Gelenek ve modernizm, yüzyıllardır çatışma ve tartışma konusu olmuş iki “uç” görüş ve uygulamalardır. Geleneğin istismar edilen tarafları üzerinden nemalanan ve kurulu düzenlerini kaybetmek istemeyenler, sorgulamaktan korkanlar, mutaassıplar, iyi niyet ile dinin dışına çıkabilme ihtimali ile İslam’a zarar vermek istemeyen muhafazakârlar… Karşıda ise geleneğin mutaassıplarının hışmına uğramış ve eziyet görmüşler, bütün geri kalmışlığı geleneğe fatura edenler, batı kompleksi ile batılı metodolojiye uymayan geleneği reddeden diğer kesim. Farklı ülke ve coğrafyalarda veya dinlerde gelenek ve modernizm, değişik şekillerde algılanmış da olabilir. Genel olarak iki hasım gibi dururlar. Birçok soru akla gelmektedir. Geleneğin ıslahı mı, reddi mi? Modernizm, geleneğin yerini tutabilecek düzene ve doluluğa sahip mi? Modernizm, ifsat mı ihya mı? Gelenek ve modernizm, mezcedilebilir mi? Gelenek ile modernizm çatışması, gerçekten var mıdır? Bu iki ekolün temsilcileri neyi amaçlamaktadır?
Böylesi birçok soruya çokça cevaplar yazılmış, yüzyıllardır tartışılmıştır. Ve hala cevaplanmaya, tartışılmaya devam edilmektedir. Tartışmalar, hak-batıl savaşı raddesine getirilmiş durumdadır. Hâlbuki İslam, Mekke cahiliyesindeki örfe dahi böyle yaklaşmamış, tevhid akidesi ile çelişmemek şartı ile insani olan, diğer peygamberden tahrif olarak gelmiş olanlar dahi düzenlenerek İslami hayata dâhil edilmiştir. Öncelikle geleneğin ve modernizmin tanım ve tarifi üzerinden anlamaya çalışalım:
“Modernizm”, sözlükte çağcıllık, modernlik, yenilik, asrîlik, yenileşme, çağdaşlık, muâsırlık, yeni şeylere düşkünlük, gelenekçiliğe karşı olma ve yenilikçi eğilim gibi manalara gelmektedir. Bu anlamlara taraftar olan veya bunları benimseyerek yaşantısına geçiren kimselere de “modernist” denir. Ayrıca “modernizm” terimi; yeniye taraftarlık, yenilik tutkunluğu, ileri derecede her eski olana düşman olma ve yerleşmiş her şeyi yıkma taraftarlığı gibi manaları da ihtivâ etmektedir.
İslâm Modernizmini yakından ilgilendiren en önemli bir husus, Asr-ı Saâdetteki inanç ve uygulamaları günümüzde yeniden canlandırmak isteyen “İhyâcılık”tır. Bu hareket, aynı zamanda “dînî kural ve kavramları yenileme hareketi” şeklinde de ifade edilmektedir. “Kur’an ve sünnete, selefin akîde ve uygulamalarına dönme” hususunda İslâm modernistleri ihyâcılarla aynı görüştedirler. Ancak ihyâcı, mâziyi yeniden sahneye koyup oynamak istediği halde, modernist yeniden yorumlama ve yeni şartlara göre izah edip uyarlamayı benimsemektedir.[1]
Batı modernliği, homojen bir yapıya sahip değildir. Çok sayıda modernlik tanımı vardır.
Gelenekçilik, “kültürün eski kuşaklardan miras olarak aldığı kısımlara dayanmak ve toplumda değişmelerin doğuracağı sarsıntılara karşı böylece direnmek fikrini savunan görüş” anlamına gelmektedir.[2] Yani kısmen şöyle bir realite mevcuttur ki ilk günden beri mezhebin, tarikatın vb. ürettiği tüm sözlü ve uygulamalı birikimine sahip çıkıp onları dinin parçası kılma taassubudur. Tabi bu gelenek tarifi en uç noktadaki tariftir.
Delile dayalı olarak fasitliği ortaya konuncaya dek, me’sul (aslı) kabule şayandır. Geleneğe ait olan delille çelişmediği, aynı şekilde modern olanın da delille iptal edilmediği sürece varlığı kabul edilmelidir. “Nasıl ki ortada gayri İslami bir modernlik varsa aynı şekilde İslami bir modernlik de olmak durumundadır. ”[3]
“İslam, iyi olan her şeydir. Tevhidin çatısı altında insana/insanlara doğaya ve her canlıya fayda sağlayan şey İslami’dir. Bunun önüne gelenek engeli geliyorsa, geleneğe gayri İslami bir bilgi veya uygulama bulaşmıştır, diyebilirim.
Kur’an ayetlerinin, modernistlerin yürüttükleri tarzda bir okumaya tabi tutulması, Batı toplumundaki modernlik realitesinin çıktılarının açık bir taklididir; bu sebeple de muhtelif yöntemsel afetlere maruz kalmıştır. Bu tatbik, mekanik bir uygulamanın ötesine geçmemektedir. Uyarlamanın olduğu yerde de asla özgünlükten bahsedilemez. Aksine bu yöntem, modernite öncesi vesayete benzemektedir. Modernite, bizzat buna karşı çıkmıştır.”[4]
Modernleşme, geleneksel olarak iki temel bakış açısıyla irdelenir: Birinci bakış açısına göre modern, Batı’dır; modernleşmeyse diğer ülkelerin Batılı modellere yaklaşması ve Batılı kurumları kendi ülkelerinde tesis etmesi anlamına gelir.
