Türkiye’nin Normalleşme Girişimlerinde ABD’nin Enerji Politikası
Arşiv Yazarlar

Türkiye’nin Normalleşme Girişimlerinde ABD’nin Enerji Politikası

Türkiye’nin, önceki yıllarda izlediği “sıfır sorun” politikası, komşu ülkeleri birbirine yakınlaştırmakta ve aralarında var olan ya da çıkması muhtemel problemleri diyalogla çözme imkânı vermekte idi. Çünkü bu politika, hem Türkiye’nin hem de diğer komşu ülkelerin menfaatlerini karşılıklı gözeten bir politika idi. Bu politika, C. Başkanı Erdoğan’ın da çok sık söylediği gibi “kazan kazan” formülüne dayanmaktaydı. Ama bu politika, ne İsrail’in ne de ABD’nin işine gelmekteydi. Çünkü Siyonist İsrail, bir hançer gibi bölgenin bağrına saplandığı ilk günden bu yana beka problemi yaşayan işgalci bir terör devletidir. İsrail’e bu korkuyu yaşatan ise geçmişte kendileri gibi işgalci olan Haçlıların yenildiği/hezimete uğradığı Hıttın Savaşı[1] idi. Yani nasıl ki Haçlılar, 88 yıl işgalleri altında tuttukları Filistin’de, Selahaddin Eyyubi tarafından hezimete uğratılarak Mescid-i Aksa/Kudüs kısacası Filistin tekrar özgürleştirilmişse, aynı akıbetin kendi başlarına da geleceğinden korkmaktadırlar. Bu nedenle Filistin’deki işgallerinin ömrünü uzatmak için her çareye başvurmaktadırlar. Nitekim bir taraftan Filistinsiz bir Filistin oluşturmaya çalışırlarken, bir taraftan da Arap olan ya da olmayan ama ABD güdümünde olan laik/demokratik ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu amaçla kuruluşundan kısa bir süre sonra Şah döneminin İran’ı ile, Türkiye ile ve Etiyopya ile ekonomik, siyasi, askeri ve istihbari ilişki kurmuştur. Bu ülkelerin, İsrail açısından birçok öneminin yanında diğer bir önemi de kendisini çevreleyen Arap ülkelerinin dışında olmaları ve aynı zamanda Arap olmamalarıydı. Aslında Arap ülke yönetimlerinin çoğu, kendi halklarının aksine İsrail ile gizli ilişkileri bulunmaktaydı. Ama Siyonist yönetim, gizli devam eden bu ilişkilerin alenileşmesini ve bölgenin diğer ülkeleriyle de ilişkilerini geliştirmek istemekteydi. Buna en büyük -belki de tek- engel ise bölgedeki İslami Hareketlerdi. Aslında bu İslami Hareketler, sadece Siyonist İsrail’in değil aynı zamanda bölgedeki uşak ruhlu yönetimlerin de korkusuydu. Özellikle bölgede İhvan’ın gelişmesi ve birçok Arap ülkesindeki siyasi, ekonomik ve askeri politikalarda etkin hale gelmesi, bu korkuyu daha da arttırmaktaydı.

17 Aralık 2010’da Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendisini yakmasıyla başlayan Arap baharı -kışa dönmüş olsa da-, Kuzey Afrika ve Ortadoğu halklarının, yönetimlerine karşı bir başkaldırısıydı. Bu ülkelerde, emperyal ve Siyonist güçlere zaman zaman başkaldırı olmuş ama birçoğunda kendi yönetimlerine karşı -belki de- ilk kez bir başkaldırı gerçekleştirilmişti. Bu başkaldırıların neticesinde küresel ve Siyonist güçlerin kuklaları olan diktatörler bir bir devrilmekteydi. Ama bu uzun sürmedi, satın alınan kimi gruplar ve özellikle de ulusal -güdümlü/devşirilmiş- ordular kanalıyla devrim süreci tersine döndürülmüştür. Çünkü azgelişmiş ya da geri bıraktırılmış ülkelerde ordular, emperyal güçlerin kontrolünde olup halklarına karşı işgalci/sömürgeci güçlerin menfaatlerini korumak için dizayn edilmişlerdir. Nitekim Arap Baharı’nı kışa dönüştüren, yine bu ülkelerin orduları olmuştur.

Bölgedeki bazı diktatörlerin devrilmesi, sıranın kendilerine de geleceğinden korkan diğer diktatörleri korkutmuş ve kolaylıkla ABD ile Siyonist İsrail’in kucağına sığınmışlardır. Bu yönetimler, ABD ve Siyonist güçlerin de yardımıyla hem koltuklarını sağlamlaştırmışlar hem de gelişmekte olan İslami hareketleri kendileri için -şimdilik- tehdit/tehlike olmaktan çıkarmışlardır. Elbette bunun bir bedeli olmalıydı, bu bedel ise Siyonist İsrail ile ilişkilerin alenileşerek normalleşmesiydi. Zaten buna hazır olan uşak ruhlu yöneticiler, Mescid-i Aksa’yı, Kudüs’ü ve Filistin’i yok sayarak, Siyonistlerin insanlık dışı uygulamalarını ve katliamlarını görmezden gelerek normalleşme ilişkilerini resmileştirmişlerdir.

Ya Türkiye’nin Normalleşmesi?

Bölgede bulunan Türkiye’nin ise belirli bir süre öncesine kadar bölgenin bazı ülkeleriyle diplomatik anlamda ilişkileri en alt düzeye inmiş ve hatta bazı ülkelerle de -neredeyse- çatışmalı aşamaya kadar gelmişti. Özellikle Mısır’da yap(tır)ılan darbe ve akabinde Türkiye’de gerçekleştirilen darbe girişiminin arkasındaki güçler dolayısıyla Türkiye’nin, bölge ve küresel güçlerle ilişkileri daha da sıkıntılı hale gelmişti. Özellikle de BAE’nin, FETÖ darbe girişimine katkısı, Siyonist İsrail’in Mayıs 2010’da Mavi Marmara’da uluslararası sularda katliam gerçekleştirmesi, ABD’nin terör örgütleri PYD/PKK’yı ve FETÖ’yü desteklemesi, bu ilişkileri daha da çıkmaza sokmuştur. Hatta bu nedenlerle bazı ülkelerle diplomatik ilişkilerini kesmiş, bazılarıyla ise en alt seviyeye indirmiştir. Ancak son aylarda uzun zamandan beri ilişkileri en alt düzeye indirdiği ya da ilişkilerin kesilme noktasına geldiği ülkelerle tekrar görüşmelere ve ilişkileri normalleştirmeye başladığı görülmektedir. Oysa Türkiye’nin, bu ülkelerin gerek kendi halklarına ve gerekse Filistin’e ve gerekse Türkiye’ye yönelik hasmane tutumlarında hiçbir değişiklik olmamıştır. Özellikle Siyonist İsrail’in Filistinlilere yönelik insanlık dışı uygulamaları, Mısır’da Sisi’nin idamları, M. Bin Selman’ın (Suud) ve M. Bin Zayed’in (BAE) uygulamaları devam ederken, Türkiye’nin normalleşmeye yönelik çabalarını anlamak mümkün değildir.

Benzeri bir durumu, şimdi Suriye’nin Baas rejimi ile yaşadığı görülmektedir. Aslında şunu anlamak mümkün değildir; Suriye’nin arkasındaki güçlerle ya da en az Suriye yönetimi kadar zalim olan, katliam gerçekleştiren ülkelerle ilişkiyi devam ettiren Türkiye’nin, ABD’nin pohpohlaması sonucunda Suriye ile düşman olması, anlaşılır gibi değildir. Suriye’de gerçekleştiren katliamlardan sadece Esad mı sorumludur? Hâlbuki herkes biliyor ki, Esad’dan daha çok önceleri İran, daha sonraları ve halen Rusya sorumludur. Ama Türkiye’nin hem İran ile hem de Rusya ile hiçbir şey olmamış gibi ilişkileri, dostane bir şekilde devam etmektedir. Suriye’de işlenen insanlık dışı katliamlardan sadece Esad mı sorumludur?  En az Esad kadar hatta Esad’dan daha suçlu olan bu ülkelerdir; Esad, bir kukladır. Aynı şekilde PYD/PKK terör örgütünü destekleyen, eğitip donatarak bir ordu haline getiren ABD ile de ilişkiler devam etmektedir. Oysa ABD, hem Türkiye için hem de bölge için, PKK/PYD’den de Esad’dan da daha tehlikeli ve yakın/öncelikli tehdittir.

