1918 yılında imzalanan Mondros Mütarekesine kadar Musul’un içinde bulunduğu bölge Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğindeydi. Hatta bu mevcut durum, mütareke sonrasında toplanan -son- Osmanlı Meclis-i Mebusanı tarafından kabul edilen Misak-ı Milli’de de teyit ve tescil edilmişti! Ancak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile yerine kurulan Mustafa Kemal yönetimindeki Cumhuriyet yönetimi tarafından, bu bölgeler bir mirasyedi mantığıyla önce İngiltere’ye ve daha sonra da İngiltere’nin isteği doğrultusunda kendi mandateri olan Irak’a terk edilmişti. Musul’un ve Musul petrollerinin terk edilmesiyle ilgili gerçeğin böyle olduğu tarihen sabit olmasına rağmen, bugün Kemalistlerin emperyalist bir mantıkla, bir diğer emperyalist ülke olan ABD işgalci güçleri tarafından meydana getirilen fırsattan istifade ile Musul ve Musul petrolleri üzerinde tarihi ve kültürel hak iddiasında bulunması bir ikiyüzlülük ve fırsatçılıktır. Çünkü geri kalmışlığın bir nedeni olarak gördükleri Osmanlıyı ve Osmanlı geleneğini reddederek onları vatandaşlıktan çıkaranların ve Osmanlının yüzyıllardır canı ve kanı pahasına elinde tuttuğu toprakları bir mirasyedi gibi terk edenlerin, bugün Osmanlı mirasına sahiplenme hakları yoktur. Daha dün denilebilecek bir tarihte, 1926’lı yıllarda yapılan Ankara Antlaşmasıyla, önce 25 seneliğine, sonra da 500 bin İngiliz lirası karşılığında, dönemin emperyalist ülkesi İngilizlerle ilişkiler bozulmasın diye Musul terk edilmemiş miydi?!. İşte bu yazı çerçevesinde, hem tabi zenginlikleri açısından ve hem de stratejik açıdan hayati öneme haiz olan bu bölgenin Kemalist yönetim ta-rafından nasıl terk edildiği gündeme getirilmeye çalışılacaktır. Ama önce Musul’un yaşamış olduğu tarihi serüven ortaya konmaya gayret edilecektir.
MUSUL’UN İSLAMLA TANIŞMASI!..
Hz. Ebu Bekir döneminde Halid Bin Velid komutasında Irak’a dönük başlatılan fetih hareketi, II. Halife Hz. Ömer döneminde S’ad İbni Vakkas komutasında devam ettirilen fetih hareketiyle tamamlanmıştır. İşte bu fetihlerin neticesinde, Musul’un da içinde bulunduğu Irak bölgesi Müslümanlar tarafından VII.nci yüzyılda İslam topraklarına katılmıştır. Bölgenin dolayısıyla Musul’un İslam’la tanışması da bu yıllara rastlamaktadır. Bu bölge uzun yıllar sırasıyla önce Emevi ve sonra da Abbasi hâkimiyetinin altında kalmıştır. Daha sonraları ise bu bölge, Selçuklular ve Selçuklulardan sonra da sırasıyla İlhanlıların, Timur’un, Karakoyunlu’ların ve Akkoyunluların egemenliği altına girmiştir. Musul’un Osmanlıların hâkimiyetine girmesi ise Yavuz Sultan Selim’in 1514 yılında Çaldıran Savaşı’ndan sonra 1516 yılında bu bölgeyi Osmanlı topraklarına katmasıyla başlamıştır. Kanuni Sultan Süleyman ise 1534-1535’te Bağdat’ı aldıktan sonra Osmanlı hâkimiyeti bütünüyle Irak’da pekişmişti. Ve bu bölge Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin 1917’de işgaline kadar dört yüzyıl Osmanlı hâkimiyetinde kalmıştır.[1] hâkimiyeti ile Musul, Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi olmuştur.
I.DÜNYA SAVAŞI’NDA MUSUL!..
Osmanlı Devleti, Padişah Abdülhamid Han’ın tahttan indirilerek yönetimin İttihat ve Terakki’nin eline geçmesiyle birlikte kan ve toprak kaybetmeye başlamıştır. İttihat ve Terakki yöneticilerinin ihanet ve gafleti yüzünden Osmanlı İmparatorluğu 1911’de Trablusgarb’da ve 1912’de ise Balkan savaşlarında mağlup ve perişan bir halde çıkmıştır. Bu savaşlarda uğradığı kayıplar nedeniyle Osmanlı ordusu moral olarak çökmüştü. Ve dolayısıyla yeni bir savaşa girecek ne bir hazırlığı ve ne de morali vardı. Ancak İttihat ve Terakki Yönetimi, Almanların da oyununa gelerek ülkeyi, Almanların yedeğinde ve hazırlıksız olarak Birinci Dünya Savaşı’na sokmuşlardır. İşte bu Savaş, hem 6 yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun ve hem de Abdülhamid sonrası, ülkeyi yöneten İttihat ve Terakki yöneticilerinin de sonu olmuştur. Bu savaştan sonra İttihat ve Terakki hiyerarşik olarak bitmişse de, ancak anlayış ve ruh olarak yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nde devam edecekti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya’nın yanında 28 Ekim 1914 tarihinde savaşa girmesi İngilizlerin işine gelmiştir. Çünkü Musul ve Musul’un içinde bulunduğu bölge İngilizler için iki açıdan çok önemli idi ve bu nedenle de bir bahaneyle işgal edilmesi gerekiyordu. Birincisi Musul’un çok zengin petrol kaynaklarına sahip oluşu idi. İkincisi ise Musul’un içinde bulunduğu bölgenin İngiltere’nin sömürgesi olan Hindistan Yolu’nun emniyeti nedeniyle ele geçirilmesi stratejik ve iktisadi açıdan çok önemli bir yerdi.[2] İşte bu ve başka sebepler nedeniyle Osmanlı’nın savaşa girmesi, bu bölgenin İngiltere tarafından işgal edilmesi için haklı bir gerekçe oluşturmuştu. Bu nedenle İngilizler 5 Kasım 1914’de Osmanlı Devleti’ne savaş açarak kısa bir süre içinde -14/15 Kasım 1914 tarihleri arasında- Seyhan civarındaki Osmanlı mevzilerine saldırarak buraların işgal edilmesi üzerine zor durumda kalan Osmanlı kuvvetleri 19-20 Kasım’da Basra şehrini boşaltarak geri çekilmek zorunda kalınca, Basra İngiliz birliklerince işgal edilmiştir. Bu duruma çok üzülen İstanbul Hükümeti, Basra’nın geri alınmasına hazırlık amacıyla İstanbul’dan iki piyade, iki makinalı tüfek bölüğü ile Halep civarındaki 12. Kolordunun 35. Fırkası’ndan bir alay piyade ve bir makinalı tüfek bölüğünün Irak cephesine sevk etmeyi kararlaştırmıştır. Ayrıca, Ocak 1915 tarihinde Süleyman Askerî Bey, yarbaylığa terfien Cavit Paşa’nın yerine Irak ve havalisi Kumandanlığı’na tayin olunmuştur. Süleyman Askerî Bey, İngilizlerin her halûkârda Basra’dan atılması gerektiği inancıyla hazırlıklarını hızlandırdı. Ancak, 12-14 Nisan 1915 tarihinde Suaybe Bercisiyye ormanlığı etrafında meydana gelen çarpışmalarda İngilizlerin üstünlük sağlamalarına hazmedemeyerek intihar etmesi üzerine yerine Albay Nureddin Bey tayin edilmişti.[3] Bu harekâttan sonra İngilizler Ammare ve Nasıriyye’yi işgal ederek Bağdad’a doğru yönelmişlerdir. Eylül 1915’de Bağdad vilâyetinin kaza merkezlerinden ve büyük bir askerî ehemmiyete sahip olan Kutu’l-Ammare’nin, başında General Towns-hend’in bulunduğu İngiliz birliği tarafından düşürülmesi Bağdad’ı büyük bir tehlike ile karşı karşıya bırakmıştı. Kutu’l-Ammare’nin İngiliz kuvvetlerinin eline düşmesinden sonra General Townshend, Bağdad’a doğru yürüyüşe geçti ise de Selmanpak’da Osmanlı kuvvetlerince karşılanarak (22-23 Kasım 1915) büyük bir bozguna uğratılmış, kuvvetlerinin üçte birini kaybetmiş bir halde Kutu’l-Ammare’ye geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Kutu’l-Ammare’de mahsur kalan İngiliz işgal kuvvetleri, Nurettin Paşa’nın yerine ordu komutanlığına getirilen Alman Komutan Von der Goltz Paşa’nın idaresi ve Ali İhsan Bey’in kısa zaman zarfında düzensiz bulunan Osmanlı birliklerini disipline ederek ortaya koyduğu taktik neticesinde çok az zayiatla perişan edildi. 7 Mart 1916’da başlayan çarpışmalar Sabis mevkiinde yoğunlaşmış, sadece İngilizler bu mevkide o gün 1000 ölü bırakmışlardı. Harekât üç gün devam etmiştir. Üstün idare ve disiplin anlayışı ile hareket etmenin sonucu zafer kazanılmış, İngilizler binlerce ölü ve yaralının yanında önemli miktarda silah ve mühimmatlarını terk ederek doğuya doğru çekilmişlerdi. Bu savaşta Osmanlı kuvvetlerinin zayiatı 268 şehit ve 962 yaralı olarak tesbit edilmişti. Kutu’l-Ammare’de kapalı bulunan İngiliz kuvvetleri açlığa maruz kalmış, uçakla erzak temini yoluna gitmişlerse de erzaklar Osmanlıların eline geçmişti. Bunun üzerine ihtiyaçlarını Dicle nehri üzerinden gemiyle tedarik etmeyi denedilerse de içerisinde 5000 Askeri iki ay besleyecek miktarda erzak bulunan gemi, Osmanlı askerleri tarafından ele geçirilmişti. Townshend, erzak yetiştirme operasyonunun fayda vermediğini görünce 25 Nisan 1916 günü 6. Ordu Kumandanlığı’na teslim şartlarını müzakere etmeyi teklif etti. 26 Nisanda başlayan müzakereler neticesi 29 Nisan’da 5 general, 481 zabit ve 13100 askerden ibaret olan İngiliz kuvvetleri kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etmişlerdir. Ancak, Sovyetler Birliği’nin İngilizlere yardım etmek amacıyla İran’a doğru harekete geçmesi, bu bölgede bulunan ve İngilizleri zor durumda bırakan Osmanlı ordusunun bir kısmının Sovyetler Birliğini durdurmak üzere, gönderilmesi, zor durumda olan İngiliz güçlerini rahatlatmıştır. Hatta İngilizler, Osmanlı ordusunun bıraktığı boşluğu bir fırsat olarak değerlendirerek Basra’da beklettikleri Hindistan kuvvetleriyle ileri safta bulunan birliklerini takviye ettikleri gibi daha çetin şartlar için erzak ve mühimmat tedarikine başlamışlar ve çok geçmeden Bağdat 11 Mart 1917 tarihinde İngiliz kuvvetleri tarafından hiçbir mukavemetle karşılaşılmadan işgal edilmiştir. Bağdat’ın işgali ile moral kazanan İngilizler, kazandıkları bu moralle saldırılarına devam ederek 7 Mayıs 1918’de de Kerkük’ü de herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan işgal etmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgedeki hezimeti İttihat ve Terakki Hükûmeti’nin Ekim 1918 tarihinde istifa etmesine ve Talat, Enver ve Cemal Paşalar ülkeyi terk etmesine neden olmuştur. İttihat ve Terakki Komitesi’nden yönetimi devralan Ahmet İzzet Paşa, sadrâzam sıfatıyla başkumandanlık ve Erkân-ı Harbiye riyasetini de uhdesine almış (14 Ekim 1918) ve ilk iş olarak mütareke yapmaya teşebbüs etmiştir. Ve nitekim kısa bir süre sonra da 30 Ekim 1918 tarihinde 25 maddeden oluşan Mondros Mütarekesi imzalanmıştır.
İmzalanan bu mütareke aslında her haliyle Osmanlı’nın aleyhine idi! Sadrazam İzzet Paşa hatıralarında “Gerek hükümet, gerek murahhas heyeti son dereceye kadar mukavemet etmiş ve nihayet iş, ültimatom derecesine geldiği sırada ip koparılmadan mütareke akdolunabilmiştir…”[4] Mütarekenin sonuncu yani 25. Maddesinde Müttefiklerle Osmanlı Hükümeti arasında muhasamat 1918 senesi Ekiminin otuz birinci günü vasati mahalli saatle vakti zuhurda tatil edilecektir.[5] (31.10.1918 tarihinde saat:12.00’de)” denilmesine rağmen, müttefik devletler ve özellikle de İngiltere petrol bölgesi Musul’u işgal etmek için, mütareke hükümlerini hiçe sayarak hemen harekete geçmiştir. İngilizler Musul’daki Ermenilerin güvenliğini bahane ederek Mondros Mütarekenin 7. Maddesine[6] istinaden Türk birliklerinin kenti boşaltmasını istediler. Bölgedeki Türk komutan Ali İhsan Paşa (Sabis) bu isteği kabul etmedi, ancak kendisine yardım da gelemeyince 8 Kasım’da Musul’u boşaltmak zorunda kaldı. Boşaltmadan sonra İngilizler hemen kente girerek hükümet konağına İngiliz bayrağını asmışlardır. 15 Kasım’da yani Mondros’un imzalanmasından 16 gün sonra Musul tümüyle İngiliz denetimi altına girmişti.[7] Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından birkaç gün önce Musul’da 6. Ordu Komutanlığı’na getirilen Ali İhsan Paşa, Mütareke’nin imzalanmasına kadar Musul’un İngilizler’in eline geçmemesi için gayret sarfetmesine rağmen, bunda başarılı olamamıştır. 25 Ekim’de başlayan İngiliz taarruzu 30 Ekim’de önemli sayıda Türk birliğinin esir edilmesi ile sonuçlanmıştı. Mütareke’nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00’de) itibaren, geri çekilmekte olan Ali İhsan Paşa’nın 6. Ordusu olduğu yerde durmuştu. Bu sırada 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde idi. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu. Yâni Mütareke’nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu’nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği hâlde, İngiliz kuvvetleri buna uymamışlardır. İlerlemeye devam eden İngilizler, 1 Kasım 1918’de Hamamalil’e girmişler, buradan Musul’u işgal edeceklerini söyleyerek Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istemişlerdir. Ali İhsan Paşa, İngilizler’in bu talebini Sadrazam’a bildirmiş, bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa’ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile 15 Kasım günü şehrin boşaltılması talîmâtını vermiştir. Ali İhsan Paşa, bu talîmâta uygun olarak 10 Kasım’da Musul’u İngilizlere terk etmiş, ordu karargâhı ile birlikte Nusaybin’e doğru çekilmiştir.[8]
MİSAK-I MİLLİ VE MUSUL!..
İngilizler, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kaidelerine aykırı olarak sadece Musul’u işgal etmemişlerdi; Musul’un yanı sıra Urfa, Ayıntap, İsken-derun dâhil olmak üzere koskoca bir bölgeyi işgal etmişlerdi. Bu işgal ve istilalar devam ederken yerel güçlerin toparlanarak yer yer İngiliz ve onların müttefiki Fransızlara karşı savaşmaya başlamışlardı. Bu arada da İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan da 28 Ocak 1920’de yapılan gizli bir toplantısında misak-ı milli’yi kabul edip imzalamıştı. Daha sonra bu metin aynı Meclis tarafından 17 Şubat tarihli oturumunda tekrar okunduktan sonra oya sunularak kabul edilmiş ve basına açıklanmıştı. Ahd-i Milli (Milli Yemin) veya Ahd-ü Misak-ı Milli (Milli yemin ve Misak) diye anılan Misak-ı Milli, ülkenin bağımsızlığı ve bütünlüğü ilkelerini kabul etmekteydi.[9] Aslında Misak-ı Milli önce Erzurum Kongresinde kabul edilen, daha sonra Sivas Kongresinde genişletilerek teyit edilen ilkeleri kapsamakta idi. Bu belgede Milli Mücadele hareketinin iç ve dış amaçları belirtiliyordu. Gerçekten, Misak-ı Milli’de tesbit edilen ilkeler yalnız Milli Mücadele yıllarında değil, ondan sonraki devrede de Türk dış politikasının temelini teşkil etmiştir.[10] Nitekim 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı tarafından kararlaştırılan Misâk-ı Millî’nin birinci maddesi, Türkiye’nin güney sınırlarını tesbit etmekteydi; “Osmanlı Devleti’nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür.”[11] Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktır. Ankara’da yeni oluşan TBMM de 18 Temmuz 1920’de yaptığı toplantıda Misak-ı Milli üzerine yemin etmişti.[12] Mustafa Kemal de 1 Mayıs 1920’de güney sınırını Misak-ı Milli’ye uygun olarak şöyle belirtmiştir; “…hudud-u millimiz İskenderun’un cenubundan geçer, Şark’a doğru uzanarak Musul’u, Süleymaniye’yi, Kerkük’ü ihtiva eder. İşte hudud-u millimiz budur dedik!..”[13] Mustafa Kemal ve Ankara hükümeti, ortaya koyduğu bu kararlılığını Lozan Konferansı’na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. İngilizler’in Ocak 1921’de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Türkler’i destekleyen “Sürücü Aşireti”ne saldırmaları üzerine M. Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti’ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istemiştir”. Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey’e verilmiş, Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etmiş ancak daha sonra çekilmek zorunda kalmıştır. Özdemir Bey’in Revanduz’da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretlerle üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı’nı Musul’un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk etti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul’a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi istedi. Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı’nın başlamasından önce Musul’un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler’e karşı bir harekâtı göze almıştır.[14]
MUSUL’DA KARGAŞALIKLARIN DEVAM ETMESİ!..
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi gereğince ateşkes ilan edilerek savaşa son verilmişti. Ancak, İngiltere mütareke şartlarını hiçe sayarak savaşı, özellikle de Musul ve çevresinde devam ettirmeye çalışıyordu. İngiltere’nin mütareke şartlarını tanımaz tavırları Anadolu’da karşı saldırıların başlamasına neden olmuştu. Anadolu’daki bu gelişmeler, kısa sürede Musul vilâyetinde de bir takım hareketlerin başlamasına yol açtı ve seri ayaklanmalar patlak verdi ve İngilizler karakollarını Revanduz’dan on sekiz mil güneybatıya kaydırmaya mecbur oldular. İngilizler, Musul’da uygulanacak yönetim biçimini oluşturmada yöredeki kabiliyetli, nüfuzlu insanlardan istifade etmeyi ümit etmişler, fakat halk içinde gerek İngiliz idaresine gerekse İngiliz tahakkümünde kurulacak kukla bir idareye karşı sert bir tavır sergilenmişti. Erbil, Kerkük ve Süleymaniye’deki Türkmenler kurulması düşünülen Kürdistan’a bağlanıp bir Kürt yönetimi altına girmek istememişler, Musul’daki Kürtler de Arap idaresini kabullenmemişlerdi. Bu karışıklık içinde, İngilizlere karşı sık sık saldırılar gerçekleştirilmiş ve Yüzbaşı Salmon ve Albay Leachman adlı iki subay öldürülmüştü.
