Musul’dan El-Bab’a
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Musul’dan El-Bab’a

Ne zaman Ortadoğu’da, özellikle de Irak’ta bir karışıklık çıksa Türkiye’de bazı çevrelerin aklına hemen Irak’a girelim, Musul’u, Kerkük’ü alalım, çünkü buralarda bizim tarihten kaynaklanan haklarımız vardır düşüncesi gelmektedir. Buraları nasıl kaybettik; bu kaybedişte kim/ler sorumludur, buralarda gerçekten hakkımız var mı, yok mu, bu ve benzeri sorular nedense bu tür düşünenlerin aklına hiç gelmemektedir? Oysa bu konuda biraz düşünülse/araştırılsa, buralarda bir hakkımızın kalmadığını, bütün haklarımızın 1926 Ankara Antlaşması ile 25 yıllığına petrol gelirinin %10’u karşılığında İngiltere’nin egemenliğine bırakıldığını açıkça görecektir. Netice itibariyle bu konular üzerinde çok fazla, hatta hiç kafa yorulmamaktadır. Çünkü konu ile çok kısa bir araştırma yapılsa bile bu yerlerin kaybediliş nedeni olarak dönemin egemen/totaliter iradesi Kemalizm’in olduğunu görecektir. Bu ise, bu tür düşünenlerin ve halen totaliter Kemalist ideolojiyi savunanların işine gelmemektedir. Bu nedenledir ki, o döneme ve yöneticilerine eleştirel yaklaşmak- özgürlük çağı olarak anılan 21. yüz yılda bile- cesaret istemektedir. Çünkü o dönem, hala bir tabu olarak algılanmakta ve topluma dayatılmak istenmektedir. Aksine davrananlar ise vatan hainliği ile itham edilerek toplumdan dışlanmaya çalışılmaktadır. Nitekim 5816 sayılı Mustafa Kemal’i koruma kanunu demoklesin kılıcı gibi hala halka korku salmaktadır. Günümüz iktidarları istedikleri kadar vesayeti kaldırdık demekle övünsünler. Bu övünmenin çok fazla bir anlamının olmadığını kendileri de bilmektedir. Çünkü sıkıştıkları her konuda ancak dönemin ‘ebedi şefine’ ve çağdışı kalmış ideolojisine sığınarak çıkış bulmaya çalışmaktadırlar. Kısacası çağdışı kalmış bu kanun nedeniyle, o dönemin gerçekleri; ihanetleri, Lozan görüşmelerindeki aymazlık ve işbirlikçilik bir türlü aydınlatılamamaktadır.

Kemalist anlayışın egemen olduğu o dönem, bütünüyle objektif ölçüler ışığında araştırılması ve o dönemin tarihi gerçekleriyle mutlaka yüzleşilmesi gerekmektedir. Aksi halde tarihi gerçeklerle bağdaşmayan resmi tarihin asılsız analiz, iddia ve yalanları ile bu halk daha uzun süre aldatılmaya devam edilecektir. Suriye’nin kuzeyi (PYD’nin etkin olduğu yerler) ile Musul, Kerkük, Süleymaniye ve burnumuzun dibindeki adalar, Kemalist iradenin, batılılaşma/modernleşme uğruna emperyal işgalci güçlere masada terk ettiği yerler olmasına rağmen, sanki böyle değilmiş gibi bir takım yalanlarla üzeri örtülmeye çalışılmaktadır. Bugün ise buralar bizimdir, dönemin yöneticileri buraları vermemek için güç yetirememiştir, İngiltere’nin ayak oyunları ile buralar kaybedilmiştir gibi tarihi gerçeklerle hiç de bağdaşmayan yalanlarla halk kandırılmaya çalışılmaktadır. Oysa buralar –yukarıda da belirtildiği gibi-, batılılaşma uğruna emperyal ülkelere peşkeş çekilen yerlerdir. Kısacası bugün gerek ülke içerisinde ve gerekse ülke dışında sınırlarda meydana gelen sıkıntılar, o dönem yöneticilerinin basiretsiz/öngörüsüz davranmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü bu sayılan yerler dönemin emperyal güçlerine (Fransa ve İngiltere’ye) adeta altın tepsi içerisinde sunulmamış olsaydı, Suriye ve Irak dolayısıyla bugün bu kadar sıkıntı yaşanmayacaktı.

MUSUL’U, MUSTAFA KEMAL VERMİŞTİR

Mustafa Kemal, 1 Nisan 1923’de Meclis’in feshedilmesiyle özellikle de Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla (24 Temmuz 1923) tek egemen otorite/güç haline gelmiştir. Bu tarih itibariyle Mustafa Kemal artık ‘tek adam’dır; Meclis’teki muhalefet bit(iril)miş, söylediği ve konuştuğu her söz, bir emir olarak uygulanır hale gelmiştir. Çünkü yeni oluşan Meclis, tamamen kendisinin belirlediği/seçtiği yeni milletvekillerinden oluştuğu için emir-komuta ilişkileri çerçevesinde çalışmaktaydı. Zaten Mustafa Kemal, Birinci Meclis’teki İkinci Grup milletvekillerinin muhalefeti nedeniyle Lozan Antlaşmasını imzalamayı ve batılılaşma/modernleşmeyi gerçekleştiremeyeceğini anladığı için, Birinci Meclisi feshetmiştir. Yeni oluş(turul)an Mecliste -cılız da olsa- muhalefete rağmen Lozan’ın imzalanması (24 Temmuz 1923), Musul’un Lozan görüşmelerinin dışında bırakılması tamamen Mustafa Kemal’in iradesiyle gerçekleşmiştir.[1] Dolayısıyla bugün Türkiye açısından terör üreten Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyi yani Misak-ı Milli sınırları içerisinde bulunan bu yerler Mustafa Kemal’in kabul ve onayı ile terk edilmiştir. Oysa 1. Meclis’in 2. grup milletvekillerinin tamamı başta Musul olmak üzere adalar, Trakya gibi yerlerin gerekirse savaşılarak geri alınması için Meclis’te bir hayli mücadele etmişlerdi. Ancak ne yazık ki, bunda başarılı olamamışlardı. Nitekim bu yeni Meclis’te, muhalif seslere rağmen Lozan antlaşması Mustafa Kemal’in isteği doğrultusunda onaylanmıştır.[2]