Diğer bakış açısına göre modernleşme, kurumsal düzeyde Batılılaşma şeklinde yaşansa bile bu yönde bir kültürel modernleşmeden söz etmek mümkün olmayabilir; kültürel farklılıklar, tek tip bir modernleşmenin önüne geçebilir.[5]
Bu tanım, şimdiye kadar kültürün, bilginin en fazla transfer edildiği TV ve internet koşullarında uygulanamamış, aksine tek tip bir modernizm, tek tip bilgi, tek tip kültür empozesi ağırlıklı olarak işlenmiştir.
Modernleşme olarak adlandırılan bu değişimler, aynı zamanda geleneksel yapıların çözülmesi ve etkinliğini yitirmesi anlamına gelen geleneklerden kopuşu ve köklü bir dönüşümü de ifade etmektedir, diye tanımlar yapılmış da olsa Avrupa, hiçbir zaman geleneğinden kopmamıştır. Kilise, papa, misyonerlik, kraliyet, ayakta tutulmuş, tarihi hezimetler unutulmamış, Endülüs ve Sicilya İslam devletlerinin onlara kattığının üstünü kapatma gayreti her zaman canlı tutulmuştur. Batı modernliği, koskocaman bir yalanın üstüne bina edilmiş küresel bir şer haline gelmiştir.
Batı, bütün varlığını sömürü, bencillik üzerine inşa etmiştir. Batı modernizmi de eğitim, kültür, sosyal hayat vb. her konuda, kendinden farklı olana tahammül edemeyen bir enaniyete sahiptir. Bu enaniyet, o derece yüksektir ki ekonomik ve siyasi menfaatleri için, modernizm için yapmış olduğu birçok tanımı ve ondan neşet etmiş kuralları helvadan puta çevirmişlerdir. İnsan hakları, demokrasi, dünya vatandaşlığı, eşitlik, hak, adalet vb. özellikle İslam toplumu zoraki bu modernlik şeklini benimsemiş ve iki büyük yanlışa düşmüştür. Birincisi; yüzlerce yıllık medeniyet birikimine, Batı aklı hatırına sırt dönmüş, İslam toplumunun başına gelenlerin tek müsebbibi olarak geleneği görmüştür. Toptancı bir yaklaşım ile reddetme yoluna girmiştir. Son 150 yılda başta Mısır, Hindistan olmak üzere daha sonra Türkiye ve diğer İslam ülkelerindeki İslam’ın asıl kaidelerine saldırı niteliği taşıyan uygulamalara kadar ilerlemiştir. İkincisi; Batı hayranlığı oluşturmuştur. Batı’nın yaptığı her şey, olması gereken ideal olarak görülmüştür. Kendi toplumundan nefret eden, onlara karşı Batı’nın yanında duran süfli kişilikli guruplar dahi çoğalmaya başlamıştır. İslam’a sızmak için ilmek ilmek örülen oryantalist planlar, İslam’ın ihyası adına imhasına dönük çabalar olmuştur. Ya kör gelenek ile İslam’ın yaşanması, anlaşılması güç hale getirilmekte ki, İslam’ın nassları ve temel kaynakları, böyle bir körlüğü Yahudi ve Hıristiyanların yolu olarak görmüştür. Ya da kendi geçmişinden utanan bir İslam bilinci. Kendi derdine çare bulabilecek güç ve kudret olan İslam düşünce birikimi, birçok kıymetli şahsiyetin çabaları ile İslam’ı çağın idrakine sunmaya çalışmıştır.
Modernlik; medeni olmanın, üretmenin, düşünmenin, şehir ve yerleşim yeri kurmanın, hak ve özgürlüklerde hassas olmanın, tüm sınıfsal ayrımları, katmanları kaldırmanın adı ise İslam, ilk günden beri moderndir. “Gelenek” diye bakılan, faydalı üretimin bütünüdür. M. İkbal’e göre İbn Haldun’un doğrusal çizgide ilerleyen tarih anlayışına uzak olması, başka deyişle döngüsel tarih anlayışını benimsemesi, onun “modern” değil, İslam geleneği çizgisine bağlı olduğunun göstergesidir.[6]
Gelenek, bir birikimdir. Ama bu birikim, dinin aslı değildir. Dönem ve şartların icabı şekillenmiş önemli bir tecrübedir. Tecrübenin önemi, yarın aynısı tekerrür ettiğinde sunulacak köklü cevaplar veya çözümler barındırmasındandır.
Haydar ÖZALP
[1] Yrd. Doç. Dr. Mustafa Sönmez, İslâm Modernizminin Doğuşu ve İki Önemli Temsilcisi
[2] Hilmi Ziya Ülken, Sosyoloji Sözlüğü
[3] Taha Abdurrahman, Modernlik Ruhu, 18. syf.
[4] Taha Abdurrahman, Modernlik Ruhu, 241. syf.
[5] E. Fuat Keyman, Türkiye’nin Yeniden İnşası: Modernleşme, Demokratikleşme, Kimlik, İstanbul Bilgi Üniv. Yay, 2009
[6] Muhammed İkbal, İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu