Rasulullah’ın (s.a.v.) Okuma Süreci
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Rasulullah’ın (s.a.v.) Okuma Süreci

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O Rabbin ki, kalem ile (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (Alak:1-5)

hz-muhammed-300x149-215x149

 

Peygamberlerin gönderiliş amacı ve insan karakteri

Allah, insana ihtiyacı olan her şeyi dünyada yaratmıştır. Yaşaması, hayatını ikame ettirebilmesi için her türlü imkânı istifadesine sunmuştur. “O, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allah’ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.” (Nahl:12), “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. (Bütün bunlar) onun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl:14), “Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?” (Lokman:20)

Bu imkânların tek bir amacı vardır, insanın yaratılış amacına uygun kulluk ve itaat üzere hayatını devam ettirip Rabbine kavuşmasıdır. Ama insan yaratılışı gereği zayıf yaratılmıştır (Nisa:28), cimrilik eder, cimriliği emreder (Hadid:24), gösteriş için malını harcar (Nisa:37), çalım satar, insanları Allah’ın yolundan alıkoyar (Enfal:47), Allah’ın ayetlerini satar (Tevbe:9), İnsanların mallarını haksız yere yer (Tevbe:34), Acelecidir (Yunus:11), Çok zalim ve nankördür (İbrahim:34), Tartışmaya çok düşkündür (Kehf:54), Hakk’tan yüz çevirir (Nur:47), Öğüt almaz (Furkan:50), Şükretmez (Neml:73), Bozgunculuk yapar (Kasas:77), Kendini beğenir, İnsanları küçümser (Lokman:18), Çok cahildir (Ahzab:72), Her arzu ettiğine sahip olmak ister (Necm:24), Çok hırslıdır (Mearic:19), Dünyayı çok sever (İnsan:27), İnkârcıdır (Abese:17), Dünya hayatını tercih eder (A’la:16), Azgındır (Alak:6), İsyan eder, haddi aşar (Al-i İmran:112)

Haddini aşan insan yeryüzünde bozgunculuk çıkarır. Bozgunculuğuna da masum kılıf uydurur. “Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler.” (Bakara:11) Böyle durumlarda; fesat çıkaran, kan döken bozgunculara dur diyecek, adaleti tahsis edecek, mazlumları zulümden kurtaracak ve insanları tekrar Rablerine kulluğa yönlendirecek peygamberler her dönemde gerçek ıslah ediciler olarak görevlendirilmiştir. Allah dileseydi herkesi hidayete erdirirdi (Nahl:9), Peygamberlere de ihtiyaç olmazdı. O zaman imtihana da gerek kalmaz, hak edilen değerlerin kıymeti anlaşılamazdı. Takvayı ve fücuru insana ilham eden (Şems:8) Rabbimiz, her an azan, yoldan çıkan ve kendisini ilahlaştıracak kadar ileri giden (Kasas:38) insana Sünnetullah gereği müdahale etmiş ve doğru istikamete yönlendirecek peygamberler göndermiştir.

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in doğumundan önce Allah tarafından insanlara okunması

Allah’ın; Hz. Muhammed (s.a.v.)’e okuma sürecinin başlangıcı, dünyaya gelişinden önce başlamıştır desek yeridir. Tüm insanlığa bir peygamber gönderilecekse ve sonrasında peygamber gönderilmeyecekse özel konumunun iyi işlenmesi ve okunması gerekir.

Konumuzun ana teması “okumak” olduğuna göre ‘okuma’ ya yüklediğimiz anlamı biraz açmamız gerekiyor. Yukarıda yazılanlardan da anlaşılacağı üzere yaratılış gayesi, yaratılanların ne amaçla yaratıldığı ve insan merkezli bir ‘yaratış’ın olduğunu görürüz. Yani merkezde insan vardır ve yaratılan her şey insan etrafında odaklanır. Sünnetullah (Allah’ın tabiatı yaratıp devam ettirmek ve toplum hayatını düzenlemek üzere koyduğu kanunlar) işlemeye başladığından beri bu düzeni koruması gereken insan iken bozmaya çalışan da insandır. Asıl okumanın bu minvalde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Afaki ve enfüsi bağlamda; vahyi, kâinatı okumak, yaratılış gayesini okumak, Rabbini okumak, kendini nefsini okumak, takvasını fücurunu okumak, iyiliği kötülüğü okumak, cenneti cehennemi okumak… Kısacası, her türlü davranış biçimi ve gözün gördüğü, kulağın duyduğu her şey; akıl ve muhakeme ile vicdan ve sağduyu ile okunabilir durumdadır.