Böylece, Meclis’in feshi ve akabinde Lozan’ın imzalanması ile Batılılaşmanın önündeki engeller de kalkmış oldu. Mustafa Kemal, artık Batılılaşmak için gerekli adımları çok rahat bir şekilde atacak kadar güçlü hale gelmişti. Çünkü Meclis’te ve orduda kısacası ülke genelinde kendisine muhalefet etmeye cesaret edecek –neredeyse- hiç kimse kalmamıştı. Çünkü muhaliflerin kimileri Meclis’in yenilenmesi ile, kimileri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TPCF)’nın kapatılması ile, kimileri Şeyh Said kıyamıyla, kimileri şapka devrimi ile, geride kalanlar ise 1926 düzmece İzmir suikastı ile yok edilmişlerdir.[3] Bu nedenledir ki süreç içerisinde cumhuriyet bir oldubittiyle ilan edilmiş, Hilafet kaldırılmış, medreseler bir gecede kapatılmış, Kürtler yok sayılarak bütün halkı tek tipleştirmek için ırkçı/şovenist politikalar uygulamaya konmuştur.

İşte bugün son yıllarda üzerinde çokça tartışılan Musul, İngiltere ile ilişkilerin geliştirilmesi, Batılılaşma ve modernleşme uğruna feda edilen yerlerin başında gelmektedir. Nitekim bugün bazı yazarlar ve akademisyenler, Kemalistlerin aksine Musul başta olmak üzere Kerkük, Süleymaniye gibi yerlerin Mustafa Kemal ve ekibi tarafından İngiltere egemenliğine bırakıldığını açıkça yazmakta ve söylemektedirler. Bunlardan birkaçının görüşlerini zikrettiğimizde bu konunun daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz. Bu yazılardan biri, bir zamanlar Radikal gazetesinde yazan Ayşe Hür’e aittir. Ayşe Hür, ‘Musul’u neden ve kaça sattık’ 15.06.2014 tarihli makalesinde bu konuyu şöyle değerlendirmiştir;

lozan

“Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra İngiltere ile Türkiye arasında Musul’u görüşmek üzere yapılan “toplantının[4] ilk oturumunda, Ali Fethi Bey, Musul halkının üçte ikisinin Türk ve Kürtlerden oluştuğunu, etnik nedenlerle bu bölgenin Türk sınırları içinde kalması gerektiğini, daha önceki hiçbir antlaşmanın Musul’u Irak’ın içinde saymadığını belirterek söze girdi. Dikkati çeken husus, konuşmada Misak-ı Millî’den tek satır bile söz edilmemesi idi. İsmet Paşa’nın Musul’da status quo’nun çiğnendiğine dair protesto notasına yer bile vermeyen basın, İngiltere’ye karşı son derece olumlu dil kullanırken, İtalyanların Sicilya ve Rodos’a yığınak yaptığını aktararak aba altından sopa gösteren İngilizlerin ekmeğine yağ sürüyordu. İngiliz istihbaratına göre bütün bunlar, Mustafa Kemal’in bilgisi dâhilindeydi ve Türklerin İngiltere ile iyi geçinmek uğruna Musul’dan vazgeçmeye hazır olduğunun işaretiydi…”

“Komisyonlar, incelemeler, divan kararları ile geçen sekiz aydan sonra Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık 1925’te Wirsén Komisyonu’nun önerilerini onaylayan bir karar aldı. Karardan birkaç gün önce, İngiliz İstihbarat servisleri, Meclis’te konu hakkında konuşan İsmet İnönü’nün yumuşak tavrına ve Mustafa Kemal’in Musul’dan ziyade, modernleştirme projelerine önem verdiğine dair raporlarını merkeze geçmişti bile. Nitekim Milletler Cemiyeti’ne Türk hükümetinin ve basının tepkisi son derece yumuşak oldu. Gösterilen tek manidar tepki, ertesi gün Sovyet Rusya ile bir dostluk anlaşması imzalamaktı.”

“Kürtlerle ilişkiler 1921’den itibaren bozulmaya başlayınca, İngilizlerden Kürtlere kültürel özerklik dışında bir hak vermeyecekleri garantisini alınca, büyük Kürt nüfusu ile ileride Türk ulus-devletine sorun çıkarması muhtemel Musul’u dışarıda bırakıvermişti! Üstelik bunu öyle ustaca yaptı ki, bu sancılı yıllar boyunca Meclis’teki muhalifler tasfiye edilirken, kamuoyu Musul için siyasi ve diplomatik her şeyin yapıldığına inandırıldı. Haziran ayında İzmir’de kendisine bir suikast yapılacağı yolunda yeterli istihbarata sahip olduğu halde ısrarla şehre gitmesi bile Musul meselesi ile ilgili olabilirdi. Mustafa Kemal’in tek yanlış hesabı, İngilizlerin Türkiye’yi Batı ittifakına kazanmak için daha fazla ödemeyi göze aldıklarını fark edememesiydi.”[5]

Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras da, 7 Haziran 1926’da ‘Musul ihaneti’ suçlamalarına verdiği cevapta, ‘Büyük Britanya İmparatorluğu ile iyi geçinmek için fedakârlıkta bulunduk’  itirafında bulunmuştu.[6]

Konuyla ilgili olarak Mustafa Budak ise, “Mustafa Kemal Paşanın daha sonraki sözleri, bu kararın alınması sürecinin hiç de dışında kalmadığını göstermekteydi. Yani Paşa da, arazi meselesinde sorunlu kısımları çıkartarak bir an önce barış antlaşmasını imzalamak taraftarıydı. Ona göre, çıkartılacak kısımlardan biri Karaağaç, diğeri de Musul Vilayeti idi. (…)

Mustafa Kemal, Misak-ı Milli’nin nasıl anlaşılması gerektiğini ise şu sözlerle ortaya koymuştur:

“Efendiler, arazi meselesi ve hudud meselesi Misak-ı Milli’nin, malum-ı aliniz, birinci maddesinin daire-i şümulündedir. Misak-ı Milli şu hat, bu hat diye hiçbir vakitte hudud çizmemiştir. O hududu çizen şey, milletin menfaati ve Heyet-i Celilenin isabet-i hazarıdır. Yoksa bu haritası mevcut bir hudud yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde veya yapılması teklif olunan işlerde hiçbir vakitte buna taarruz edilmemiştir. Bilakis riayet edilmiştir.”

