli kitabın yazarı İmam Gazzâlî’nin ihya kavramıyla anlatmaya çalıştığı da budur. Yani Gazzâlî, gerçek ilimlerin ve selef-i salihin’in takip ettiği ahiret yolunun artık unutulduğunu söyleyerek bunları ‘ihya’ etmekten bahsetmektedir. Buna göre Müslümanları içine düştükleri dini, ahlâkî ve kültürel yozlaşmadan ve bunların içtimâî ve siyasî yansımalarından kurtarmaya çalışmak, dini anlayışı ihya etmek demektir.”[2]

Genel olarak ümmetin gerileme sebeplerini özetlersek, ana başlıklar ile şunları saymamız yeterli olacaktır:

“İslam dünyasının geri kalmışlığı (İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan dönem için) çok sayıda faktörle açıklanmaktadır. Bu faktörler genel olarak şu şekilde belirtilebilir:

  1. İslam dünyasının, Avrupa’da meydana gelen değişim ve gelişmeleri takip etmedeki başarısızlığı,
  2. İslam dünyasının Batı emperyalizmine maruz kalması,
  3. Batıdaki teknolojik gelişmelerin hazır bir şekilde alınması,
  4. Moğol ve merkezi Asya’dan gelen baskıcı ve yağmacı unsurlar,
  5. Politik durumun stabil olmaması,
  6. Dini toleransın yerini dini taassuba bırakması,
  7. Avrupalılar tarafından yeni ticaret rotalarının bulunması,
  8. Avrupa’da girişimci yeni bir tüccar sınıfın doğuşu

 İç etmenler iki başlık ile;

  1. İçtihat Kapısının Kapanması: İçtihat kapısının kapanmasının en önemli sonucu, İslam’ın kendisini güncellemesinin engellenmiş olmasıdır. Bu durum, özgür ve rasyonel arayışlar yerine dondurulmuş bir din anlayışını benimseme ve önceki yaklaşımların taklit edilmesi ile sonuçlanmıştır. Bu da zihinsel bir durgunluğa sebep olmuş ve mezhep taassubuna yol açmıştır. İslam düşüncesinde taassubun gelişmesi ise İslam düşüncesinin skolastik anlayışa evrilmesi ile neticelenmiştir.
  2. Dini Zihniyet Problemi ve Medreselerin Bozulması: İslam toplumlarında dünyaya önem vermeyen din anlayışının gelişimi, diğer bir ifade ile tevekkül ve kaderci anlayışın gelişimi, dinsel zihniyet alanında ciddi bir kırılma yaratmıştır. Diğer bir husus ise daha önceden var olan dini toleransın yerini, dini taassuba bırakmasıdır.
  3. Siyasi İstikrarsızlık: İslam dünyasında yaşanan iç kargaşalar, çatışmalar, savaşların sonuçları ve siyasal iktidar sorunları, İslam toplumunun gerilemesinde iç politik unsurlar olarak etkili olmuştur.[3]

(Devamla, bazı âlim ve mütefekkirlerin görüşleri de şöyledir): Fazlurrahman: Müslüman toplumlarda, ekonomik kazanç ve zenginliğin olumlu olarak görüldüğü ancak Ortaçağda dünyevi olana karşı olumsuz bir tavır takınan öbür dünyacı ve zühdcülük anlayışının geliştiğini ileri sürmüştür. Geri kalmışlığın, bu nedenle yeni gelişen bu durum ile ilişkili olduğunu vurgular. Ona göre mistik anlayışının gelişimi, çürümenin belirgin bir aracı olmuştur. Afgani, Abduh ve Reşid gibi İslam modernistleri de İslam’ın rasyonel ve dünyacı bir özünün olduğunu ve bu nedenle geri kalmışlıktan kurtulabilmek için İslam’ın bu geleneksel yorumunun irrasyonel dünyasından kurtulmak gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Taklit ve tasavvuf anlayışları yerine Kur’an’ın rasyonel ve akılcı yorumunun benimsenmesi gerektiği belirtilmiştir.[4] Said Halim Paşa da İslâm dünyasının geri kalmasını önemli ölçüde; Müslüman toplumların İslam öncesi kültüre olan bağlılıkları, batı dünyasında ortaya çıkan gelişmeleri zamanında izleyememeleri, yanlış batılılaşma çabaları veya batı taklitçiliğine indirgenen yanlış modernleşme eğilimleri, eğitim-öğretim alanındaki gerilik, dini-ahlaki alanda yaşanan yozlaşma ve çözülmeler ile açıklamaktadır. Fuat Sezgin, İslam dünyasının geri kalmışlık sorunsalını önyargılı yaklaşımlar içerdiği gerekçesiyle oryantalist bir bakış açısının dışında açıklamaya çalışmıştır. O, İslam toplumunun 16. yüzyıla kadar gelişmeye devam ettiğini, 16. yüzyıldan sonra duraklama aşamasına geçtiğini ileri sürerek, bu nedenle sorunu “geri kalmak” olarak değil, “donuklaşma” veya “duraklama” şeklinde kavramsallaştırmıştır. İslam medeniyeti için yanıtı aranılacak olan soru, “İslam toplumu, niçin duraklama çağına girmiştir?” olmalıdır.[5]

