Mursi’nin Demokrasi ile İmtihanı!
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

Mursi’nin Demokrasi ile İmtihanı!

Demokrasi ile imtihan, sadece Mursi’nin, hatta Mısır’daki İhvan hareketinin problemi değil, bütünüyle kendisini İslam’a nisbet eden, ama Batı kültür emperyalizmi karşısında komplekse kapılmış, psikolojik olarak kendisini mağlup ve ezik hisseden bütün Müslümanların problemidir. Bu problem, ne yazık ki dünya Müslümanlarının gündemine 11 Eylül olaylarından, Türkiye Müslümanların gündemine ise 28 Şubat postmodern darbesinden sonra yoğun olarak girmiştir. Daha önceleri demokrasi ile olmaz, demokrasi ayrı bir dindir diyenler, şimdilerde mal bulmuş mağribi gibi demokrasiye sarılmış, anadan doğma demokrat olanlardan bile daha çok demokrasiyi savunur bir duruma gelmişlerdir. Buna rağmen yani biz de artık demokratız, Batılı değerler konusunda sizin gibi düşünüyoruz diyen bu Müslümanlar, sandıkta her defasında galip çıkmalarına rağmen sokakta, karanlık ve gizli mahfillerde mağlup edilerek sahanın dışına atılmışlardır. Bunun örnekleri sayılmayacak kadar çoktur. Ortadoğu halkları ve özellikle de Türkiye halkı bunu defalarca yaşamıştır. Türkiye’de gerçekleştirilen 28 Şubat darbesi bunun en iyi örneğidir. Refah Partisi, 24 Aralık 1995 genel seçimlerinde yüzde 21.38 oy oranıyla 158 milletvekili çıkararak birinci parti seçilmiş ve Doğru Yol Partisi’yle 28 Haziran 1996’da, aldığı güvenoyuyla koalisyon hükümeti kurmuştur. İşte ne oldu ise, bundan sonra olmuş, Siyonist ve Batı emperyalizminin yardım ve desteğiyle İslam’a ve Müslümanlara karşı gerçekleştirilen kirli propaganda neticesinde Refah Partisine ve yetkililerine yönelik hakaretler, protestolar; yargı, asker ve polis eliyle gerçekleştirilen haksız, kanunsuz operasyonlar, milletvekili pazarlıkları, tehditler, montaj kasetler, yalan ve yanlış propagandalar neticesinde halkın iradesiyle birinci olarak seçilen bir parti gayri meşru ve akıl almaz post modern darbe yöntemleriyle iktidardan alaşağı edilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, Refah Partisi gazete kupürleriyle, yalan ihbar ve ifadelerle, iktidarda iken kapatılma davası açılmış ve belirli bir süre sonra da hem parti kapatılmış, hem de Erbakan başta olmak üzere parti yöneticilerinin bazıları siyasi yasaklı hale getirilmiştir.

Aynı senaryo Cezayir’de de gerçekleştirilmiştir. Cezayir’de İslami Selamet Cephesi (FIS) Haziran 1990’daki yerel seçimlerde yaklaşık 8,5 milyon seçmenin yüzde 54’ünün oyunu almış, 27 Aralık 1991’de yapılan genel seçimlerin ilk turunu yine açık farkla kazanmış, ikinci turu da aynı şekilde kazanacağı anlaşılınca askeri cunta Batılı demokrat ülkelerin yardım ve desteğiyle bir askeri darbe gerçekleştirmiştir. Batılıların bu desteği sadece söylem bazında da kalmamış, 1992’de Lizbon’da AB ülkelerinin yaptığı toplantıda bu askeri cuntaya 492 milyon dolar yardım etme kararı almıştır.

Bir diğer örnek ise Hamas’ın girdiği seçimlerdir. Filistin’de 25 Ocak 2006’da yapılan seçimlere önce Hamas’ın katılmaması için yoğun gayret gösteren Siyonist ve Batılı emperyal güçler, sonrasında Hamas’ın seçimlere katılmasına rıza göstermişlerdir. Hamas’ın seçime girmesine rıza göstermelerinin nedeni ilkeli oluşlarından kaynaklanmamış, Hamas seçimleri nasıl olsa kazanamayacak ve böylece Hamas da halk nezdinde prestijini kaybederek aktif siyasetten çekilmiş olacaktır. Bu durum, hem işbirlikçi Mahmud Abbas’ın ve dolayısıyla el-Fetih’in, hem de Siyonist İsrail’in işine gelecektir. Ancak düşündükleri gibi olmamış ve Hamas, belki de Batılı demokrat olan ülkeleri dahil ve üstelik birçok Batılının gözetiminde en şeffaf seçimleri yapılmış ve seçimlerin sonucunda oyların yaklaşık %58’ini alarak 132 üyeli Filistin parlamentosunda 76 milletvekili çıkarmıştır. Refah Partisi (RP)’nin, İslami Selamet Cephesi (FİS)’nin başına gelenler Hamas’ın da başına gelmiş ve uluslararası bir kampanyanın sonucunda hem Filistinli gruplar (El-Fetih ve Hamas) birbirine düşürülerek Filistin fiilen ikiye bölünmüş, hem de Gazze abluka altına alınarak dünyanın en büyük yarı açık cezaevi haline dönüştürülmüştür. Uygar denilen dünyanın gözleri önünde Hamaslı milletvekilleri tutuklanarak yaka paça cezaevine konmuş, hak ettiği halde dışarıdan gelen para yardımları tamamen engellenmiş, giriş çıkışlar tamamen Siyonist İsrail’in olmayan insafına terk edilmiştir.