İlk defa Mustafa Kemal Paşa bu sözleri söylemiş değildi; Fransızlarla yapılan Ankara İtilafnamesi öncesinde, 16 Ekim 1921’de yine BMM’nde söylemişti. O sıralar Suriye sınırı önemliydi ve şimdi ise Musul önem taşımaktaydı.”[7]

Oysa Mustafa Kemal daha önce Musul’un Misak-ı Milli’nin sınırları içerisinde olduğunu 1 Mayıs 1920 yılında Meclis’te yaptığı bir konuşmada şöyle belirtmişti: “Bu hudut İskenderun Körfezi’nin güneyinden, Antakya’dan, Halep ile Katma İstasyonu arasında Carablus Köprüsü’nün güneyinde Fırat Nehri’ne ulaşır. Oradan Deyrizor’a iner, oradan doğuya uzatılarak Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi içine alır.”[8] Mustafa Kemal bu konuşmasında, Musul’un Misak-ı Milli sınırları içerisinde olduğunu açıkça belirtmiş olmasına rağmen daha sonra bu konuşmasını yok sayarak Misak-i Milli’de sınırlar çizilmemiştir diyebilmiştir.

Aynı konu ile ilgili olarak M. Kemal Öke ise, “Musul’un Türkler’in elinden alınacağı söylentileri kamuoyunu da meşgul etmeye başlamıştır. Nitekim, basını, teskin etmek açısından Mustafa Kemâl Paşa, 30 Ocak’ta şu açıklamayı yapacaktır: “Musul vilâyeti, Türkiye Devleti’nin hudud-u millîsi dâhilindedir; buralarını anavatandan koparıp şuna buna diye etmek hakkı kimseye ait olamaz. Cemiyet-i Akvam ile/de/bu meselenin münasebatı yoktur.”[9] Ancak Mustafa Kemal, daha sonra bu konuşmasını da yok sayarak Türkiye aleyhine, İngiltere lehine yeni adımlar atma ihtiyacı duymuştur. Çünkü Meclis’te tartışmalar yoğunlaşmış ve İngiltere’ye yönelik Musul’u almak için savaş ihtimali belirmişti. Oysa Mustafa Kemal, İngiltere ile ilişkileri düzeltmek istiyordu. Bunun için milletvekillerini ikna ederek savaştan vaz geçirmesi gerekiyordu. Nitekim Meclis’te yaptığı konuşma da milletvekillerini ikna etmeye yönelikti:

“Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dahi oluruz” diyen Mustafa Kemal Paşa üyelere, karar verecekleri siyaseti enine boyuna, neticeleri ile beraber “suhuletle” değerlendirmelerinin gerektiğini hatırlatacaktır. Konunun Musul’un millî sınırlar içinde yer alıp almadığına çekilerek çözümüne giden yolun engellendiğini ifade eden Mustafa Kemal Paşa, “Misak-ı Millî şu hat, bu hat diye hiçbir vakitte hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyet-i Celile’nin isabet-i hazarıdır. Yoksa haritası mevcut bir hudut yoktur” şeklinde görüsünü bildirecektir.[10]

Celseyi kapattığı sözler ise yine M. Kemal Paşa’nın Musul Meselesi’ndeki durum değerlendirmesini yansıtıyordu:

“Musul Meselesi’nin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, ondan sarf-ı nazar etmek demek değildir. Belki, bunun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zamana intizardır. Bugün sulh yaparız, bir ay sonra, iki ay sonra Musul Meselesi’ni hâl etmeye kıyam ederiz. Fakat bugün Musul Meselesi’ni halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınıza yalnız İngiliz değil, Fransız, İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalnız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşılaşacağız… (Ancak) Musul Meselesi’ni bugünden halledeceğiz, ordumuzu yürüteceğiz, bugün alacağız, dersek; bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız. Şüphesiz, orada bir harp cephesi açmış olacağız. Yani, bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahzurlar kendi kendine meydana çıkar.”[11]

Bir başka yazar Ömer Kürkçüoğlu ise, “Gerçekten, konferans sırasında zaman zaman gerginlikler ortaya çıkmasına, üstelik Konferans kesintiye uğramasına rağmen, Türkiye, isteklerini kabul ettirmek için direnmiştir. Fakat bir yandan Türk yöneticilerinin genel olarak Batı’ya eğilim duymaları, öte yandan da Rusya’yla iş birliğinin birtakım sorunlar doğurmuş olması, Türkiye’yi İngiltere’yle anlaşmaya iten başlıca nedenler oldu. Rusya’ya bağımlı hale gelmekten kurtulmak için, İngiltere’nin dostluğunu elde etmek gerekti.” [12]

BÖLGEMİZ YENİDEN DİZAYN EDİLMEK İSTENİYOR

İçinde bulunduğumuz bölge, 1916’da İngiltere ve Fransa Dışişleri Bakanları arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması çerçevesinde şekillendirilmiştir. Bu antlaşmanın, yüzüncü yılında geçerliliğini kaybettiğine inanıldığı için, bu bölge emperyal ülkeler tarafından yeniden dizayn edilmek istenmektedir. Nitekim Soğuk Savaş bitip, dünya tek kutuplu bir hale dönüştükten sonra yani Sovyetler Birliği dağılıp ABD tek süper ülke olarak kalınca, bu konu gündeme getirilmiş ve çalışmaları halen devam ettirilmektedir. Bu projenin çerçevesi ABD’nin Dışişleri eski Bakanı Condoleezza Rice tarafından 7 Ağustos 2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yazdığı makalede[13] Türkiye de dâhil 22 ülkenin sınırları değişecek şeklinde gündeme getirilmiştir. Yeni Dünya Düzeni ya da Büyük Ortadoğu Projesi gibi değişik isimlerle anılan projenin asıl amacı, bölgenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarını ve bunların ulaşım yollarını[14] kontrol altına almaktı. İşte bu amaçla Afganistan, Irak işgal edilmiş, Suriye’deki iç savaş kışkırtılarak diktatör Esad rejimi –ne ölecek, ne de devam edecek tarzda- bu emperyal güçler tarafından desteklenmiş, Türkiye iç savaşın eşiğine getirilmiş, Mısır’da ise darbe gerçekleştirilmiştir.

