OKU’MAK[1]
“Okumak” nedir, diye bir soru yöneltildiğinde muhatabların çoğunluğunun bu soruya verdiği cevap “(herhangi bir) okulda öğrenim görmek” şeklindedir. İçeriğin derinliğine inildiğinde ise o okulu bitirdiğinde okumanın sonlandığı ve hayatın başladığı şeklindedir. Peki, hakim anlayış bu yönde olmasına rağmen gerçekten “okumak” bu içeriğe mi sahip yoksa farklı bir içeriği kapsıyor olabilir mi?
Bizlerin bu soruya yanıtı, oku’manın her şeyi kapsadığı ve herhangi bir “okul” ile sınırlı kalmadığı şeklinde ol’up bu oku’maların içeriklerinin farklı farklı olacağıdır. Bu farklılıklar, Mushaf’ta kıraat, tertil ve tilavet kelimeleri ile ifade edilir. Aslında bu kelimeleri/kavramları “okumak” olarak tercüme etmek, kelimenin anlamı bağlamında yavan kalmasına ve verilen mesajı karşılamamasına rağmen tam olarak karşılayan bir kelime bulunamadığı(!) için tercümelerde “okuma” kelimesi tercih edilmiş, ama açıklama babına gelindiğinde ise farklı anlam derinliklerinden bahsedilmiştir. Biz de bu anlam derinliklerine değinmediğimiz yerlerde bu kavramları karşılamamasına rağmen (makalenin alanını genişletmeme adına) “okumak” kelimesi ile ifade ederek bir makalenin sınırlarının el verdiği kadarıyla anlam derinliklerine girmeye çalışacağız.
Mushaf’ta, nuzul sırası baz alındığında bu kavramlardan karşımıza ilk çıkanı “kıraat” kavramıdır. İlk indirilen 5 ayat’ın ilk ayat’ında kullanılmış ol’up “tertil” ve “tilavet” kavramları, bu kavramın kullanılmasından sonrasında karşımıza çıkmaktadır ve bu kullanımlar mushafın çeşitli yerlerine de serpilmiş durumdadır.
Kıraat kelimesi, ka-ra-e kökünden türeyen bir masdardır. Karae sözcüğü, “hayız kanının rahimde toplanması ve dışarı atılması” anlamında kullanılması ile birlikte, “bir şeyleri biriktirip dağıtmak, başka yerlere nakletmek” anlamlarına da gelmektedir.
Tertil kelimesi ise; ra-ti-le’den alınmış tef’il vezninde bir masdardır. Bu sözcük, “bir şeyden birinin diğerine karışmaması, tarak dişi gibi birbirine karışmamış, karışmayan” anlamına gelirken başka bir anlamı da “konuşma esnasında sözün, yazarken kelimelerin ve paragrafların tek tek, yavaş yavaş, ağır ağır, tane tane dizilmesi, birbirine karıştırılmaması”dır.
Son kelimemiz ol’an tilavet kelimesi ise; te-la, yetlû kökünden bir masdar olup “arasına kendilerinden olmayan, herhangi bir şey bulundurmadan, birinin diğerini takip etmesi/izlemesi” anlamlarına gelmektedir.
Bu üç “oku’ma”, birbiri ile bağlantılıdır. Bunların birbirinden koparılması ve sadece birinin üzerine yoğunlaşılması, oku’manın eksik olmasına ve bunun doğal sonucu olarak vardırılmak istenilen “hedefe/şey’e” ulaşılmamasına neden olmaktadır. Bunların kullanım alanlarına bakıldığında hangi alanlarda ve nasıl kullanılacağı Mushaf’ta açık bir şekilde dile getirilmektedir. Biz, sadece bir tanesinin içeriğine girerek diğerleri ile bağlantısına kısaca değineceğiz.
Bu kelimelerden ilki olan kavram üzerinden gitmenin uygun olacağını düşünerek kıraat kelimesi üzerinde biraz duralım.