Değerli olan, değerinin kıymeti bilinsin diye en güzeli ile takdim edilir. En değerli olanlar en sona bırakılır. Bir heyecan oluşturulur. Daha gelmeden, görüntüsü görülmeden; nitelikleri, yetenekleri, kalitesi anlatılarak, ortaya çıkmadan gönül bağı kurdurulur. Eşyada olduğu gibi insanda da aynı durum söz konusudur.  Sunum şekli kadar sunum sırası da önemlidir ve en değerliler, en çok sevilenler, en çok rağbet görenler, en çok arzulananlar en sona çıkar, çıkarılır. İnsanlar beklemeye değer görür. Görmek adına beklemenin sıkıntısı hafif kalır. Hele ki beklenen kişi bir peygamber ve bekleneni sunan, takdim eden, okuyan Rabbimiz ise…

Âlemlere rahmet olarak gönderilen (Enbiya:21) bir Peygamberinde buna yakışır bir şekilde insanlara takdim edilmesi ve okunması gerekirdi. Yaşadığı halkın içinden çıkan (Tevbe:128), çarşılarda gezen (Furkan:20), en alt tabakadaki fakir, kimsesiz bir insanın yaşadığı hayatı yaşayacak, yamalı elbise giyecek, bulduğunda karnını doyuracak, bulamadığında karnına taş bağlayıp oruç tutacak kadar mütevazı ve teslim olmuş; göklerin kademeleri gösterilip, cennet cehennem gezdirilecek kadar da hiçbir insana verilmemiş imkânlar sunulan bir Peygamberin de buna göre takdim edilmesi gerekirdi. Değerinin bilinmesi için, beklenenin; beklemeye değer bir kişilik olduğunu insanların anlaması için, doğumundan önce insanlara okunması gerekirdi. Kâinatı, yaratılış gayesini ve dünyada nasıl davranışlar sergileyeceğini insana okuyan Rabbimiz, Muhammed (s.a.v.)’i doğmadan insanlara takdim etmiştir. Kâbe’yi, oğlu Hz. İsmail ile birlikte inşa ederken Hz. İbrahim’in yaptığı duada, Rasulullah (s.a.v.)’in müjdesi veriliyordu. “Ya Rabbi, O Müslüman ümmete kendilerinden bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları günahlarından temizlesin.” (Bakara; 129)

Medine’deki Yahudiler de yakında yeni bir peygamber geleceğini, Tevrat’ı tasdik eden yani tevhid ve diğer temel itikad konularıyla dinin asli hedeflerinde Tevrat’la uyuşan, ayrıca Tevrat’ın son peygamberle ilgili müjdesini doğrulayan yeni bir kitap indirileceğini biliyorlardı. . (Fahrettin Razi, III, 180). “Kendilerine ellerindekini (Tevrat’ı) tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince onu inkâr ettiler. Oysa daha önce (bu kitabı getirecek peygamber ile) inkârcılara (Arap müşriklerine) karşı yardım istiyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince ise onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.” (Bakara:89)

Yahudiler gibi Hristiyanlar da bir peygamberin geleceğine olan inançları tamdı. Üstelik bu müjdeyi Hz. İsa (a.s.) vermişti: “Hatırla ki, Meryem oğlu İsa: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açık deliller getirince: Bu apaçık bir büyüdür, dediler.” (Saff: 6)

Rasulullah (s.a.v.)’in doğumundan önce insanlara okunduğunun daha eski tarihi delili, Habeşistan Kralı Necaşi’nin şehadetidir. Hz. Abdullah İbn-i Mesud (r.a.)’ ın rivayetine göre, Habeşistan’a hicret etmiş olan Müslümanlar, Kral Necaşi’nin huzuruna çağrılınca, heyet başkanı Hz. Cafer bin Ebu Talip (r.a.) İslam Peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki: “Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O’nun Allah’ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum. İncil’de zikri geçen elbette O’dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu İsa bize vermişti.” (Müsned-i Ahmed). Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necaşi; Hz. İsa’nın, bir Nebi’nin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu kıssa ile ayrıca, İncil’de, Hz. Muhammed (s.a.v.) in gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi’nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (a.s.) olduğu neticesine varmakla hiç gecikmediği de anlaşılıyor. (Tevhid Mücadelesi, Mevdudi)

Bu mübarek zamanın gelmesinden kısa bir süre önce Ebrehe 60 bin kişilik ordusuyla kaderini denemeye çalışmıştı. Ama Ebrehe 60 bin değil 600 binlik ordusuyla bile gelseydi aynı akıbete uğramaya mahkûmdu. Asırlardır hazırlanmakta olan ilahi plan artık tatbik edilme safhasına gelmişti ve bunu engellemeye dünyada hiçbir kimsenin gücü yetmeyecekti. Takdir-i ilahiye göre, dünyaya bütün Peygamberlerin en büyüğü ve insanların en büyük lideri ve önderi teşrif edecekti. Bu öyle bir lider, öyle bir şahsiyetti ki, tarihin akışını değiştirecekti. Bu şahsiyetin gelmesi için 2.500 yıldan beri hazırlık yapılıyordu ve herkes dört gözle O’nu bekliyordu. O’nun gelişini ve doğuşunu kimse engelleyemeyecekti. (a.g.e)

Allah’ın; Hz. Muhammed (s.a.v.)’i doğumundan gençlik dönemine kadar ki süreçte insanlara okuması

Bu süreç, üstün özelliklerinin ve kişiliğinin insanlara okunması şeklinde karşımıza çıkar. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dokunduğu, hayatına girdiği kim varsa mutlu oluyor, bereketli günler geçiriyordu. Süt annesi Halime’ye verilmesi ile tüm gözler üzerine yönelmişti. Halime’nin sütü artmış, evine bereket gelmişti. Sağdıkları hayvanlar bile hiç olmadığı kadar bolca beslenmiş ve süt vermeye başlamıştı. Öyle ki kendisini taşıyan merkep bile canlanıyor, tüm hayvanlardan daha hızlı koşuyordu. Yaşı ilerledikçe bu bereketin farkına varan insanlar özel bir kişi olduğunu anlamaya başlamışlardı.

Doğumundan 10-12 yaşına kadar olan devrede, gerek günden güne ortaya çıkan şahsi kabiliyetleri, gerekse başından geçen garip ve akıl almaz olaylar, çevresindekilerin ve O’nu yakından tanıyanların, vasıf, kabiliyet ve meziyete sahip bir şahsiyetin yetişmekte olduğu kanısına varmalarına sebep olmuştu. Rasulullah (s.a.v.)’ in şahsiyeti sadece bereketler ve mucizeler yaratmıyordu, aynı zamanda tabiatı, huyu, alışkanlıkları ve vasıflarının da diğer çocuklardan farklı olduğu gün gibi aşikârdı ve dış görünümü bile olağanüstü kişiliğini açığa vuruyordu. Ebu Talib’de yemekten önce, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ e “Oğlum, sen çok mübarek ve bereketlisin” diye hitap ederdi. Bu nedenle de, O gelmeden yenmezdi. Yemek sırasında çocuklar kaplara ve tabaklara hücum edince Hz. Muhammed (s.a.v.), derhal elini çekerdi. Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ e ayrı bir tabakta yemek verirdi. Evde Ebu Talib’e mahsus bir divan vardı, buna kimse oturamazdı. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.) için herhangi bir yasak ve engel yoklu. Rasulullah (s.a.v.), bazen gidip divanda amcasıyla otururdu ve kimse karışamazdı. Bu sebepten dolayıdır ki, Ebu Talib bazen şöyle derdi: “Rebia’nın tanrısına yemin ederek söylüyorum, kabile reisliği gerçekten yeğenime yakışıyor.” (a.g.e).