Bu bölgede, emperyal paylaşım savaşı Sovyetler Birliği’nin dağılması ile başlamış değildir. Bu paylaşım, 20. Yüzyılın başlarından itibaren başlamış ve halen de devam etmektedir. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir paylaşım, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ikinci paylaşım gerçekleştirilmiş, Soğuk Savaşın bitimiyle de yeni bir paylaşım gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenledir ki, Libya’da, Yemen’de, Suriye’de, Irak’ta, Tunus’ta ve hatta Türkiye’de, iç savaş ve iç karışıklık çıkarılmak suretiyle halkların iradeleri baskı altına alınarak yeni bir paylaşıma zemin hazırlanmaya çalışılmaktadır. Suriye’de 6 yıldır devam iç savaş, Türkiye’de bazen azalan, bazen artarak devam eden PKK terörü, Irak’ta devlet düzeni yıkılarak ABD ve İran destekli örgütlerin ülkeye hâkim hale getirilme nedeni, bölgenin paylaşımı için yeniden dizaynını kolaylaştırmaktır.

abd

İşin ilginç yanı, Condoleezza Rice’ın bahsettiği 22 ülkenin tamamına yakını çıkarılan iç karışıklıklar nedeniyle bölünme aşamasına getirilmiş olmasıdır. Türkiye’yi de bu projeye uygun hale getirmek için içeride PKK ve Fethullah Gülen ekibi, dışarıda ise PYD ve mezhepçi Şii örgütler kullanılmak suretiyle iç savaş eşiğine getirilmiştir. Buna bir de içeride ve özellikle de Suriye sınırında IŞİD saldırıları ilave edilince, olayın vahameti daha iyi anlaşılmış olacaktır. Türkiye ise, emperyal ve Siyonist destekli 20 Temmuz 2015’den beri devam eden PKK terörüne ve 15 Temmuz darbe girişimine rağmen kendisine yönelik bu kumpasa karşı direnmeye çalışmaktadır. Bu nedenle Türkiye, köşeye sıkışan bir kedinin kendini savunma içgüdüsüyle tırmalamaya kalkışmasında olduğu gibi, Suriye’de ben de varım demek için 24 Ağustos Çarşamba günü Fırat Kalkanı Operasyonunu başlatmıştır. Bu operasyonun en önemli tarafı, ABD destekli PKK/PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde emperyal ve Siyonist plana uygun koridor oluşturulmasını -şimdilik- engellemesi olmuştur. Şayet bu operasyon gerçekleştiril(e)memiş olsaydı yani Cerablus alınarak PKK/PYD’nin kantonları birleştirmesi engellen(e)memiş olsaydı, Türkiye’nin de parçalanması/bölünmesi daha çabuk gündeme gelebilirdi. Ancak Türkiye’ye yönelik bu tehlike henüz bütünüyle gündemden düşmüş değildir. Çünkü ABD, Suriye’nin kuzeyinde, PKK/PYD’ye tıpkı Kuzey Irak’ta olduğu gibi özerk bir alan/devletçik oluşturmak istiyor. Bu ise, gelecekte Türkiye’nin bir bölümünü de içine alabilecek tarzda bir PKK devletinin kurulması anlamına gelmektedir. Zaten Türkiye’de, Ağustos 2012’de Suriye’deki kantonlara benzer bir kanton oluşumu girişimi Şemdinli bölgesinde KCK/PKK/PYD tarafından denenmişti. Aslında çukur/hendek terörü ile Cizre, Nusaybin gibi yerlerde özerk kantonlar oluşturarak, Suriye’deki diğer kantonlarla birleştirmek amaçlanmıştı. Ancak bu, Fırat Kalkanı Operasyonuyla şimdilik engellenmiş oldu. Ama ABD henüz bundan vazgeçmiş değildir, sadece biraz zamana yaymıştır.

ABD benzeri bir senaryoyu, şimdi de Irak’ta, yedeğine aldığı İran’la sahnelemeye çalışmaktadır. Türkiye’nin Irak’ta istenmemesinin nedeni de budur. Yani Türkiye’yi Irak’ta istemiyoruz diyen Haydar el İbadi, aslında ABD ve İran’ın isteğini dile getirmektedir. Bu vesileyle de İbadi, kendisini başbakanlığa getiren ABD ve İran’a diyetini ödemiş olmaktadır. Çünkü İbadi’yi başbakanlığa getirenler ABD ile İran’dır; Türkiye’yi de Irak’ta istemeyen de bu iki devlettir. ABD’nin ve İran’ın asıl amacı, şu sıralar ağızlarında Misak-ı Milli’yi düşürmeyen Türkiye’yi, Irak yönetimi kanalıyla Irak’tan özellikle de Musul’dan uzak tutmaya çalışmaktır. Bu nedenle, Irak, Türkiye’yi Başika’da işgalci güç olarak değerlendirirken, Irak’taki Uluslararası Koalisyon Gücü Sözcüsü ABD’li komutan Albay John Dorrian da illegal güç olarak değerlendirmektedir. ABD daha önce Türkiye’yi, Suriye’den uzak tutmak için PKK terörünü kışkırtmıştı, şimdilerde ise Irak yönetimini ve Irak’taki Şii örgütleri kışkırtmaktadır.[15] Aslında ABD, Türkiye’yi, ne Irak’ta, ne de Suriye’de bulunmasını istiyor. ABD’nin, Fırat Kalkanı Operasyonuna kerhen destek vermesinin nedeni ise Türkiye’yi Suriye’nin belirli bir alanında IŞİD’le meşgul ederek kontrol altında tutmaktır. Bu nedenledir ki, PYD’nin egemen olduğu yerlere girmesini engellemiştir. Nitekim Türkiye Menbiç’e doğru yöneldiğinde ABD’liler tarafından hemen kırmızı kart gösterilmiş, sert ve tehditkâr açıklamalar yapılmıştır. Kısacası Türkiye’nin, Suriye’de, IŞİD’le oyalanması istenmektedir; ne Esad rejimi ile ne de PYD ile karşı karşıya gelmesi istenmemektedir. Suriye’deki bu kaotik durum, Suriye’de istedikleri tarzda bir yönetim ya da bölünmüş bir Suriye oluşuncaya kadar da devam edecektir. İnsanlar ölmüş; Umran ya da Aylan Kurdi ve benzeri daha binlerce çocuk ölmüş hiç umurlarında değildir. Onlar için önemli olan kendi kirli ve karanlık amaçlarını gerçekleştirmektir. Esad’ın ya da eli kanlı bir örgüt olan PYD/YPG/PKK’nın desteklenmesinin başka hiç bir amacı yoktur. Ne yazık ki bölgedeki işbirlikçi ülke yönetimleri gibi, eli kanlı bu tür örgütler de ABD’nin dost olmayacağını, menfaatleri gereği onları da zamanı gelince tıpkı Saddam gibi, Şah gibi, Zeynel Abidin bin Ali gibi, Ngo Dinh Diem (Güney Vietnam) gibi tarihin çöplüğüne atacağını anlayacaklardır. ABD’ye güvenerek yola çıkan PKK/PYD gibi örgütler ile işbirlikçi bölge yönetimlerini de aynı akıbet beklemektedir. 60-70 senedir stratejik müttefiki olan Türkiye’yi iç savaşın eşiğine getiren ABD, yeni yetme terör örgütlerine daha kötüsünü yapacağı bilinmelidir. İnanmayanların ABD’ye güvenerek Irak’la savaşa tutuşan Molla Mustafa Barzani’nin 1974-1975 ve sonraki yıllarda başına gelenlere bakmaları yeterli olacaktır!

MUSUL OPERASYONU

Musul’a yönelik –ABD öncülüğündeki- yeni işgal operasyonu 17 Ekim 2016 gecesi sabaha karşı başlamıştır. Bu operasyonda en etkin güç olarak Irak ordusu ve peşmergeler görünse de asıl güç, ABD ve İran’dır. İbadi de, Irak’ın diğer yöneticileri de birer kukladır, Haşdi Şabi ile PKK/PYD ise ABD’nin lejyoner askerleridir. Irak’taki Şii örgütler üzerinde etkili olan bir başka güç ise, İran’dır; çünkü 2006’da yönetime getirilen Maliki’nin de, 2014’de yönetime getirilen İbadi’nin de, Mukteda es-Sadr’ın da, Haşdi Şabi’nin de arkasındaki güçtür İran! İran bu gücünü 2014 yılına kadar Bedir Tugayları, Mehdi Ordusu ve bunları eğiten Kasım Süleymani’ye bağlı İran Devrim Muhafızlarına bağlı Kudüs güçleri kanalıyla devam ettirmekte idi. 2014’den itibaren ise 43 Şii milis gücünden oluşan Haşdi Şabi[16] ile devam ettirmektedir.

Kelime anlamı ‘Halk ordusu/halk güçleri’ anlamına gelen ‘Haşdi Şabi’ milis grubu, Irak hükümeti tarafından kurulmuş olsa da bu yapılanmanın da İran tarafından kurulan ‘Ceyş el Şabi’ milislerinin devamı ya da Irak versiyonu olduğu biliniyor. İran İslam Devrim Muhafızları Komutanı General Ali Caferi, Eylül 2012 tarihli bir konuşmasında, 50 bin üyesi bulunan ‘Ceyş el Şabi’ milis grubunu Suriye Hükümeti’ni korumak için kurduklarını söylemişti.

milis

Haşdi Şabi, Musul’un IŞİD’in eline düşmesinden ve IŞİD’in Şiilerin Necef, Kerbelâ ve hatta Bağdat’taki kutsal mekânlarına ilerlemeye başlamasından, bu bölgeleri hedeflediğini de duyurmasından sonra Şii lider Ali Sistani’nin, Irak kentlerinin IŞİD’ten korunması için 13 Haziran 2014’de yayınladığı cihad fetvasından sonra Irak’ta Sünnilere karşı uyguladığı mezhepçi politikalarıyla eleştirilen eski Başbakan Nuri el Maliki tarafından kurulmuştur. Haşdi Şabi, Irak’ta Bedir Tugayları, Asaib Ehlül Hak ve Irak Hizbullah’ı gibi ülkedeki en büyük Şii milis gruplarının da dâhil olduğu toplam 43 Şii grubun bir araya gelerek oluşturduğu şemsiye bir örgüttür[17]. Neredeyse tüm operasyonlara Irak Ordusu ile birlikte çıkmaktadır. Şii milislerin içinde Hıristiyanlar gibi çok az sayıda diğer unsurlar da bulunmaktadır. Temel olarak IŞİD’e karşı kurulan Haşdi Şabi, resmi olmasa da Haziran 2014’te Başbakanlığa bağlı olarak Irak İçişleri Bakanlığı bünyesinde toplanmıştır. Grup üyelerinin maaşları Bağdat Hükümeti tarafından ödenmektedir.[18] Bağlı bulundukları İçişleri Bakanlığı’ndan bağımsız hareket ettikleri de olmaktadır.

Haşdi Şabi’nin sayısının 500 bin olduğu söyleniyor.[19] Bu milis güçler, Kasım Süleymani’nin liderliğini yaptığı İran Hizbullah’ının Kudüs Gücü tarafından eğitilmektedir. Haşdi Şabi örgütünde en tanınan kişi Kasım Süleymani’nin sağ kolu ve eski Bedir Tugayları Komutanı olan Ebu Mehdi el Mühendis olsa da grupların çoğu Ayetullah Ali el Sistani’ye bağlıdır.[20] Bu örgütün genel komutanı ise Hadi el Amiri’dir.