Bu kelime, Muhammed b. Abdullah iken kendisini Hz. Muhammed (as) yapacak ve gerçekten “iman nedir, kitab nedir’i” bilmez iken bilmesine neden olacak kıvılcımın başlangıcı idi. Kendisi, “kıraat” etmenin ne demek olduğunu bilmiyor iken kendisine bir nida ile seslenildi. “İkra/kıraat et”, denildi. “Ben kıraat etmeyi bilmem”, dedi. Tekrar “ikra”, denildi. “Ben kıraat etmesini bilmem”, dedi. Ve üçüncü sesleniş ile “ikra”, denildi. Yine Muhammed b. Abdullah, “Ben kıraat etme bilmem”, dedi. Ve “sıkma” gerçekleşti. Ve “sıkma” ile kıraat etmenin yolları kendisinde açıldı/belirdi. Kıraat etmeye başlamış idi. Ve Hz. Muhammed (as) yolculuğu farklı bir hâl aldı. Ve kendisine Kadir Suresinde de işaret edildiği üzere Kur’an tek seferde indirildi ve başka bir ayatta bildirildiği üzere kalbine tek seferde bırakıldı. Tek seferde kalbine bırakılanın ilk açığa çıkanı o “sıkmanın” etkisi ile ilk 5 ayat’ı ol’du. Bu 5 ayat, kendisinin ve etrafındakilerin dönüşmelerine büyük bir adım atmaları idi. Peki, bu ayat’larda ne anlatılıyordu ki birileri Muhammed (as)’in yanında durdu; birileri ise kendilerine en azılı düşman olarak görmeye başladı. Dediklerini kabul etmedikleri gibi bir süre sonrasında tertil ve tilavet etmesi ile de bu karşıtlıkları daha da azgın ve belirgin hale dönüştü. Evet, buna neden 5 ayat’ta ne mesaj veriliyor idi?
Bu karşı çıkmaya neden, “o Nebi ve Resul oldu ben olmalıydım” gibi kısır bir çekişme mi yoksa çok daha geniş bir neden mi söz konusu idi? Bunu ön plana çıkarıyoruz; çünkü şu anki durduğumuz yerden olayı değerlendirmiyoruz. Daha ilk muhatab olunan yani o andaki veriler ışığında değerlendirmeye çalışıyoruz ki bu veriler içerisinde en ciddiye alınacak husus, yukarıda değindiğimiz husus idi.
Mesele, eğer “sen-ben olmalıyım” ise Muhammed b. Abdullah ile Muhammed (as) farklı bir eylem sergilemeli idi. Veya neden kabul edilen diğer maddeler olsa idi. Oysa ki sıralanan o nedenler, kendisine Nebi-Resulluk verilmeden önce de kendisinde mevcuttu. Yani herkesin yardımına koşuyor, emin kabul ediliyor, çalışkan, ticaretinde hile yapmayan, ağzından yalan duyulmamış, karşı çıkılmasına neden olduğu iddia edilen kölelik ile ilgili ve bunun dışında başka işlevleri de olan “hılful fudul” adında bir yapılanma içerisinde olan vb. yani birilerin ifadesi ile “Müslüman” olmanın bütün hasletlerin üzerinde taşıyan iyi bir insan. Ve bunların üstüne “sadece bana Nebi-Resulluk verildi” denmesi mi fırtınalar koparıyor? Dış görünüş itibariyle yaptığı bir farklılık yok. Ve bu durumda iken “iman nedir, kitab bilmez iken” diye hitap ediliyor. Ve ne oluyor ki ilk 5 ayat’ın okunması ile çeşitli lakablar takılmaya başlanılıyor? Ne var bu 5 ayat’ta? Ve kıraat etmeye başladığında neler yaşıyor acaba?
“Oku/ikra! Rabb adına. O ki yarattı. O, insanı bir alak’tan yarattı/ol’uşturdu. Oku/ikra! Rabbin ekremdir. Ki o kalemle öğretti.”
Mekkeli müşrikler, Allah’ı inkar etmiyor idiler ve insanın günümüzdeki meallendiriş şekliyle embriyodan yaratıldığını yani başka bir deyişle insanın neden ve nasıl yaratıldığını bilmiyorlar mıydı? Rabb’i bilmiyorlar mıydı? İlim’den bihaberler miydi? Kalemle öğretmeye falan mı karşı çıktılar?
Bunların üzerinde iyice tefekkür ve tezekkür etmemiz gerekiyor. Bunu burada açmak, makalemizin boyutlarını aşacaktır. Sadece kıyısından biraz değinmekle yetinelim.
Bu ayat’larda kıraat ederek başlamak gerektiğinden bahsediliyor. Kelimenin anlamı itibariyle kalbine bırakılanın, diğer bir deyişle biriktirilenin açığa çıkması sonucu nakletmesi gerekiyor. Ve bunu yaparken Rabb’in adıyla/adına yapması gerekliliğinden bahsediyor. Bu Rabb hususu Araf 172’de daha sonrasında daha da genişleterek açıklanıyor. Rabb kabul ettiği kendisini terbiye edecek ve diğer oku’malarla beraber sonraki inen ayat’larda bahsedildiği üzere elbisesini temizledikçe açığa çıkarak bazı deneyimler yaşayacak. Yaratanın O ol’duğunun farkındalığı içerisinde olacak. Ve okuması gerekenin ise “beşer” değil, “insan” olduğunun farkına varacak. Ve insanı alak’la yani İbn Manzur gibi bazı dil bilimcilerin ifade ettikleri üzere sevgi üzerine oku’yacak. Bu oku’ma sonucunda kendisine karşı Rabb’ini ikram sahibi ol’arak bulacak. Ve Terbiye edeni ona Kalem’le öğretecek. Bu kalem hususu da diğer öğretme kavramının kullanım yerlerine bakıldığında “âdem” ile bağlantılıdır, ilintilidir. Bu bağlamda kişi artık bu oku’maları yaparak enfüsteki ve afaktaki ayetler ile karşılacak. Ve içindeki katman ile alakalı hususu açığa çıkaracak.
Bu kıraat sürecinde kişi geceleri “tertil”(oku’ması) üzere hareket edecek. Bahsedilen gecenin zaman dilimleri ilgili bez’lerin açılması için ki bu zaman dilimleri onların açılması için gerekli saatlerdir. Ve bunu yaparken de acele etmeden yavaş ve sebat içerisinde oku’yacak. Ve okuduklarının sırasını öğrenecek ve birbirine karıştırmayacak. İhbut yani düşüş/iniş yaşadığı ‘yer’den tekrar rütbesine ulaşacak. Sekar’dan, hutamaden vs geçecek. Korkularından arınacak. Ve bunları yaparken bu durumlar “tilavet” edecek yani bir anlamda birbirini izleyecek ve sen bunların arasına bir şey sokmayacak, nefsinden bir şey eklemeyecek. Olduğu gibi anlatacak, olduğu gibi oku’yacak… Bunları tecrübe ettikçe kalbindeki açığa çıkacak ve yolu tamamladığında Aişe validemizin dediği gibi “yürüyen Kur’an” ol’acak.
Evet, bizlere en güzel örnek diye gösterilen ve bizim türümüzden olan kişinin yaşadıklarını bizlerde yaşayacağız. Tabi ki bunun şartı onun ayak izlerini takip etmek olacaktır. Ayak izlerini takip edenler Mushaf’taki ayat’ların nelerden bahsettiğini görecek, fark edecek ve idrak edecektir. Yok, kişi bu ayak izlerini takip etmeyerek elbisesini temizlemek ile meşgul olmaz ise o zaman artık okuduğu kitablardaki kişilerin yorumlarını yani algıları üzerine bir “inanış’ ’inşa ederek bir süre sonrasında bu inanışları benimsemiş olarak bütünleşecek. Yani kişinin yorumunu ki bunu da tecrübe etmeksizin sadece zann’ları ile kurdu ise o yanında olan ile avunacak hale dönüşecek. Ve yarın bir soru veya bir tezle yerle bir olan bir durumla karşılaştığında belki bunun zıttı olan başka bir zann’ın peşine koşacak ve bugün A sahsının peşinde iken yarın B kişisinin peşinde bu 3 oku’mayı yapamadan ve düşüş yaşadığı yerden yükselişe geçiremeden bir ömür tüketecek.