Öte taraftan Özdemir Bey[15] komutasında Türk birliği Musul bölgesindeki harekâtına başarıyla devam edip, 31 Ağustos 1922’de Derbent Muharebesi’nde İngilizleri ciddi şekilde hezimete uğrattı ve Eylül ortasından itibaren Şaklava kazasına gelerek Musul ile irtibatı sağladı. Anadolu’da başarı ile devam eden mücadele, Musul hattındaki aşiretleri İngilizlere karşı cesaretlendirmişti. Süleymaniye, Kerkük ve Musul bölgesi halkı, bağlılıklarını bildirmek için, vergilerini Ankara’ya göndermeye başlamışlardı. Bölgede Osmanlılar lehine değişen denge İngilizler’i, Süleymaniye’yi terketmeye zorladı. Ve İngilizler’in boşaltmak zorunda kaldığı şehre ise, aşiretler hâkim oldular. Halepçe’de bulunan İngiliz komutan Bnb. E. W. C. Noel ise, hava kuvvetlerine bağlı bir uçakla Bağdat’a kaçmak zorunda kaldı. İngilizler bölgedeki başarısızlığın telafisi için Kürt liderlerden Şeyh Mahmud’u devreye soktular.[16] Mahmud’un devreye girmesi aşiretleri böldü, bir kısım aşiretler Türklerin yanında mücadeleyi yeğlerken diğer bir kısım aşiretler İngilizlerin ‘iyi niyetine’ sığınarak mahallî muhtariyet elde etmenin mümkün olabileceği düşüncesiyle Şeyh Mahmud’un himayesini tercih ettiler. Bu yolla Mahmud Süleymaniye’ye girmeye muvaffak olmuş fakat buradaki tavırları ile kısa sürede bütün tarafları rahatsız etmeye başlamıştı.[17]
Irak’ta işlerin kötüye gittiğini görünce kendilerine dost görünen aşiretler ile bir toplantı yapmak isteyen İngilizlerin gayesi bu toplantının sonunda aşiretlere bağımsızlıklarını kazandırıp Şeyh Mahmud’u da devletin başına geçirmekti. Fakat Şeyh Mahmud’un Türklerle anlaşmak üzere olduğunu haber alan İngilizler bu defa devreye Seyyid Taha’yı sokmaya kalktılar ve Bağdad’a çağırıp yüksek komiser ile görüştürdüler. Seyyid Taha, Türkleri Revanduz’dan çıkarıp aşiretleri yanına alabileceğini beyan etmişti. Bu sırada Siirt’ten hareket eden Ali Bey, Musul sınırını aşarak başarılı bir şekilde ilerlemekte ve Türkiye’ye taraftar aşiretleri silahlandırmaktaydı. Musul uleması, İngilizlerin bölgede yapacakları seçimin boykot edilmesi gerektiğine dair fetva çıkarmışlar, fakat Irak İngiliz Hükûmeti karşılık olarak bunların ileri gelenlerini sürgüne göndermişti. Fevzi Paşa 7 Eylül 1922’de Doğu ve el-Cezîre cepheleri komutanlarına çektiği telgrafta “Musul’u elde etmenin tek yolunun silahlı mücadele” olduğunu belirtmişti. Bunun için de aşiretler ve yerli halktan kuvvet tedarik olunarak Özdemir Bey Müfrezesi takviye edilmiş ve İmâdiye-Süleymaniye hattı üzerinden Musul-Kerkük’e taarruzla görevlendirilmişti. Bu sırada Batı Anadolu ve Boğazlar bölgesinde kuvvet bulundurulması gerekli olduğundan söz konusu kuvvetler batıya kaydırıldı. Lozan Konferansının toplanması ile askerî yöntemlerden bir süre için vaz geçilip diplomasi yolu ile meselenin çözümü Londra gibi Ankara’ya da daha münasip gelmişti.[18]
LOZAN GÖRÜŞMELERİ VE MUSUL!..
13 Kasım 1922 günü başlaması gereken Lozan Barış Konferansı[19] bir haftalık gecikmeyle 20 Kasım Salı günü İsviçre’nin Lozan şehrinde başlamış[20] ve 21 Kasım’da ise barış görüşmelerine geçilmişti.[21] Açılış konuşması İsviçre Konfederasyonu başkanı M. Haap tarafından yapılan Konferansın en hararetli tartışma konularından birisini Musul[22] oluşturmuştur. Çünkü Musul Türkiye için asgari vatan sınırlarını ifade eden Misak-ı Millinin vazgeçilmez bir ilkesi iken; İngiltere için ise hem zengin petrol kaynaklarına ve hem de sömürgesi Hindistan yolunun emniyeti açısından siyasi, iktisadi ve stratejik bakımından önemli idi! Bu nedenle İngiltere işi sağlama almak için her türlü yola başvuruyordu. Bir taraftan konferansa katılan delegeler üzerinde hâkimiyetini sağlamlaştırmaya çalışırken diğer taraftan da Musul’u bir oldubittiyle işgal etmek için saldırılarını devam ettiriyordu. Hâlbuki Lozan Konferansı, hem Türkiye’de ve hem de İngiltere’de, askeri yöntemlerin yerine diplomasi yolu ile meselenin çözümü noktasında bir umut meydana getirmişti. Ama İngiltere bu umuda rağmen, Lozan Konferansı müzakereleri devam ederken Musul’daki Arap birlikleri ile birlikte 8 Nisan 1923’te biri Şeytanboğazı diğeri Serderya istikametinden olmak üzere iki koldan harekete geçerek, bu bölgede bulunan Osmanlı güçleri ile Hakkâri’nin irtibatını kesmişlerdi. Bu durumda, Osmanlı güçlerinin komutanı Özdemir Bey İran’a çekilmek zorunda kalmıştı. Oysa çok kısa bir süre öncesinde Özdemir Bey komutasındaki Osmanlı orduları 31 Ağustos 1922’de, aynı bölgede İngilizleri zor duruma düşürerek dengenin Osmanlı lehine dönmesini sağlamışlar ve İngilizlerin Süleymaniye’den çekilmesini temin etmişlerdi. Ancak Lozan konferansının başlaması Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri yöntemlerden vazgeçmesine neden olmuştu.