Haşdi Şabi’yi İran’ın dışında ABD de desteklemektedir. Çünkü Haşdi Şâbi’nin ABD tarafından desteklendiği ile ilgili ciddi emareler mevcuttur. Zira Musul’un operasyonuna katılmamaları yönünde başta Türkiye olmak üzere ciddi itirazlara rağmen ABD, bu yapıyla ilgili bir tavır koymamıştır. Hatta ABD’nin Basra Konsolosu Steve Walker, 12 Mart 2016’da Basra’da bir hastanede Haşdi Şâbi mensubu yaralıları ziyaret etmiş; DAEŞ’le mücadeleye verilen katkıdan dolayı örgütü övmüştür. Bu tavır, siyasi gözlemciler tarafından “ABD’nin Haşdi Şâbi’yi resmen tanıdığı” şeklinde yorumlanıyor.[21]

ABD’nin gerek Suriye’de, gerekse Musul operasyonunda kullandığı ikinci önemli güç ise PKK’dır. ABD’li yetkililer, Musul operasyonunda PKK’nın kullanılmayacağını söyleseler de, bu, doğru değildir. Çünkü PKK, Sincar (Şengal)’a ABD’nin yardım ve desteğiyle yerleşmiş durumdadır. Şengal Direniş Birlikleri olarak faaliyet göstermekte ve ABD tarafından da desteklenmektedir. ‘Kuzey Irak’taki ikinci Kandil’ olarak nitelenen Sincar (Şengal) ise IŞİD ‘in Musul işgali bahanesiyle ABD’nin PKK’ya ‘verdiği’ bölgelerden biri. PKK, Sincar sakinlerinin IŞİD tehdidinden duyduğu büyük korkuyu fırsat bilerek, Ağustos 2014 tarihinden bu yana askeri eğitim verdiği Sincarlıları teşkilatlandırmaya başlamıştır. ‘Sincar Savunma Birlikleri’ ya da Şengal Direniş Birlikleri (YBŞ) adını verdiği yaklaşık 2 bin kişiyi Iraklı Şii milislerin çatı örgütü Haşdi Şabi’ye bağlamıştır. Bu ise, PKK’nın Haşdi Şabi ile bölgesel ittifak kurduğunu göstermektedir. PKK’nın Sincar’da YBŞ dışında, Suriye’den ve Kuzey Irak’taki Kandil’den getirdiği yaklaşık 700 militanı bulunmaktadır.[22] PKK sadece Sincar’da teşkilatlanmamış, Barzani yönetiminin karşı çıkmasına rağmen Kerkük’te de teşkilatlanmaya başlamıştır. Burada da belirli oranda PKK’nın askeri gücü bulunmaktadır. ABD, PKK’yı ya değişik isim altında örneğin Şengal Direniş Birlikleri ya da ‘Sincar Savunma Birlikleri’ (YBŞ) adı altında veyahut da Talabani’nin kurucusu olduğu Kürdistan Yurtsever Birliği adı altında Musul operasyonuna sokmaya çalışmaktadır. ABD, PYD terör örgütünü nasıl ki Suriye’de IŞİD’e karşı savaşıyor diye meşrulaştırmışsa, aynı şekilde PKK’yı da Irak’ta meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

PKK’nın Musul operasyonuna katılma nedeni çok açıktır, Kandil’den başlayarak Akdeniz’e kadar çıkış sağlayacak bir koridor oluşturmaktır. ABD’nin de Irak’ta PKK’yı destekleme nedeni de, İran’dan Doğu Akdeniz’e ulaşacak PKK kontrolünde bir koridor oluşturmaktır. ABD, PKK’nın kontrolündeki bu koridorda Musul ve Kerkük petrolü ile doğal gazını Türkiye’yi, Rusya’yı ve Barzani’yi devre dışı bırakarak Avrupa’ya ulaştırmayı hedeflemektedir. Bununla aynı zamanda hem Türkiye’ye, hem de Barzani’ye ders de vermek istiyor. Çünkü Türkiye ile Barzani arasındaki petrol ticareti, ABD ve Bağdat hükümetine rağmen gerçekleşmişti. ABD bunu bir türlü hazmedememişti. Şimdi ise, fırsatını yakaladığı için PKK ve Irak yönetimini destekleyerek Türkiye’ye ve aynı zamanda Barzani’ye bedel ödetmek istiyor. Bu nedenle de Türkiye’yi Musul operasyonuna dâhil etmek istemiyor.

Türkiye ise, Irak Hükümetine, dolayısıyla ABD ve İran’a rağmen Musul operasyonuna katılmak istiyor ve bunu da defalarca açıklamıştır. C. Başkanı Erdoğan her konuşmasında, hem sahada, hem de masada olacağız diyor ve Irak yönetimini de diplomatik teamülleri zorlayarak eleştirmektedir. Aslında bu eleştirilerin, asıl muhatabı İbadi olmaktan öte İran ve ABD’dir.  Üstelik Türkiye, 2014’den bu yana Barzani’nin isteğiyle ve Irak hükümetinin de onayı ile Başika’da Peşmergeyi ve yerel güçleri eğitmektedir. Başika’da şu ana kadar eğitilen bu güçlerin toplam sayısı 5000 civarındadır. Böylece Türkiye 3000 civarında Haşdi Vatani (daha sonra Ninova Muhafızları/Bekçileri ismini aldı) 2000 de peşmerge güçlerini eğitmiştir. Haşdi Vatani güçlerinin komutanı Musul eski valisi Esil Nuceyfi’dir.[23]