Peki, ne oldu da Türkiye, ilişkileri bu denli sıkıntıya sokan ve diplomatik ilişkileri kopma noktasına getiren olaylar hiç olmamış gibi bu ülkelerle tekrar yeniden ilişki kurmaya başlamıştır. Türkiye’nin ama özellikle de C. Başkanı Erdoğan’ın, İsrail’le ve yöneticileri ile ilgili söylediği sert sözlerin hala mürekkebi kurumamışken normalleşme görüşmelerinin başlaması, anlaşılır gibi değildir. Oysa İsrail, dün de Siyonist’ti, teröristti, işgalciydi, katliamcıydı, ırkçıydı; bugün de Siyonist’tir, teröristtir, işgalcidir, katliamcıdır ve ırkçıdır; bu özelliklerini aynen hatta daha da koyulaştırarak devam ettirmektedir. İşte bu özelliklere sahip olan bir terör devleti ile, C. Başkanı Erdoğan hiçbir şey olmamış gibi tekrar ilişki kurmaya başlamış ve büyükelçi atama aşamasına gelmiştir. Gerçekten Türkiye, kendi menfaatleri doğrultusunda ve sadece kendi iradesiyle mi bu ilişkileri normalleştirmeye çalışmaktadır. Bu konuda Türkiye-ABD ilişkilerinin tarihine kısaca da olsa göz gezdirenler, böyle olmadığını kolaylıkla anlayacaklardır. Türkiye’nin, Rusya ile ilişkilerini geliştiriyor olması, S-400’leri ABD’ye rağmen alması, Türkiye’nin her konuda ABD’ye rağmen sadece kendi ülke menfaatlerine uygun bağımsız politika üretecektir anlamına gelmez. Trump döneminde, -çok geçmişe gitmeye gerek yok- uyguladığı ya da tehdit etmesi neticesinde Türkiye’nin ekonomik durumu nasıl dibe vurduğu görülmüştür. Askeri yaptırımın gelmesi durumunda Türkiye’nin daha da zor durumda kalacağı muhakkaktır.

ABD ve Siyonist güçler, bölgede çıkacak/çıkan iç karışıklık ya da çatışmalardan da normalleşme ilişkilerinin başlamasından da yararlanmaktadırlar. Bu iki işgalci ve emperyal gücün, hem karışıklık çıkarılmasına hem de normalleşme ilişkilerine her zaman ihtiyacı vardır. Nitekim Trump, küre üzerine darbeci Sisi ve kukla kral Salman ile el basmaları sonucunda hem Katar yalnızlaştırılmış hem de Suud’la 110 milyar doları silah olmak üzere 350 milyar dolar tutarında anlaşma imzalamıştır. Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesi, Trump’ın 20 Mayıs 2017’de Suud’a yaptığı bu ziyaretle başlamıştır. Bu küre operasyonundan sonra bir yandan 5 Haziran 2017’de Suudi Arabistan, Mısır, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen, Katar ile diplomatik ilişkilerini kestiğini açıklamış, diğer yandan da Suudi Arabistan’da 11 prens, bakanlar ve iş adamlarının aralarında olduğu 38 kişinin gözaltına alınması, “saray içi darbe” olarak değerlendirilmiş ve Riyad’ın ABD, İsrail, Mısır ve BAE’yle oluşturmak istediği yeni ittifakın temelini atmıştır.

Katar’a ambargo uygulayan ülkelerin tekrar uzlaşmalarında da yine kazançlı çıkan ABD olmuştur. Bu sefer de İran’ı ve radikal İslam’ı (özellikle de İhvan’ı) düşman göstererek adı geçen krallıkları İsrail’in kucağına itmiştir. ABD, Asya’da özellikle de Çin ve Rusya ile kapışmasında, en azından bu bölgede rahat olması ve çatışmaların olmamasıdır. Bu, aynı zamanda Batı’nın enerji ihtiyacını karşılamak için bu çatışmasız bir bölge haline gelmesi gerekiyordu. Bu politikayla, Batı’nın hem Rusya ile hem de İran’a olan bağımlılığını ya bütünüyle koparmak ya da en aza indirmekti.

AB’nin Enerji Tedariki Çabaları

Doğu Akdeniz enerjisini ve Ortadoğu, Hazar bölgesindeki enerjinin sorunsuz Batı’ya akması çok önemli bir projedir. Bu projeyi daha da önemli hale getiren Rusya-Ukrayna savaşı olmuştur. Avrupa ülkelerinin hemen hemen tamamının enerji konusunda Rusya’ya bağımlı olduğu bilinmektedir. Avrupa ülkelerinin, Uluslararası Enerji Ajansı verilerine göre geçen yıl ithal ettiği 155 milyar metreküp gaz, toplam gaz ithalatının yüzde 45’ini ve toplam gaz tüketiminin yüzde 40’ını Rusya’dan ithal ettiği ortaya çıkmıştır. ABD öncülüğünde Avrupa ülkelerinin, Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle Rusya’ya yaptırım uygulama açıklamalarından sonra Rusya da bu ülkelere, enerjiyi kısacağını ya da tamamen keseceğini açıklayarak karşılık vermiştir. Belirli bir süreden beri AB ülkeleri gaz tedarikini nasıl ve hangi ülkelerde karşılayacaklarını düşünmelerinin yanında, ülkelerinde, sokak lambalarından kamu binalarına kadar hatta evlerde bile elektrik ve gaz kısıntısına gitme kararları almaya başlamıştır. Kimilerinin kravatsız olmanın bile gaz/elektrik tüketimine katkısı olacağını açıklaması, Avrupa ülkelerinin içinde bulunduğu durumun hiç de iç açıcı olmadığını göstermektedir. Bir yandan da AB ülkeleri, gaz tedariki için alternatif gaz üretici ülkelerle görüşmeler yapmakta, diğer yandan gaz rezervlerinin bulunduğu yerlerde hem üretim hem de Avrupa’ya taşınması üzerinde çabalarını yoğunlaştırdığı görülmektedir.

Bu çerçevede ilk akla gelen yer, Doğu Akdeniz olmuştur. Çünkü burada belirli bir süreden beri gaz rezervlerinin bulunduğu ve bu amaçla aramalar yapıldığı bilinmektedir. Doğu Akdeniz’de, toplamda yaklaşık 7-8 trilyon metreküp gaz bulunduğu tahmin ediliyor. İsrail’in ise ispatlanmış rezerv olarak 1 trilyon metreküp üzerinde doğal gaza ve 2 milyar varil petrole sahip olduğu düşünülüyor. Başlangıç olarak bu gazın 360 milyar metreküplük kısmının ihraç edilmesi planlanıyor. Ancak bunun gelecekteki keşiflerle daha da artması mümkün olabilir.

İsrail’de Gaz Bulunması

Mavi Marmara saldırısından 3 gün sonra 3 Haziran 2010’da, İsrail, Doğu Akdeniz’de Leviathan[2] doğal gaz yatakları bulduğunu açıklamıştır.

İsrail, 2009 ve 2010’da Doğu Akdeniz’de bulduğu doğal gaz yatakları sayesinde, enerji ithal eden bir ülke iken, enerji ihraç edebilecek bir ülke konumuna geldi. Doğu Akdeniz’de 2009’da kıyılarına 80 km uzaklıktaki Tamar ve Dalit isimli alanlarda doğal gaz bulan İsrail, Haziran 2010’da, kıyılarına 130 km uzaklıktaki Leviathan doğal gaz yataklarını bulduğunu duyurmuştur. Ayrıca bu tarihten sonra Güney Kıbrıs, hemen güneyindeki Afrodit’te, Mısır ise Zohr (Zuhr)’da yeni doğal gaz yatakları bulmuşlardır.

İsrail’de bulunan doğal gaz yataklarındaki rezerv, yaklaşık olarak 950 milyar metreküp. Bu miktar, Türkiye’nin sadece 2014 yılındaki 48,7 milyar metre küp doğal gaz tüketiminin 20 katına denk geliyor. Mısır münhasır ekonomik bölgesinde bulunan doğal gaz da hemen hemen bu oranda, Kıbrıs adasının güneyinde bulunan rezerv ise 147 milyar metreküp.

Tamar’da bulduğu doğal gazı 2013’te kendi iç tüketimi için kullanmaya başlayan İsrail, bu bölgenin 50 km uzağındaki Leviathan yataklarını 2017-2018 gibi faaliyete geçirmek ve bu yataktan çıkardığı gazın yüzde 80’ini dış pazarlara satmak istiyor.