Lozan Konferansı’nda Türkiye heyetini[23] İsmet Paşa[24] İngiltere heyetini ise Lord Curzon temsil etmekteydi. İtilaf Devletleri 27 Ekim’de Konferansa Osmanlı Hükümeti ile Ankara Hükümeti’ni birlikte davet etmişlerdi… Bu durum Ankara Hükümeti tarafından hoş karşılanmamıştı.[25] Ankara Hükümeti tarafından bu çift başlılığın kaldırılması için 1 Kasım 1922’de TBMM’de yoğun geçen tartışmalardan sonra Saltanat kaldırıldı. Saltanatın kaldırılması ile de Türkiye bu çift başlılıktan kurtulmuş oldu. Ve böylece de Ankara Hükümeti İtilaf Devletleri nezdinde rakipsiz kalmış oldu.[26] Buna rağmen, Ankara Hükümeti Konferansa katılmaya kendilerinin yetkili olduğunu, Osmanlı Hükümetinin bu konferansa katılması halinde kendilerinin katılmayacağını ve Konferansın sonucunda alınan kararların da kendilerini bağlamayacağını belirtmesi üzerine İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon devreye girerek Türkiye’yi Ankara hükümetinin temsil etmesini sağlamıştır.[27] TBMM tarafından, bu konferansa TBMM temsilen katılan heyete 14 maddeden müteşekkil bir talimatname verilmişti. Misak-ı Milli beyannamesinin somutlaştırılmış bir hali olan bu talimatname, Misak-ı Milli’den daha geniş bir çerçevede hazırlanmıştı.[28] Rıza Nur[29] Lozan’a gidişlerini ve talimatname ile görüşlerini şöyle anlatmaktadır; “Bizde ne hazırlık var, ne dosya var, hiçbir şey yok. Lord Gürzon bir takım resmi diplomatlar burada. Hem bunların mükemmel dosyaları vardı. Ne yapacağız!.. Hey’eti Vekile bize giderken bir içtimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir talimat verdi” demekteydi.[30]
Musul meselesi, Lozan’da ancak 23 Ocak 1923’te ele alınabilmiştir.[31] Bunun nedenini ise İngiliz başdelegesi şöyle açıklamaktadır; “Konferansın açılışından bir hafta sonra, yani 27.11.1922’de müzakereye konması kararlaştırılmıştı. İsmet Paşa, 26 Kasım akşamı, bana bu meselenin aleni görüşülmesinden vazgeçilmesini ve özel görüşmelerde hallini teklif etti. Kabul ettim. Ancak özel görüşmelerle bir anlaşmaya varılamadı.”[32]
Konferansta açılış konuşmasından sonra İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, ondan sonra da İsmet İnönü konuştu. İsmet İnönü konuşmasında ortaya koyduğu tez Misak-ı Millî’de belirtilen millet ilkesine, etnik, coğrafî, tarihî, siyasî ve ekonomik sebeplere dayandırılıp İngilizlerin öne sürdüğü tezlerin geçersizliğini ispata yönelikti. İsmet İnönü bu konuşmasında, ırkçı ve şovenist bir söylemle Musul’da nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden Türk ve Kürtlerin Arap ve diğer unsurlardan ayrı olarak aynı ırktan geldiği[33] ve Turan kökenli olduklarını İngiliz kaynaklarına dayanarak uzun ifadelerle anlatmış, Musul’un coğrafî özellikler itibarıyla da Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası olduğunu, Anadolu ile birçok yönlerden irtibatlı bulunduğunu ve İngilizlerin bölge halkının serbest olarak kaderlerini tayin edecek plebisite karşı çıkmasının da Türk tezinin doğruluğu anlamına geldiğini izah etmişti. Curzon’un himayecilik ve mandacılık konusundaki iddialarına da açık cevap veren İnönü; Osmanlı Devleti’ne ait olan Irak hakkında yapılan antlaşmaların hiçbir hükmü olmadığını ve bölgede yapılan oylamanın askerî baskı ve şiddet altında yapıldığını, halkın reyini[34] serbestçe izhar edemediğini, Irak ve Musul’un asker zoruyla alınmasının umumî harpten beri ilan edilen prensiplere aykırı olduğunu, Musul’un mütarekeden sonra işgal olunmasının ise hiçbir şekilde izah edilemeyip herhangi bir sebebe dayandırılamayacağını, Musul’un mukadderatının İzmir’in, İstanbul’un, Trakya’nın, Adana, Urfa ve Antep’in mukadderatıyla aynı olduğunu ve bu şehirlerin mütarekeden sonra ve mevcut antlaşmalar hilafına işgal edildiğini söylemişti.
İnönü’den sonra söz alan Lord Curzon ise ortaya koyduğu karşı teziyle Türkiye’nin taleplerini çürütmeye çalışmış ancak bunda başarılı olamayacağını anlayınca başka metotlardan istifade etmeyi düşünmüştür. Curzon’un ilk manevrası Musul meselesini normal seyrinden çıkartmak suretiyle İngiltere’nin Musul’u alıkoymak istemesinin “petrol tesiriyle” olduğu gerçeğini kamuoyundan saklamayı başarmasıdır. Böylece otel odalarında görüşülmeye başlanan Musul meselesinde Türkiye’nin haklılığını anlatabilme ve İngiltere’nin gerçek emellerini teşhir etme fırsatı kaçırılmış oluyordu… İkinci celse görüşmelerinde meselenin iyice çıkmaza girmesi İsmet Paşa’nın yeni bir çözüm yolu önermesiyle aşılmak istenmiştir. İsmet Paşa’nın bölgede “plebisit” yapılması yönündeki teklifi yine Lord Curzon tarafından kabul edilmemiştir. Gerekçe ise oldukça şaşırtıcıdır. Curzon’a göre, bölge halkının rey verme alışkanlığı yoktur. Bu konuda tecrübe sahibi olmadıklarından plebisitin amacını anlayamayacaklarını ileri sürerek, koruduklarını ve haklarını savunduklarını iddia ettikleri bölge halkının adeta “cahiller topluluğu” olarak kabul ettiklerini göstermişlerdir.[35]
KONFERANSIN UZLAŞILAMADAN SONA ERMESİ!..