Şimdi de Mısır İhvan’ı bu açık örneklere rağmen aynı imtihana tabi tutulmaktadır. Aslında bu, sonu belli olan bir imtihandır. Oysa İhvan, kendisinden önce sadece yukarıda sayılan birkaç örneği bile dikkate almış olsaydı, demokrasiye, Batılı emperyal güçlere ve içerideki laik, ulusalcı, Nasırcı, liberal, solcu, demokrat güçlere güvenmezdi. Ve böylece de, tarih, İhvan’ın eliyle tekrar tekerrür etmez ve bir askeri darbeyle de karşı karşıya kalmazdı. Peki, İhvan ve dolayısıyla Muhammed Mursi, bir askeri darbeyi gerektirecek ne tür bir yanlışlıklar yapmıştı? Nerede ve nasıl bir hata yapmıştı ki Mısır’da bir darbe ortamı oluşmuştu? Gerçekten Tahrir Meydanına dökülenlerin suçladığı kadar bir suçu, bir hatası var mıydı? Mursi, Türkiye’de bazı TV tartışmalarında çokbilmiş sözüm ona uzman geçinenler tarafından yapılan ‘becereksiz, beceremedi’ türü ithamları gerçekten hak etmiş miydi? Gerçekten İhvan iktidar olmayı beceremedi mi? Elbette bu ve benzeri soruları çoğaltmak mümkündür.

Mısır’ın azgın azınlığı nezdinde İhvan suçlu da, muhalif geçinenler gerçekten kendileri çok mu masum? Yani diktatör Mübarek’e 30 küsur yıl tahammül eden Tahrir’in bu müdavimleri, kendi iradeleriyle mi Tahrir’de toplanmışlardır? Mursi’yi diktatörlükle suçlayan bu kalabalıklar, diktatör Mübarek döneminde, bırakın bu eylemleri, yüksek sesle itiraz etmelerinin, seslerini çıkarmalarının bedelinin en iyi ihtimalle zindanlara tıkılmak olduğunu ne çabuk unutmuşlardır? Gerçekten Mursi diktatör olsa idi, tuzu kuru bu kalabalıklar Tahrir’e gelebilirler miydi? 1950’li yıllardan bu yana diktatörlükle yönetilen ve askeri vesayetin toplumun bütün katmanlarına egemen olan Mısır’da henüz bir yılını yeni doldurmuş Mursi’ye gösterilen bu tepki ne kadar haklı ve insanidir? Herkes biliyor ki,  Siyonist ve Batılı emperyal güçler ve bölgedeki gerici diktatoryal Arap rejimlerinin yardım ve desteğiyle Tahrir’i doldurmuşlardır. Tahrir’deki kalabalıklara dağıtılan kumanyalar ve kolalar, bu olayların arkasındaki tahrikçi, eli kanlı ve karanlık iç ve dış güçlerin kimler olduğunu açıkça göstermektedir. Peki, bütün bunlar ve arkadaki gizli ve karanlık güçler bilinmesine rağmen, İhvan neden onların anladığı dilden cevap vermemiştir? Mursi, görev yaptığı bir yıllık süre içerisinde kendisine içeriden ve dışarıdan çıkarılan engeller bilinmeden bu ve benzeri sorulara doğru ve tatmin edici cevap vermek mümkün değildir. Onun için Mursi’nin görev yaptığı bir yıllık dönemin kısa da olsa bir değerlendirilmesinin yapılması gerekmektedir. Ama önce Mursi göreve gelinceye kadar olup bitenlere kısaca değinmekte fayda vardır.