Gaz keşiflerinin yapıldığı en önemli bölge ise 580 milyar metreküplük rezervle Leviathan sahasıdır. Aslında Leviathan sahasından gazın çıkarılıp son kullanıcıya sunulması için 2017 yılı hedeflenmişti; ancak bu, bazı gerekçelerle mümkün olmamıştır. Her ne kadar, bu sahadaki gazı hedeflenen sürede uluslararası piyasaya ulaştırmak mümkün olmasa da 2020 başlarında Noble ve Delek konsorsiyumu, ilk gazı çıkararak ulusal sisteme entegre etmiştir. Bu sayede İsrail’in, atıl durumdaki gazı çıkarıp ekonomik faydaya çevirmesi sağlanırken akabinde de çıkarılan gazın bir kısmının Mısır’a satılması yönünde bir anlaşma yapıldı. Şimdi sırada, bu gazı Avrupa’ya ulaştıracak hattın hayata geçirilmesi var.

İsrail Gazının Türkiye Üzerinden Avrupa’ya Taşınması

Bu gazı satmak için İsrail’in önündeki en önemli üç alternatiften en kârlısı, doğal gazını, bir doğal gaz bağımlısına dönüşen Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya satmak. Diğer iki alternatif olan gazın Kıbrıs üzerinden Yunanistan’a taşınması veya Mısır’a taşınıp orada sıvılaştırılarak gemilerle Avrupa’ya taşınması ise maliyetlerin çok daha yüksek olması nedeniyle daha az gündeme geliyor. Gazın, Türkiye’ye ve oradan da Avrupa’ya satılması, alıcı devletlerin Rusya doğal gazına bağımlılıklarının düşürülmesinde de yardımcı olabilir.

İsrail ile kıyısal olarak MEB sınırı olmayan Türkiye’nin, İsrail’den alacağı gazı, Güney Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesinden geçirerek getirmesi en kuvvetli olasılık. Çünkü Lübnan üzerinden gelecek boru hattı, Suriye üzerinden de geçmesi dolayısıyla İsrail-Suriye ilişkilerinin taşıdığı güvenlik riskleri sebebiyle gündemde değil. Ayrıca İsrail’le Lübnan arasında Doğu Akdeniz’de bulunan doğal gaz enerji kaynaklarından ileri gelen problemlerin varlığı ve Hizbullah’ın bu boru hatlarını hedef alacağını söylemesi, bu alternatifin gündemden düşmesinde önem taşıyor.[3]

Türkiye, Mavi Marmara’da 10 kişinin katledilmesinden dolayı İsrail’le ilişkileri bütünüyle koparmamış, ticari ve istihbari ilişkileri devam ettirmiştir. İsrail’de çıkan gazın Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması konusunda, Türkiye-İsrail görüşmeleri 2016’da yeniden başlamıştır.  Ancak o dönem yürütülen müzakerelerde İsrail’in taleplerinin kabul edilebilir bulunmaması, süreci tıkamıştır. Çünkü İsrail, hem döşenecek boru hatlarının maliyetini paylaşmaktan imtina etmiş hem de Türkiye’nin İsrail’den alacağı gazı üçüncü ülkelere satışı konusunda zorluk çıkarmıştır. Dolayısıyla Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bürokrasisinin yürüttüğü birkaç tur görüşmeden de sonuç alınamayınca, Doğu Akdeniz gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaştırılması planı hasıraltı edilmiştir.[4]

Doğu Akdeniz Gaz Boru Hattı Projesi

Türkiye ile ilişkiler yeniden kesilince, İsrail ve o dönem ittifak ilişkisine girdiği bazı ülkeler, gazın, Avrupa’ya Türkiye üzerinden değil, Girit-Yunanistan ve İtalya rotalarını takip eden ve Doğu Akdeniz Gaz Boru Hattı[5] (Eastmed Pipeline) olarak isimlendirilen hattan ulaştırılması için adımlar atmaya başlamıştır. Bu kapsamda aralarında İsrail, Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İtalya, Filistin ve Ürdün’ün de bulunduğu yedi ülkeyi bir araya getiren ve merkezi Mısır’da olacağı belirtilen Doğu Akdeniz Gaz Forumu, 22 Eylül 2020 tarihinde adı geçen ülkelerin tüzüğü imzalamasıyla birlikte resmi nitelik kazanmıştır. ABD ise 13 Ocak 2021’de Forum’a katılmak için resmi başvuruda bulunmuştur.

ABD, bu projeye Başkan Trump döneminde açık destek vermişti. Ancak Türkiye’nin Libya ile Kasım 2019’da imzaladığı deniz yetki alanı anlaşması[6] gereğince buraya kurulacak boru hatları, Libya-Türkiye’nin etki alanından geçeceği için, Türkiye’den izinsiz geçirilmesi mümkün değildi. BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin Teamül Hukuku şekline dönüşmüş hükümlerine göre bu hak, Türkiye’ye verilmektedir.[7] Ancak ABD, bu projeden çekilmek durumunda kalmıştır. Çekilmesinin ise bazı sebepleri vardır. Başka sebeplerin yanında en önemli sebeplerden birisi, bu projenin maliyetinin çok yüksek olması; diğer sebebi de Türkiye ile yeni bir gerginlik oluşturmak istememesiydi.[8]

Büyükelçi Oğuz Çelikkol, bu konuya dair şunları söylemiştir:

“Amerika’nın desteğini çekmesinin sebebinin, maliyeti olduğu anlaşılıyor. 10 milyar euroluk maliyeti olduğunu ifade ediyor Amerikalı yetkililer. Bunun karşılanamayacağını ifade ediyor. Ama bence esas çökme nedeni, Türkiye’nin bu projeyi baştan itibaren kendi kıta sahanlığından geçmesi nedeniyle kabul etmemesi.”[9]

Normalleşme İlişkilerinin Arkasında ABD mi Var?

Siyonist İsrail’in sadece Türkiye ile değil, diğer Arap ülkeleriyle de normalleşmesinin arkasında ABD’nin zorlamasının bulunduğu muhakkaktır. Bu zorlamada temel tetikleyici güç, enerji politikalarıdır. ABD’nin asıl amacı, Asya ve Ortadoğu’daki petrol ve doğal gazı taşıyacak boru hatlarının öncelikle Hayfa limanına oradan da Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınmasıdır. Bu proje ile hem Rusya ve İran petrol ve doğal gazına olan bağlılık bitmiş olacak hem de Rusya, İran ve Çin’in Avrupa ile ilişkisi tamamen sonlandırılmasa da azaltılmış olacaktır.

Bu amaçla ABD’de, Joe Biden seçildikten sonra bu projenin gerçekleşmesi için bahse konu ülkelerin aralarındaki düşmanlıkların sona erdirilerek normal ilişkilerin kurulması için kollarını sıvamıştır. İlk olarak 31 Ocak 2022’de Katar Emiri Şeyh Tamim Bin Hamad El Tani ile görüşmüştür. Bu görüşmede Biden, Katar Şeyhi’nden Katar gazının Siyonist İsrail’in Hayfa Limanına taşınmasını istemiştir. Bu, Biden planının ilk aşamasıdır. Amaç, Rus gazına bağımlı olan Avrupa için başka bir alternatif oluşturabilmekti. Zira başta Almanlar olmak üzere Fransa ve Avusturya, hazır boru hatlarından ve kurulu bir düzenden aldıkları doğal gaz düzenini bozmak istemiyorlardı.

İkinci aşama ise Biden, Musul petrollerini de Akdeniz’e indirmenin yolunun Hayfa limanı olduğunu düşünüyor. Musul petrollerinin Akdeniz’e akıtılması, aslında yeni bir proje değil, Kuzey Irak-Türkiye sınırı çizildiğinden bu yana gündemde olan bir programdır. Ayrıca Suud’un kuzeyinde bulunan el değmemiş madenlerdeki altınları ve saf uranyumu da İsrail’e taşınacak. Böylece Katar gazı ve petrolünden sonra, Kuzey Suriye-Irak petrolleri ile madenleri de Hayfa’ya taşınmış olacaktır.

Planın üçüncü ayağı ise Hazar havzasındaki petrollerin de buraya Hayfa’ya akıtılmasıdır. Buna göre Pentagon, Türkmen petrollerini ve Hazar havzasındaki uçsuz bucaksız petrol kaynaklarını, Hint Okyanusundan Diego Garcia adalarındaki askeri üslerine aktardıktan sonra buradan deniz yolu ile Hayfa limanına ulaştırmak istemektedir.

Diego Garcia adaları, Hint Okyanusu’nda bulunan en büyük Amerikan ve İngiliz askeri üslerine ev sahipliği yapıyor. Bu adalarda bulunan üsler sayesinde uzak doğudan Avrupa pazarına gelen ticari ve askeri gemileri kontrol altında tutan Amerikalılar ve İngilizler, Hayfa projesi için Türkmen ve Hazar havzası petrollerini taşıyan tankerlerin lojistiğini de buradan yönetmek istiyorlar.