Ocak 1923’ün ortalarına doğru itilaf devletlerinin kendi aralarındaki rekabetten doğan anlaşmazlıklardan dolayı iyice tıkandığını gören Lord Curzon, Konferans görüşmeleri, daha sıkıntılı hale gelmeden bir an önce sonuçlandırılması için bir tasarı hazırladı. Lord Curzon tarafından bu amaçla hazırlanan 160 maddelik antlaşma tasarısı 31 Ocak’ta, 4 Şubat’a kadar da imzalanması için İsmet Paşa’ya verildi. İsmet Paşa ise antlaşma tasarısının incelenmesi ve karşı cevabın hazırlanması amacıyla bir haftalık süre istedi ise de bu istek, İtilaf Devletlerince kabul edilmedi.[36] Bunun üzerine İsmet İnönü Ankara Hükümeti ile yapılan görüşmeler neticesinde, hazırlanan ve barışın bir an önce imzalanması için “razı olunan fedakârlıklar” olarak değerlendirilen karşı teklifleri 4 Şubat’ta bir mektupla İtilaf devletlerinin temsilcilerine teslim etti. Bu teklifler üzerine taraflar aynı gün öğleden sonra Lord Curzon başkanlığında yeniden toplandılar. Bu toplantıda Lord Curzon’un yaptığı tekliflerin[37] Türk heyeti tarafından kabul edilmemesi nedeniyle,[38] taraflar bir anlaşmaya varamadan toplantıdan ayrıldılar. Böylece Lozan Konferansı’nın birinci aşama görüşmeleri de sona ermiş oldu.[39] Mim Kemal Öke, Lord Curzon’un Konferansta gösterdiği çabalarını, İngiltere ve Curzon için bir başarı olarak değerlendirmektedir. Öke’ye göre, Curzon tarafından Musul Meselesi’nin konferansın gündeminden çıkartılarak “tarafsız” bir organın hakemliğine götürülmesi, Musul ile teklifi iki yüz maddeyi aşkın kapitülasyon ve adli imtiyazlara ilişkin hükümler arasında gizleyerek barış antlaşması tasarısı arasında getirmesi, Dünya kamuoyu nezdinde Musul’un en önemli bir engel olduğu intibaını ortadan kaldırarak İsmet İnönü’ye kabul ettirmesi, Curzon için önemli bir diplomatik başarıdır.[40]
(*) Bu yazı Genç Birikim dergisinin 182. sayısında yayımlanmıştır.
DİPNOTLAR
[1] Daha geniş bilgi için bkz. Kadir Mısıroğlu, Musul Meselesi ve Irak Türkleri, 2. Basım, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975, s,42 vd; Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu 1918-1926, İz Yayıncılık, İstanbul, 1995, s.14
[2] Mısıroğlu, age. s.83
[3] Meryem İmamzade Irak Dosyası, Akabe Yayınları İstanbul Ekim-1986, s.21
[4] Sabahattin Selek Anadolu İhtilali, Cem Yayınevi, 6 basım İstanbul 1976 s,48
[5] Selek, age. s.48; Mondros Mütarekesinin diğer maddeleri için bakınız Selek age, s.45 vd.
[6] “Müttefikler, güvenliklerini tehdit edecek durum olduğunda herhangi stratejik noktasını işgal hakkına sahip olacaklardır.” Selek, age. s. 46
[7] Baskın Oran, Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar C.1 (1919-1980) İletişim Yayınları, İstanbul 2.bsk, 2001, s. 199-200; ayrıca bkz: Mısıroğlu, age. s.78 vd.
[8] Prof. Dr. E. Semih Yalçın, Musul Meselesi, 2023 Dergisi, 15 Aralık 2001 Sayı:8 s.31
[9] Misak-ı Milli’nin maddeleri için bkz: B. Oran, age. s.105, vd. ve; Mustafa Budak İdealden Gerçeğe, Misak-ı Milli’den Lozan’a dış politika, Küre Yayınları, İstanbul Birinci Basım 2002, s.156 vd.; Kadir Mısıroğlu, Lozan Zafer mi Hezimet mi? I. Cild, Sebil Yayınları İstanbul 1971 s.114 vd.
[10] Mehmet Gönlübol, Cem Sar, Olaylarla Türk Dış Politikası C. 1 1919-1973, AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 5. Bsk. s.13
[11] Prof. Dr. E. Semih Yalçın, agd. s. 31
[12] M. Budak, age. s.190
[13] Prof. Dr. Mim Kemal Öke, Musul-Kürdistan Sorunu 1918-1926, İz Yayıncılık İstanbul 1995 s.154; ayrıca bkz. Prof. Dr. E. Semih Yalçın, agd. s.32
[14] Prof. Dr. E. Semih Yalçın, agd. s.32
[15] Özdemir Bey (Ali Şefik Özdemir) Suriye ve Antep cephesinde görev yapmış bir kaymakam.
[16] Prof. Dr. Mim. Kemal Öke, Musul Kürdistan Sorunu 19181926, İz Yayıncılık İstanbul 1995 s.184,185
[17] Prof. Dr. Öke, age, s.187
[18] Prof. Dr. Öke, age, s.192
[19] Lozan Barış Konferansı, Osmanlı Devleti’nin mirasını paylaşmayı öngören tarihi Doğu Meselesi’ni çözmeyi amaçlayan bir konferans idi. Bundan dolayı konferansın resmi adı “Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı” idi. Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe, Misakı Milli’den Lozan’a Dış Politika, Küre Yayınları, İstanbul 1. Baskı 2002, s.287
[20] Konferans İtilaf devletleri ile Türkiye arasında yapılmıştır. Konferansa Türkiye’nin karşısında İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya devletleri katılmıştır. Boğazlarla ilgili görüşmelerde bulunmak üzere Sovyet Rusya, Ukrayna ve Gürcistan delegeleri çağrılmışlardı. Konferansa ABD ise gözlemci olarak katılmıştır.