Allah’ın “sisteminin/sünnetullah” işleyişi hususunda tamamına vakıf olmadan/tecrübe etmeden sadece kendi boyutumuz ile sınırlı kılarak bu sınırlı kaldığımız boyuttan tümüne dair bir yorum yapmak isabet etmememize neden olacaktır. 3. boyutta olan bizim türümüz zann’ların ve korkunun hakim olduğu bir boyutta olması nedeniyle yukarıda bahsettiğimiz durumlar ile karşı karşıya kalacaktır. Sadece bu boyuttan toplamda 28 menzili olan bu “sistemi” tanımlamaya kalkışmak sadece bulunduğumuz boyuttaki zann’dan öteye gitmeyecektir. Zann’da hakikatten bir şey ifade etmeyeceği ayat’ta bildirilmiştir.
Etrafımıza bakalım. Hayatımıza bakalım. Bu süreçleri yaşanmıyor mu? Oysa ki öğretenin O olduğu kabul edildiğinde her şey değişecek. En güzel örnek gösterilenin yaptığı gibi biz de bir anlamda irademizi O’na kurban ederek teslim olmayı başarır isek bu kısır döngü bitecek ve artık oku’manın ne olduğunun farkına varacağız. O zaman her şeyi bir ayet görecek ve “okul”un dışına çıkacağız ve gerçekten oku’mayı başaracağız. Oku’manın ve bunların bizleri götüreceği işaretlere takılmamayı işaretlerin işaret ettiğini fark ederek idrake dönüştüreceğiz. Burhan/kesin delil üzerine hareket ederek yakiynen/kesin bilgiye ulaşabileceğiz.
Kişi tek bir oku’maya takılmamalıdır. Çünkü bu oku’maların yerleri farklı farklıdır. Bu bağlamda farklı bir ifade ile “tilavet” dün’ün “kıraat” bugün’ün, ”tertil” yarın’ın oku’masıdır! Sadece birinde yoğunlaşarak diğerini ihmal edenler yoğunlaştıklarının içerisinde kalacaktır. Bundan dolayı an’da çözüm üretmede ve Allah’ın her an bir iştedir fiilini idrak edemeyecektir. Oysa bunların hepsini yerli yerinde gör’üp uygulayanlar an’da kalarak “Araf ehli” olacaktır. Yorumlardan arınarak vahye “penceresiz” bakmayı başaracaktır. Bu da kişiyi “taassub ehli” olmaktan “sofi/sufi” olmaktan, “entelektüel” olmaktan, “dinci” olmaktan, “radikal” olmaktan vb. yani hangi isim ile anılıyor olursa olsun bunun içinde kalarak parçalamaktan, yanındaki ile avunmaktan kurtaracaktır.
Ancak bu üç oku’mayı başaranlar ise söylemlerde bulunmayarak çözümler ürettiler. Çünkü bu oku’malarında gördüler ki sloganik söylemler, hiçbir zaman fayda vermediği gibi çözüm de çıkaramaz. Çünkü çözümde gürültü yoktur oysa sloganik ve eksik okumada gürültüden başka bir sonuç yoktur!
Bu bağlamda vahyi duymaktan öteye taşıyarak işitmeye yani idrak etmeye başlayanlar ancak bunu oku’mayı başarabilirler.
Oku’manın yolu elbisemizi temizlemekten geçer. Hatırlayalım Kur’an’a temiz olanlardan başkası dokunmaz.
Evet, ya Kur’an “okunan” demekti değil mi? Peki oku’duk mu?
Amel defteri “Kur’an” ol’anlara ne mutlu!
Kusur ettik ise aff ol’a…
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
ÜMİT BEKİR DURDU
[1] Bu yazıda, bazı kelime ve kavramların yazılış şekli yazarın şahsi tercihi olduğu için asıllarına dokunulmamıştır.