Görüldüğü gibi Pentagon’un programına göre Katar-Kuzey Irak-Suriye-Türkmenistan-Hazar petrolleri, Hayfa limanında toplanacak ve başta Avrupa pazarı olmak üzere tüm bölgeye dağıtım buradan yapılacak. Böylece Avrupalılar enerji konusunda Ruslara gebe olmaktan kurtulacaklar. Sıcak para Amerika yönetimindeki kaynaklara akıtılacak ve sistemin tamamı Amerikalılar tarafından yönetilecek. Bu da doğal olarak önce Rusların sonunu getirirken diğer yandan da Çin için çok ciddi bir darbe olacak…

Bu Projenin Önündeki Engel

Bu planın gerçekleşmesinin önünde bazı pürüzler bulunmaktadır. Bu pürüzlerden birisi, Rusya’nın Suriye’deki varlığıdır. Rusların Lazkiye’de “meşru” varlıkları sebebiyle Doğu Akdeniz petrolleri üzerinde pay talep etme hakları var. Bu hak, Rusları Doğu Akdeniz petrolleri için bölgede tutmaya ve askeri gemilerini bölgede bulundurmaya sürükledi. Rusların hem Lazkiye’deki varlıkları hem de Doğu Akdeniz’deki varlıkları, Pentagon’un kurmak istediği düzeneği bozmaya meyilli.

İkinci önemli pürüz, Putin ve Esad arasındaki bağlar, Orta Doğu’da görmeye alışmadığımız derecede kuvveti haiz. Nitekim 2014 yılında Suudi Arabistan İstihbarat başkanı Bender bin Sultan, Moskova’ya giderek Putin’e, Esad’a olan desteğini kesmesi karşılığında kendisine 50 milyar dolarlık bir ödeme yapılacağını garanti etmiştir. Bu teklif karşısında Putin, Bin Sultan’ı kibarca ülkeden kovmuştur. Aynı şekilde 2008 yılında Katar-Türkiye ve Fransa’dan oluşan başkanlar heyetinin Suriye ziyaretinde, Sarkozy ve Erdoğan ikilisi, Esad’ı Katar Gazlarının Suriye üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya aktarılması konusunda çok sıkıştırmışlardır. Ama Esad, bu projenin Rusya’ya alternatif bir enerji hattı olacağını söylemiş ve Putin’i satmamıştır. Bunun gibi bu ikili arasını açmak isteyen nice girişimler olduysa da hepsi başarısızlıkla neticelenmiştir. Özetle; Esad’ın Ruslar lehine olan duruşu, Hayfa limanı ile alakalı geliştirilen programlar için bir güvenlik problemi teşkil etmektedir.

Biden başkan seçildikten sonraki süreçte BAE ile başlayıp Türkiye ile devam eden İsrail ile barış süreci, Pentagon’dan gelen direktiflerle yukarıda bahsettiğimiz Hayfa limanı projesi için başlatılmıştır. Burada analiz ettiğimiz husus, Körfez’de yeni çatışmaların artık istenmiyor oluşu. Türkiye’nin de içerisinde bulunduğu bölge ülkelerinin son 1 yıldır ziyaretleşmeler ile başlayan barış ve anlaşmaya yönelik tavırlarının altında da bu, yatmaktadır. Zira bu ülkeler için, boru hatlarının İsrail’den sonra izleyeceği rota, hayati bir önem taşımaktadır.[10]

Türkiye’nin İsrail ile normalleşme ilişkilerinin başlamasının arkasında yatan en önemli sebep, Türkiye’nin menfaatlerinden ziyade İsrail’in, ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin menfaatleridir. Batılı ülkeler için Rusya-Ukrayna savaşından sonra en hayati konu, enerji tedariki, ABD için Rusya ve Çin’in etkinliğini azaltmak, İsrail için ise “Beka” problemidir. Küresel emperyal ve Siyonist güçlerin ikinci bir emrine kadar bölgede, barışın, sükûnetin (!) ve çatışmasızlığın egemen olmasıdır.

Peki, ya Türkiye için?