[21] Lozan Barış Konferansına katılacak heyet baş delege Hariciye Vekili Edirne Milletvekili İsmet İnönü, delegeliklere de Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye Vekili Sinop Milletvekili Rıza Nur ile eski İktisat Vekili Trabzon milletvekili Hasan Hüsnü (Saka) beyler seçildiler. M. Budak, age. s.291
[22] Konferansın en hararetli ve çözümü zor görülen diğer iki maddesi ise Kapitülasyon meselesi ve Müttefikler tebaasının zarar ve ziyan meselesi, Ali Naci Karacan, “Lozan” Milliyet yayınları, 2.bsk. 1971 s.258
[23] Heyette Başyardımcı olarak Dr. Rıza Nur ile Hasan Bey (Saka)’e görev verildi. Üyeler ise Celal Bey (Bayar), Zekai Bey (Apaydın), Münir Bey (Ertegün), Veli Bey (Saltık), Muhtar Bey (Çilli), Şefik Bey (Başman), Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu), Şevket Bey (Doğruer), Seniyeddin Bey (Başak), Tahir Bey (Taner), Hikmet Bey (Bayur), Nusret Bey (Metya) Fuat Bey (Ağralı), Zühtü Bey (İnham), Mustafa Şeref Bey (Özkan), Şükrü Bey (Kaya), Hamit Bey (Hasancan), Cavit Bey, Ruşen Eşref Bey (Ünaydın), Yahya Kemal Bey (Beyatlı) idi!. Bkz; Büyük Kültür Ansiklopedisi, Başkent Yayınları, Ankara, Cilt. 8 Lozan Barış Antlaşması maddesi, s.2972
[24] Lozan görüşmelerine Dışişleri Vekili olan Yusuf Kemal Bey’in Mustafa Kemal’in isteği üzerine istifa etmesiyle İsmet İnönü katılmıştır. Bkz; Prof. Dr. E. Semih Yalçın, Misakı Milli ve Lozan Konferansı Belgelerinde Musul Meselesi, 2023 dergisi 15 Aralık 2001, sayı; 8, s.37 (16 no’lu dipnot)
[25] M. Budak, age, s.284
[26] M. Budak, age, s.287
[27] Büyük Kültür Ansiklopedisi, Başkent Yayınları, Ankara, Cilt. 8 Lozan Barış Antlaşması maddesi, s.2972
[28] Budak, age. s.314
[29] Lozan görüşmelerine TBMM’i temsilen Heyet Başkanı olarak İsmet İnönü, Sağlık Vekili Dr. Rıza Nur ve Maliye Vekili Hasan Bey (Saka) katılmışlardı.
[30] Dr. Rıza Nur Hayat ve Hatıratım C. III Altındağ Yayınevi İstanbul 1967 s.982
[31] Prof. Dr. Semih Yalçın agd. s.32
[32] Ali Naci Karacan, age, s242243
[33] İnönü; “Musul Türkçesinin Anadolu Türkçesinin aynı olduğunu ve Anadolu Türklerinin de Türkmen olduklarını delillerle açıkladı: ‘Kürtlerin asıllarının İrani oldukları iddia ediliyor. Hâlbuki Ansiklopediya Britanika bile Kürtlerin Turani olduğunu yazıyor’ dedi. A. Naci Karacan, age, s.344345
[34] Daha geniş olarak bkz; A. Naci Karacan, age, s.243 vd; ayrıca bkz; Prof. Dr. Öke, age. s.193 vd
[35] Prof. Dr. E. Semih Yalçın, agd. s.33
[36] M. Budak, age, 369
[37] Lord Curzon Musul’u Cemiyeti Akvam’a havale ettiğinden dolayı beyanname ile meselenin bir yıl içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostane bir şekilde çözülmesinin kararlaştırılacağını, Yunan tazminatı için muahede ile karşılıklı anlaşılmasını, itilaf olduğunda hakeme başvurulmasını, iktisadi maddelerden sadece dördüncü maddenin çözümünün altı ay sonraya bırakılmasını ve adli sistem için kendi beyannamelerinde ısrar ettiklerini İsmet Paşa’ya bildirdi. M. Budak, age. s. 372
[38] Lord Curzon’un tekliflerine karşılık İsmet Paşa da, Musul ve yunan tazminatı için madde kabulü sisteminde Türk beyannamesinin geçerli olmasını, Türkiye’nin tahammül edemeyeceği iktisatla ilgili maddelerin antlaşmadan çıkarılmasını istedi. Taraflar anlaşamayınca toplantıdan ayrıldılar. M. Budak, age. s.372
[39] M. Budak, age. s.371372
[40] Prof. Dr. Öke, age, 196197; M. Budak göre de bu konferansta en kazançlı çıkan ülke İngiltere olmuştur. (Age, s.372)
NOT: Bu yazı Genç Birikim dergisinin 57-58. sayılarında yayımlanmıştır.