ABD ve İran, dolayısıyla da Irak yönetimi, Türkiye’nin Musul operasyonuna katılmasını istemiyor. Barzani, Haşdi Vatani ve Musul’daki bazı Sünni aşiretler de[24] katılmasını istiyor. Türkiye de, binlerce km. uzaktaki ülkelerin katıldığı bir operasyona 350 km sınırı olan bir ülkenin katılmamasını istemek müttefiklikle ve komşulukla asla bağdaşmayacağını söylemektedir. Üstelik Türkiye’nin bu operasyona katılma hakkının hem tarihten, hem de komşu olmaktan kaynaklandığını her ortamda dile getirmektedir. Ayrıca Türkiye’nin bu operasyona katılmasının haklı gerekçeleri de bulunmaktadır. Bu gerekçeleri ise şöyle sıralamak mümkündür:

1- Türkiye’yi ekonomik, siyasi ve askeri yönde adeta bloke eden PKK terörü, Irak topraklarından kaynaklanmaktadır. Kandil, Zap, Metina, Mahmur Kampı vb. daha birçok terör yuvası kamp Irak’ta bulunmaktadır. Aslında bir ülkenin kendi topraklarından komşu ülkeye terör faaliyetlerini engellememesi uluslararası hukuk gereğince, hukuk ihlalidir ve aynı zamanda bu bir savaş nedenidir. Ancak Irak, kendi topraklarından Türkiye’ye yönelen terörü engellemeye güç yetiremediği için, Türkiye sınır ötesi operasyona ciddi bir tepki vermemektedir. İşte böyle bir terör örgütünün Musul operasyonuna katılması, onun daha da güçlenmesine ve alan hâkimiyetini genişletmesine yarayacaktır. Bu ise, hem Irak için hem de Türkiye için daha çok terör demektir.

2- Irak Ordusu tamamına yakını Şii’dir. Şii örgüt Haşdi Şabi de ordunun içerisinde bulunmaktadır. Haşdi Şabi’nin Felluce’de, Ramadi’de, Diyala’da ve Tikrit’de gerçekleştirdiği katliam, adeta PKK terörünü aratmayacak tarzdadır. Adı geçen bu cani örgütün, köy ya da şehir meydanlarında insanları ayaklarından asarak üzerine benzin dökerek yakması, uyguladığı en hafif işkence türüdür. Oysa bu örgüt akla, havsalaya sığmayacak derecede işkence türlerini uygulamaktadır. Zaten Musul’a ya da Sünnilerin yaşadığı yerlere intikam hırsıyla giden bu örgütün neler yapacağını düşünmek bile insanı korkutmaktadır. Nitekim ‘Hüseyin’in, Zeyneb’in intikamı için Musul’a gidiyoruz sloganı, bu örgüt mensuplarının dilinden düşmemektedir. Musul’da da gerçekleştirilecek bir Sünni katliamı sadece Musul’u ya da Irak’ı değil bütünüyle bölgeyi bir mezhep savaşına sürükleyecektir. İşte Türkiye’nin, bölgeyi bir kan gölüne çevirecek bir mezhep savaşının çıkmasını engellemek için Şii militan örgütlerinin, başta Haşdi Şabi olmak üzere Musul’a girmesini istemiyor. Musul’da Sünni halk/aşiretler, Türkiye’nin bu operasyonda mutlaka yer almasını istemelerinin nedeni de budur. Çünkü Türkiye, Irak’ın da, Suriye’nin bölünmesini/parçalanmasını istemiyor.

3- Türkiye, Suriye dolayısıyla 3 milyona yakın –belki de daha fazla- mülteciyi barındırıyor. Musul’a Haşdi Şabi ve PKK gibi terör örgütleri girerlerse en az 1 milyon mültecinin Musul’u terk etmesi beklenmektir. Erbil, en fazla 100 bin mülteci alabiliriz diyor, geri kalanın gidebileceği tek yer ise, Türkiye’dir. İşte Türkiye, bu mülteci akınına engel olmak için bu operasyonda yer almak istemektedir.

Sonuç olarak; Musul açısında en tehlikeli olan yerel güçler; Haşdi Şabi, PKK, İran ve Irak’ın Şii yönetimidir. Aslında bunlardan daha tehlikelisi ise ABD’dir. Irak’ı yaşanmaz hale getiren, bölgeyi terörize eden ABD’dir; milyonlarca Iraklıyı katleden, yüzbinlerce kadına tecavüz edilmesine neden olan ABD’dir. ABD, Haşdi Şabi’den de, PKK’dan da, Esad rejiminden de, Kasım Süleymani’den de daha tehlikelidir. Musul’dan hatta bütünüyle bölgeden çıkarılması gereken ilk ve tek güç, ABD’dir. Bu gerçekleştirilmeden, Musul’a da, Telafar’a da, Şam’a da, Halep’e de, Ankara’ya da barış da gelmez, huzur da gelmez.

 

 

[1]24 Nisan 1923’te ikinci safhası başlayan Lozan görüşmelerinde İsmet Paşa ile Başbakan Rauf Bey ihtilafı giderilemez boyutlar kazanmıştır. Başbakanın uyarıları arasında  “Musul bizim olacaktır” özel bir yer tutar.  Mustafa Kemal Paşa ise İsmet Paşa’ya yakın davranıyordu. Lozan’daki baş temsilci artık hükümeti aşarak Gazi ile temas kuruyor ve Musul’un gündemden çıktığı Barış antlaşmasının imza yetkisini Mustafa Kemal’den bekliyordu. Ankara’dan 19 Temmuz’da gelen cevap olumluydu. İsmet Paşa Atatürk’ün onayı ile 24 Temmuz 1923’te Muahedeyi imzaladı. Daha geniş bilgi için bkz; E. Amiral, Oğuz Karaca, Lozan’dan Bugüne Musul-Kerkük ve Kuzey Irak, Resital Yayınları, 1.bsk. Haziran 2007, İstanbul. s.49

[2]Lozan’ın onaylanması için 22 Ağustos ve 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM’de yapılan oylamaya 334 milletvekilinden 107’si katılmadı. İki gün boyunca süren görüşmelere iştirak eden milletvekillerinden 14’ü de, görüşmelerin sonunda yapılan oylamada ‘ret’ oyu verdi. Sonuç olarak Lozan Antlaşması, 334 milletvekilinden sadece 213 ‘kabul’ oyu ile onaylanmış oldu.. Bkz; http://www.ahaber.com.tr/tarih/2016/10/10/lozana-chpliler-de-karsiydi

[3]Muhtemel muhalifler ise 23 Aralık 1930’da meydana ge(tirtil)en Menemen Olayı ile ya idam edilmişler ya da zindanlarda çürütülmüşlerdir.