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in okuma sürecinin başlangıcı ve toplumun kendisini okuması

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mekke ortamında kişiliği oturmaya başlıyor, çocukluk sürecinden sorumluluk ve bilinç sürecine geçiyordu. Etrafında olup bitenleri gözlemliyor, anlamlandırmaya çalışıyordu. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu okuyordu. Cahili adetleri, gelenekleri okuyordu. Ahlaksızlığı okuyarak ahlaklı bir kişiliğe insanları şahit ediyordu. Mekke halkının en çok kaybı ve en az sahip olduğu iki erdemdi ahlak ve eminlik. O (s.a.v.) bu iki erdemin bayraktarlığını yapıyordu. ‘el-Emin’ sıfatını almış ve bu iki erdemle tanınır olmuştu. Hayatının her aşamasında olduğu gibi bu iki erdemi ticaretinde de gösteriyor, gerçek tüccarların nasıl olması gerektiğini muhataplarına okuyordu. Halkın tapındığı, adaklar adadığı, kurbanlar kestiği putları okuyordu. Putlara yaklaşmayarak atası Hz. İbrahim (a.s.)’in Hanif duruşunu okuyordu.  Aklına, mantığına, vicdanına hitap eden her türlü tavrı, davranış biçimini okuyordu. Erdemli olmayı, onurlu olmayı, şerefli bir yaşamın temel ilkelerini okuyordu. Yeri geliyor ilkeli bir duruş sergiliyor, yeri geliyor insan olması hasebiyle ne yapacağını nasıl davranacağını bilemediği durumlarda rabbinin koruması ile muhatap oluyor ve vicdani rahatlıkla aynı cahili davranışları sergilemekten kaçınıyordu.

Bu söylediklerimize birkaç örnek verelim: Hz. Muhammed (s.a.v.) cahiliye döneminde insanların yaptıkları kötü işlere iki kez meylettiğini ve Allah’ın kendisini koruduğunu söylemiştir. Bu dönem amcasına mali destek sağlamak amacıyla Mekke de ücret karşılığı süt kardeşleriyle birlikte çobanlık yapmaya başladığı zamanlarda gerçekleşmiş ve gençlerin gece hayatını merak ederek eğlence olan bir eve yaklaştığında Rabbi tarafından uykuya daldırılarak korunmuştur. Muhammed bin İshak’ın bir rivayetinde ise Kureyşli çocuklarla oynarken çıplak dolaşması ilahi bir uyarı ile engellenmiştir. Benzer durum 35 yaşında Kâbe’nin inşası sırasında gerçekleşmiş ve baygınlık geçirmiştir. Hiçbir rivayette, Hz. Muhammed (a.s.)’in tamamıyla çıplak kaldığı belirtilmemiştir.