Bu ülkelerle normalleşmenin gerçekleşmesiyle, Türkiye’nin özellikle de Erdoğan’ın gerek İsrail için gerek BAE, Mısır ve Suriye için söylediği yenilir yutulur türden olmayan sözleri/tehditleri havada kalmış olacaktır. Hiç kimse komşu ya da bölge ülkeleriyle düşmanlık devam etsin, ilişki kurulmasın demiyor, demez de! Ama emperyal ve Siyonist güçlerin istek/menfaatleri doğrultusunda ilişki kurmak/kesmek, asla bağımsız olduğu iddia edilen bir ülkeye yakışmaz. Hele normalleşme görüşmelerinin devam ettiği, birbirleriyle ilgili güzellemelerin yapıldığı bir zamanda bile Filistin’de çoluk çocuk, kadın demeden öldürülüyorsa, Mescid-i Aksa’ya yönelik siyasi Siyonistler tarafından baskınlar düzenleniyorsa, Gazze ablukası bütün vahşiliğiyle devam ettiriliyorsa ve bunlara, söylem bazında da olsa ciddi ve caydırıcı bir tavır alınmıyorsa bu, insanlığın bittiğini göstermektedir. Bu tavırsızlık, daha önce yapılan açıklamalarda da ciddi olunmadığı anlamına gelmektedir. ABD’ye ve Siyonist güçlere güvenerek bel bağlayanların iflah olmadığını/olmayacağını tarih bize çokça göstermiştir. Bu, mevcut iktidar ve yöneticileri için de geçerlidir. Çünkü tarihin -ders alınmadığı zaman- tekerrür etme gibi bir gerçekliği vardır. Bu, asla unutulmamalıdır.

Ali KAÇAR

[1] 637 yılında İslam topraklarına katılan Kudüs, 1099 yılında Haçlılar tarafından işgal edilmişti. Nureddin Zengi’den sonra ordunun başına geçen Selahaddin Eyyubi, Hıttın denilen yerde Haçlılarla savaşa girişmiş ve 2 Ekim 1187 tarihinde, Kudüs yeniden özgürlüğüne kavuşmuştur. Kudüs’ün 88 yıl sonra yeniden fethedilmesi, Siyonistleri ürkütmektedir. Gün gelecek yeni bir Selahaddin çıkacak ve yine Kudüs’ü özgürlüğüne kavuşturacaktır. Siyonistlerin, 1948’den beri en büyük korkuları budur.

[2] Leviathan, Tevrat ve İncil’de geçen ve kötülüğü temsil eden bir deniz canavarının adıdır. Sonrasında farklı öykü, roman ve felsefe kitaplarında farklı kılığa ve farklı adlara girmiştir. Leviathan: Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Kudreti.

[3] http://www.aljazeera.com.tr/gorus/turkiye-israil-normallesmesinde-enerji-etkisi

[4] https://www.aa.com.tr/tr/analiz/turkiye-israil-normallesmesinin-enerji-boyutu/2531776

[5] Boru hattının uzunluğu 1900 kilometre, derinliği ise 3 kilometre olarak öngörülmüştü. Yılda 10 milyar metreküp doğal gaz taşıma kapasitesine sahip olması düşünülen, 7 yıl sürecek bu projenin maliyeti 7 milyar dolar olarak hesaplanmıştı. Bu proje, Rusya’ya doğal gaz bağımlılığı yüzde 35 düzeyinde olan Avrupa Birliği için bu bağımlılığı azaltmanın bir yolu olarak görülmekteydi.

[6] Türkiye ile Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti (UMH) arasında 28 Kasım 2019 tarihinde imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılması ve Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmasına göre Türkiye ile Libya arasında çizilen hat, Doğu Akdeniz’i ortadan bölüyor ve bu hattan Türkiye’nin bilgisi ve izni olmaksızın geçişleri engelliyordu.

[7] https://www.yenisafak.com/dusunce-gunlugu/turkiye-dusmanligi-eastmedi-kaduk-birakti-3731177

[8] https://www.al-monitor.com/tr/originals/2022/01/could-new-israeli-gas-pipeline-bridge-long-standing-rift-turkey

[9] https://www.cnnturk.com/dunya/eastmed-projesi-coktu-rota-hangi-yone-cevrilecek

[10] Kaan Çeben’in Petrol, Gaz ve İsrail Üçgeni başlıklı yazısı için bkz; http://kaanceben.com/2022/05/23/petrol-gaz-ve-israil-ucgeni/

GRUBA KATIL