[4]Bu toplantı 19 Mayıs 1924’de İstanbul´da, Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti (bugünkü Kuzey Deniz Saha Komutanlığı) binasında başlamıştı. Tarihe Haliç Konferansı olarak geçen görüşmelerde Türk Heyeti’ne TBMM Başkanı ve İstanbul Milletvekili Ali Fethi Bey, İngiliz Heyeti’ne ise Britanya’nın Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox başkanlık ediyordu.

[5] http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/musulu-neden-ve-kaca-sattik-1197140/

[6] http://www.karar.com/detay-haber/vatan-topragi-musulu-kaybettiren-fedakarlik-286146#

[7] Mustafa Budak, , İdealden Gerçeğe, Misak-ı Milli’den Lozan’a dış politika, Küre Yayınları, İstanbul, Birinci Basım 2002, s.389-390

[8] http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/bizim-musulu-kim-verdi-16937.html

[9] Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu. İstanbul: İz Yayıncılık, 1995, s.214

[10] Öke, age. s.216

[11] Öke, age. s.217

[12] Doç. Dr. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara Ün. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1978, Ankara, s.263

[13] Condoleezza Rice’ın makalesinin metni için bkz: http://www.incanews.net/dosya/15779/2003te-yazilan-bir-makale-ortadoguda-22-ulkenin-sinirlari-degisecek

[14] ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile beş temel hedefi vardı:

1- Orta Doğu’nun kontrolünü ele geçirmek. 2- İsrail’in güvenliğini garanti altına almak. 3- Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimini sağlamak. 4- Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik zenginliklerden uzak tutarak, rekabette öne geçmek. 5- Var olduğunu iddia ettiği “İslâmi terör”ü bitirmek…

[15]Şii milislerin bir sözcüsü, Ankara’nın Başika’daki askerlerini çekmemesi durumunda saldırmaya hazır olduklarını söyledi. Cevad el Tilbawi adlı sözcü “Musul’daki Türk birlikleri meşru bir hedef olacak. Türk askerlerine, DEAŞ’a nasıl muamele ediyorsak, o şekilde davranacağız”

Haşd-i Şa’bi’nin yaptığı paylaşımda ise, Türkiye bayrağının üzerine postalıyla basan bir asker gözüküyor. Paylaşımda “Türkiye Haşd-i Şa’bi’nin ayakları altındadır. Haşd-i Şa’bi Musul’a ve Telafer’e girecek” ifadesi bulunurken Erdoğan’a da hakaret edildi.

Irak’ta Şii din adamı Mukteda El Sadr, yandaşlarını yarın Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde toplanmaya davet etti. Mukteda El Sadr, daha önce de “Türk işgali kapıda. Müdahaleye hazırız” açıklaması yapmıştı.

Irak’taki İran destekli Şii milis örgütü Haşd-i Şaabi’ye bağlı Irak Gönüllü Türkmen Güçleri Resmi Sözcüsü Seyyit Ali El-Hüseyni de, “Biz Erdoğan’a şunu söylüyoruz; Allah’a yemin olsun ki, eğer Irak’a elini uzatırsa, Irak’taki diğer gruplardan önce, biz Türkmenler olarak o eli keseriz.”

[16] Bazılarına göre Haşdi Şabi’yi oluşturan milis güçlerin sayısı 70’den de fazladır. Bkz; http://www.timeturk.com/irak-in-yeni-devrim-muhafizlari-hasdi-sabi/haber-336281

[17] Aralarında en güçlü olan gruplar ise şöyle sıralanıyor:

Bedir Tugayı, Ketaib Hizbullah, Asaib Ehlihak, Ketaib İmam Ali, Ketaib Seyidü’l Şuheda, Ali Ekber Tugayları, Firkat’ül Abbas el-Kitaliyye, Seraya el-Hurasani, Ensar el-Merceiyye Tugayları, Seraya Aşura, Seraya el-Akide, Seraya el-Cihad, Feylek el-Karrar, El- Muntazar Tugayları ve Ketaib Seyyid’ül Şuheda.

[18] Ayrıca hırsızlık, gasp, adam kaçırma, haraç alma gibi eylemlerle de gelir elde etmektedirler. Halk da bundan dolayı da tedirgin olmaktadır. Bkz; http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/411393.aspx

[19]Kimileri de Haşdi Şabi’nin Irak genelinde 130 bin üyesi bulunmaktadır demektedir. Bkz; http://www.appsaljazeera.com/interactive/hasdi-sabi/

[20] http://www.basnews.com/index.php/tr/news/iraq/275732

[21] http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/411393.aspx; ayrıca bkz; http://aa.com.tr/tr/analiz-haber/irakta-abd-ve-hasdi-sabinin-zorunlu-birlikteligi/595673

[22] http://www.yenisafak.com/dunya/afrin-ve-sincarda-teror-yuvalari-2557846

[23] Nuceyfi ailesi başta olmak üzere –Tarık Haşimi de dâhil- Maliki, İran’ın ve ABD’nin desteğiyle yönetime geldikleri zaman bunlar da aynı yönetimde görev almışlardır. ABD işgaline diğer Sünni örgüt ve aşiretler gibi karşı çıkmamışlardır. Çünkü Tarık Haşimi C.Başkan Yardımcısı, Usame Nuceyfi Meclis Başkanı, Esil Nuceyfi de Musul valiliği yapmıştır.

[24] Musul’da 400 Sünni aşiretin Türkiye’nin Musul operasyonuna katılması için Erbil’de yaptıkları basın toplantısı için bkz; http://www.yeniakit.com.tr/haber/400-arap-asiretten-turkiyeye-musul-daveti-223585.html

GRUBA KATIL