İbn-i Sâ’d, Ümm-ü Eymen’in şu rivayetini nakletmiştir. Kureyşliler Büvâne adında bir puta taparlardı. Bu puta adak ve hediyelerini sunar ve çevresinde itikaf ederlerdi. Ayrıca onun uğruna kurban da keserlerdi. Ebu Tâlib de adet üzere ailesiyle birlikte oraya giderdi. Henüz erginliğe erişmemiş olan Hz. Muhammed (a.s.)’in de bu putun yanına gitmesi istenir, ama her defasında Hz. Muhammed (a.s.) bu isteği reddederdi. Bazen bu yüzden bayağı gerginlik olurdu. Gerek Ebu Tâlib, gerekse teyzeleri, Hz. Muhammed (a.s.)’in bu tutumunu çok yadırgarlardı. Bir defasında, Müvâne festivali sırasında büyüklerin sürekli baskı ve ısrarlarından kurtulmak için Hz. Peygamber (a.s.) evi terk etti ve uzun süre ortalıkta görünmedi. Evdekiler merak etmeye başladılar. Nihayet sarsılmış ve bitkin bir şekilde eve döndü. Teyzeleri hemen yanına gidip, “evlâdım, sana ne oldu?” diye sordular. Hz. Peygamber (a.s.) kendisine bir şey olacağından korktuğunu söyledi. Teyzeleri, “Aman Yüce Tanrı seni Şeytan’ın kötülüğüne kaptırmasın. Çünkü sende büyük meziyetler var” dediler. Hz. Muhammed (a.s.)’in anlattığına göre festival sırasında kendisi Kâbe’deki putlara yaklaşmaya çalışmış ama her defasında beyaz tenli uzun boylu bir kişi kendisini, “Sakın Muhammed bunlara yaklaşma, bunlardan uzak dur” diyerek uyarmıştı. Ümm-ü Eymen diyor ki, “bundan sonra Hz. Peygamber (a.s.) hiçbir zaman bu tür festivallere katılmadı.” (a.g.e.)

Putperestliği, Hristiyanlığı, Yahudiliği okumaya başladıkça Hz. İbrahim’in Hanif dinine yönelişi yoğunlaşıyor ve tevhide dayalı dini anlayışının temsilcilerinin (Zeyd b. Amr, Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş) yaşantılarını okuyarak, onların şahsında; aklına, vicdanına uymayan toplumun yozlaşmış, şirke bulaşmış dini yaşantılarının adını koyuyordu. Peygamberlik öncesi savaş ve kavgaya katılmamıştı. Ficar harbinde küçük olduğu için fazla bir şey yapmamıştı ve sadece düşmandan gelen okları kendi amcalarına vermişti. Cahiliye döneminde kavga ve kısır çekişmelerden uzak durarak; kavgacı, kin güden, kan davası taşıyan kavmine, barışı ve toplumsal uzlaşmanın temellerini okuyordu.

20-25 yaş döneminde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in, çocukluğundan beri taşıdığı şahsî meziyet ve kabiliyetlerinden bütün Kureyşli ve Mekkeliler de haberdar olmaya başlamıştı. Dürüstlük, doğruluk, emanet, güzel ahlak, iyi niyet, ciddiyet, zekâ, mantık, sabır, vakar, cömertlik, fedakârlık, nezaket, yardımseverlik ve önderlik gibi meziyetleri bir bir ortaya çıkmaya başlamış ve bu sebeple, çevresinde saygı ve sevgi kazanmaya, şöhreti ve nüfusu her tarafa yayılmaya başlamıştı. İşte bu sıralarda, Hz. Hatice (r.a.) Hz. Peygamber (a.s.)’i ticaretine ortak etti.(a.g.e).