Selefi bakışı da özetlemek gerekir ise nasslara sarılmak, zahiren var olan tüm delilleri uygulamak, insani olanın ilme bulaşmasını engellemek ümmetin tek kurtuluşudur, denmiştir. İmam Malik’in; Öncekiler ne ile ıslah oldular ise sonrakiler de onunla ıslah olurlar” sözünün tam da yüzeysel sistematiği olarak görülmüştür. “İhyacılıkta, İslâm’ı hayata yeniden hâkim kılmak da bir başka önemli husus olarak gözükmektedir. Müslümanların gerilemesinin sebebi, İslâm’ın hakikatinden uzaklaşılmış olunmasıdır. Çözüm, gerçek İslâm’a yönelmek yani İslamlaşmaktır. Bunun için öncelikle Hz. Peygamber dönemine, asr-ı saâdete dönmek ve temel kaynaklara, Kur’ân ve sünnete başvurmak lazımdır. Sonraki görev ise asr-ı saâdetin ardından ortaya çıkmış geleneklerin gözden geçirilmesi ve ıslah edilmesidir. İslâm düşüncesini körelten, Müslümanları yanlış yollara sevk eden bid’at ve hurafelerin ayıklanmasıdır. Bu “ana kaynaklara dönüşçü” özelliği nedeniyle “yeni selefîlik” veya “ıslahatçı selefîlik” olarak tanımlanmıştır.[6]

Yukarıda sayılanlardan çok daha fazla düşünce ve hareket insanı, görüşlerini İslam âlemine duyurmayı başarmıştır. Yazının hacmi, fikir vermek maksatlı olduğu için bu kadar ile yetinmiş olalım. Bu tespitler, elbette büyük düşüncelerin, yaşanmış gerçekliklerin sonucu neredeyse ittifaken yazılmış, konuşulmuş sebepler ve çözümlerdir. Fakat hepsinde var olup, öne çıkmayan asıl sorun, bizce ahlak sorunudur. Ümmetin her konuda ahlakiliği tali bir mesele olarak görmüş olması, kavganın, tembelliğin, korkaklığın vb. temel sebebidir. Ümmetin önderlerinin, fikirlerine ve mücadelelerine ahlak ilkelerini tam da yerleştiremediklerini görmekteyiz. Taha Abdurrahman, “Ahlaktır ancak insanı, değerleri idrak etme yetisi olmayan, dolayısı ile ahlaki donanımı da olmayacak olan hayvanlardan ayıran. İnsanın kimliği esasen ahlaki bir kimliktir.ve “Ahlak fıkhı, ibadet ve hukuksal fıkıhtan daha öncedir. Çünkü ibadet de, ceza da ahlaki bir konudur.der.[7]

İslam tarihi, ahlakın zayıfladığı veya kuvvet bulduğu dönemler ile okunmalıdır. Ne zaman ki ilmi ahlak, siyasi ahlak, ticari ahlak, sefer veya cihad ahlakı vb. olması gereken istikametten sapmış, insan aklının yorum ve insafına bırakılmış, işte o zaman ahlakın ıslah eden konumu devre dışı kalmış, bozulma başlamıştır. Bugün de görmüş olduğumuz gibi ahlak kavramı, sanki Kur’ani değil de vicdani bir uygulama veya tercihmiş gibi bir algı var. Rasulullah’ın ahlakının Kur’an olduğunu her kesimden duyduğumuz, okuduğumuz halde, bu söylenen Kur’an ahlakı, ihtilafların önüne geçemeyen, kavgaları sulha çeviremeyen, Müslüman kardeşinin gıyabında her türlü aleyhte konuşmalara engel olamayan, birlikte hareket etmeye aracı olamayan içi boş bir söylem olarak kalmıştır. İşte İslam tarihi de böyle içi boş ve söylemden öteye geçmeyen bir ahlakın yaygınlaşmasından dolayı bütün duraklama sebeplerine müstahak olmuştur. Son yüzyıllarda sorunu Batı tipi bir metodoloji ile aramaya çalışan İslam mütefekkirleri, eski dönemdeki kelamcılar gibi, ahlakı felsefenin veya kelamın teorik ilmi seviyesinde tutmuşlardır. Son dönemde en mutedil ve kapsayıcı tecdit hareketi, şehid Hasan el-Benna merhumun yapmaya çalıştığı “İslam toplumu” modeli olmuştur. Ahlakiliği öne çıkaran müstesna hareketlerden biridir. Bu hareket, her işin başında, ahlakı başköşeye alarak hem pozitif bilimde hem de İslami ilimlerde ümmetin önünü açacak ciddi başarıları Allah’ın izni ve inayeti ile elde etmiştir.

Demek ki ümmetin asıl sorunu; ne ayrı gayrı durma, ne ekonomik gerileme, ne siyasi çalkantılar, ne teknolojik geri kalmışlık… En büyük sorunumuz, bütün bu sorunları çözebilecek ve ıslah edebilecek ahlak kurallarını ibadet şuuru ile ayet ayet, pratik ameller haline getirebilmektir. Kişisel tercihlere, vicdani kanaatlere bırakılamayacak kadar itikadi ve fıkhi bir konu olduğunu görebilmemiz elzemdir.

Konu, özetlenemeyecek kadar önemli ve o kadar da hassastır. Burada hasbelkader sunmaya çalıştığımız, sadece dikkati çekebilmektir inşallah. İnancın ve ilmin başı olan ahlakın, daha çok işlenmesine vesile olmak duası ile kalın.

Haydar ÖZALP

 

[1] (http://www.emakalat.com/tr/download/article-file/226966)

[2] (http://www.emakalat.com/tr/download/article-file/226966)

[3] (Kurt (2008: 47-68).

[4] (Anzavur, 2002: 290-291).

[5] (Bingöl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, http://busbed. bingol. edu. tr, Yıl/9 • Cilt/ 9 • Özel Sayı • Güz/2019)

[6] (http://www. emakalat. com/tr/download/article-file/226966)

[7] (Bilgi Ahlaktan Ayrıldığında, Kitabı)

GRUBA KATIL