Okuma yazma bilmeyen, hiç kimseden de okuma öğrendiğine dair şahitliği olmayan ve kitap ehli ile hiçbir bağlantısı olmayan bir insan için okumanın anlamı, elbette kelimeleri okuyup yazmak olmadığı aşikârdı. Verilecek olağan üstü bir göreve hazırlıktı bütün bunlar. Kolay değildi, hiçbir zamanda kolay olmamıştı, Hz. Muhammed (s.a.v.) içinde kolay olmayacaktı. Üstün bir ahlaka sahip olmasının, eminlik sıfatını kazanmasının, toplum içinde nüfuslu ve fakirken zengin kılınmasının (Duha:8) ve adım adım üstün kişiliğinin insanlara okunmasının bir anlamı vardı. Artık insanlar bir kitap okur gibi, yozlaşmış toplum içinde ayrı bir yeri olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i okuyor, O’nu dinlemekten, O’nunla birlikte olup sohbet etmekten zevk alıyorlardı. Kendisi gibi düşünen olaylara bakan ve değerlendirenler kadar şirke bulaşmış putperestler bile adım adım vahye muhatap olmanın eşiğine getiriliyordu. Kendisine Peygamberlik görevinin verileceğini bilmiyordu. Kitap nedir, iman nedir bilmiyordu. (Şura:52) Bu aşamada yapacağı en güzel işi yapmıştı: Toplumun değerler yargılarını, insanları, ahlaklı bir kişiliği, güveni, ticareti, saygın olmayı, cahili adetleri, şirki, putperestliği çok iyi okumuş ve öğrenmişti. Donanım sahibi olacağı alanlar toplumun kaybedilen değer yargılarından olacaktı. Mekke’de Peygamberlik öncesi her şeyi ile takdir gören bir temel atılacak; insanlar Muhammed (s.a.v.)’in şahsında, ahlakı, erdemi, hoşgörüyü, uzlaşmayı, ticari zekâyı, hanifliği, pis ve murdar olanı onun şahsında okuyacak ve okuduklarına vahiy öncesi itibar edip gönülden bir bağ kuracaklardı. Bu bağ vahyin gelmesi ile birlikte tabi olmanın, peygamberliğe inancın temelini oluşturacaktı.

Ama bu yetmedi, yetmezdi de. Çünkü habersiz olduğu bir misyonu vardı ve çok ağır bir görevi yerine getirebilmesi için okuyacağı başka şeylerde vardı. Gerek ilk vahye muhatap olduğunda ki şaşkınlığı ve sonrasında korku dolu bir kalp ile Hz. Hatice’ye gidip üzerini örttürmesi, gerekse ’oku’ emrinden önce peygamber olacağına dair hiçbir bilgiye şahsi olarak sahip olmaması onu tedirgin etmiyor, ‘nasıl yaparım, yapabilir miyim?’ korkusunu yaşamıyordu.

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendini, Rabbini ve yaratılışı okuması

Hz. Hatice ile evliği ile birlikte sevgi dolu, huzurlu, mutlu bir dönem başlamıştı. Ticaretin en güzelini yapıyor bu konuda da insanlara ticari ilkeleri şahsında okuyordu. Geçim sıkıntısından kurtarılmıştı. Her yönden takdir edilen güçlü bir kadın ile olan evliliği O’nu Rabbine, içsel sorgulamaya, nefsini daha da bir arındırmaya, ibadetlere yönlendirmişti. İçinde bulunduğu cahili şirk toplumuna artık daha kenardan daha yukarıdan bakmaya başlamıştı. Nefsini arındırıyor, oruç tutuyor, ibadetlerini artık Hira mağarasında zirveye çıkarıyordu.

Bundan sonraki süreç, başka okumaları getirmeye başladı. Kafası sakindi, mutluydu ve artık tefekkürü, kâinatı, kendisini yaratan Rabbini, hayatın anlamını okumaya başlamıştı. Putperestlikten ve ahlaksızlığın bütün çeşitlerinden üzerine bir zerre bulaştırmamaya gayret ederek mağarada tefekküre yönelmişti. Bu süreç; hem her türlü ahlaksızlığın ve cahiliyenin etkilerinden kendisini korumak, hem tefekkürle Rabbine yönelip verdiklerine şükretmek, hem de bir türlü cevap bulamadığı sorulara sakin kafayla cevap arayışı şeklinde tezahür ediyordu.

Son iki yılda ve özellikle son altı ayda yaşadıklarını Hz. Hatice’ye ve ileride eşi Hz. Aişe’ye anlatacaktı. Çok ilginç durumlarla karşılaştığını, kendisine ismiyle seslenildiğini ve selam verildiğini, ileride yaşayacaklarını net bir şekilde rüyalarında gördüğünü korkuyla anlatacaktı. En büyük korkusu kâhin olmak veya kendisine cinlerin musallat olmasıydı. Yine Hira mağarasında inzivada iken, rüyasında gördüğü Cebrail ile karşılaşmıştı.

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in İlahi vahyi nefsine ve insanlara okuması

Kendisinden istenen ‘ikra’ nın ve bu konuda ısrar edilmesinin sebebini anlamak için, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in o ana kadar ki tüm hayatı boyunca mensubu olduğu ve son iki yıldır güçlü şekilde kendisini açığa vuran bir özelliğini dikkate almak gerekmektedir. Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk vahyi aldığı zaman, yıllardır “arayan” ama aradığını bulamamış birisiydi. İlahi bir sevk ile yıllardır sormuş, sorgulamış ama bütün çaba ve gayretlerine rağmen tatmin olacağı cevaplara ulaşamamıştı. O Hira mağarasında ilk vahyi aldığı zaman bilmiyordu ama sadece kendisinin aradıkları değil, tüm insanlığın aradığı şeyler kendisine vahiyle bildirilecekti. Bu aşamada, ilk vahye muhatap olduğu zaman, aradıkları konusunda hiç bir şekilde mesafe kat edemediğini, insanlara okuyacağı, bildireceği bir şeyleri olmadığını, bizzat kendisine hissettirmek ve hatırlatmak gerekiyordu. Yıllardır gerçekleşen arama ve düşünmelerine rağmen ilan etmeyi gerektirecek herhangi bir doğruya sahip değildi. İşte bunu bizzat kendisine ikna olacağı şekilde kabul ettirmek, olur ki ileri de ‘acaba’ diye başlayan bir kuşkuya kapılmamasını temin etmek gerekiyordu. Bu nedenle, sahip olduğu ve insanlara okuyacağı, bildireceği bir şeyler varsa onları söylemesi ısrarla ve hatta fiziksel bir şiddet aracılığıyla istendi. Elbette ki cevabı ‘yok’ idi. Ama buna rağmen yine de ısrarla soruldu. Böylelikle ‘Sana vahyolunanları sen çabalarınla elde etmedin. Sen sadece seçildin’ mesajı verilmiş oldu. O yine farkında değildi ama ‘okuma bilmeyen’ birisi olarak girdiği mağaradan ‘okuma bilen’ birisi olarak çıktı. O ummadığı, beklemediği bir zamanda, Allah tarafından bütün insanlara hitap eden bir davanın rehberi olarak tayin edildi ve Kureyş kabilesinden Abdullah’ın oğlu, Abdulmuttalib’in torunu ve iffetiyle tanınmış Hatice’nin kocası Muhammed olarak girdiği mağaradan; Allah’ın, o zamanın ve sonraki zamanların bütün insanları için seçip gönderdiği önder bir şahsiyet olarak çıktı. Artık O, Allah’ın insanlar arasındaki elçisiydi, yani Rasulullah (s.a.v.) idi. ‘İkra’, peygamberlik görevini başlatan ilk ayetlerin ilk kelimesi ve aynı zamanda ilahi talimatların ilkiydi. Bu kelime ile Rasulullah (s.a.v.)’e okuması emredildi. Rasulullah (s.a.v.)’a insanlara ‘okuyup’ bildireceği şey ise; varlığı, hayatı, varoluşu anlamayı sağlayacak ebedi hakikatler, ilkeler, bireysel veya toplumsal hayatı düzenleyip en güzel şekline kavuşturacak emirler ve yasaklardı (Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Hayatı ve İslam Daveti-Celalettin Vatandaş)

Rasulullah (s.a.v.)’in okuma süreci, özellikle son iki yıldır yaşadıkları, aklını kaçırma endişesi ve sorguladıklarına cevap bulamaması, akabinde üç yıllık fetret döneminde yaşadıkları kolay şeyler değildi. Topluma ilk okuduğu sözler bile akabinde gelecek olan ve okuması emredilen ayetlere ışık tutuyor, ne kadar zor bir görevi olduğunu anlıyordu. Karşılaşacağı tepkileri düşündü ve Varaka b. Nevfel’in sözlerini tekrar hatırladı: “Keşke kavminin seni Mekke’den çıkaracakları gün hayatta bulunsaydım”

 

GRUBA KATIL