Bilindiği gibi 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’taki hükümetin devrilmesine yol açan eylemlerin başlamasından tam bir ay sonra, 17 Ocak 2011’de Mısır’da 50 yaşında işsiz bir işletmecinin kendisini yakması ile eylemler başlamıştır. 25 Ocak itibariyle bu eylemler bütün ülke geneline yayılmaya başlamıştır. Mısır İçişleri Bakanlığı yeni eylemlere karşı ciddi önlemler alınacağını söylemesine rağmen 28 Ocak tarihinde, Cuma namazı sonrası çok büyük bir eylem organize edilmiş ve hafta sonuna yayılarak devam etmiştir. Mübarek, hükümette bir değişikliğe giderek Başkan yardımcısı olarak Ömer Süleyman’ı, İçişleri Bakanı olarak General Muhammed Vagdi’yi, Başbakan olarak da Ahmed Şefik’i atamıştır. Bu değişikliklere ve verilen vaadlere rağmen 11 Şubat tarihinde Mübarek, “artan baskılara” dayanamayıp görevini bırakmak zorunda kalmıştır.

ASKERİ KONSEY İŞ BAŞINDA

Mübarek 11 Şubat 2011’de devrilmesinden sonra bir askeri konsey oluşturularak yönetim bu konseye devredilmiştir. Bu konseyin başına ise Mübarek döneminin 22 yıllık Savunma Bakanı Mareşal Hüseyin Tantavi getirilmiştir. 13 Şubat 2011 günü Askeri Konsey tarafından, anayasa askıya alınmış, parlamento feshedilmiş ve yönetim 6 ay boyunca Askeri Konsey’e geçmiştir. Ancak Askeri Konsey, 6 ay dolmasına rağmen bir yandan konumunu sağlamlaştırıcı düzenlemeler yapmış, diğer yandan vesayetini daha da derinleştirmeye çalışmıştır. Halkın, Tahrir meydanındaki eylemleri neticesinde ancak 1,5 yıl sonra yönetim sivillere devredilebilmiştir. Yüksek Askeri Konseyi’nin 28 Şubat 2011 tarihinde Mısır’da, Haziran ayında parlamento seçimleri, yaz sonlarına doğru da Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacağını açıklamıştır. Bu yapılacakları yasal bir zemine oturtmak için de 19 Mart 2011’de geçici anayasa referandumu yapılmıştır. Halkın %77’si parlamento seçimlerinin yapılması ve yeni bir anayasanın yazılması için bu geçici anayasaya evet oyu kullanmıştır. Daha sonra Halk Meclisi, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından da anayasa referandumu için çalışmalara başlanmıştır. Ancak Askeri Konsey verdiği bu karara uymamış, kendi vesayetini devam ettirmek için Mübarek döneminde kalma ilkel ve çağdışı yöntemleri deneyerek hem askeri harcamalarını parlamentoda tartışılmaz hale getirmeye hem de sivil iktidarlar üzerinde vesayetini devam ettirecek yeni düzenlemeler yapmaya çalışmıştır. Bu düzenlemelere başta Müslüman Kardeşler olmak üzere çeşitli kesimler sert tepkiler göstermek suretiyle Tahrir meydanını doldurmuşlar ve Konsey geri adım atıncaya kadar da bu eylemlerini devam ettirmişlerdir.

Mısır’da ilk kez halk, kendi özgür iradesiyle 28 Kasım 2011 – 11 Ocak 2012 tarihleri arasında üç tur şeklinde parlamento seçimlerine katılmıştır. Bu seçimlerin sonucunda Müslüman Kardeşler oyların %47’sini, Selefilerin partisi Nur Partisi ise %24 oranında oy almıştır. İslami kesimin aldığı oy oranı %70’i geçmiş olması sadece içerideki azgın azınlığı korkutmamış, aynı zamanda Siyonist ve emperyal dış güçleri de korkutmuştur. Dış güçlerin yönlendirmesiyle çok geçmeden Haziran ayında, Anayasa Mahkemesi tarafından, parlamentonun üçte birini oluşturan bağımsız adayların seçilme şekli – eşitlik ilkesine uymadığı gerekçesiyle- anayasaya aykırı bulunarak parlamento, vekilliklerin önemli bir kısmının düşmesi sebebiyle feshedilmiştir.

MURSİ’NİN SEÇİLMESİ

Parlamento seçimlerinden sonra sıra Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelmişti. Cumhurbaşkanlığı adaylığı için toplam 23 aday başvurmuş, bu adaylardan 10’u Askeri Konsey tarafından veto edilerek seçim dışı bırakılmıştır. Veto edilen bu adaylar arasında Müslüman Kardeşler’in adayı Hayrat el-Şatır, Selefi hareketin adayı Hazım Salah Ebu İsmail de bulunmakta idi. Müslüman Kardeşler Hayrat el-Şatır’ın adaylığının reddedilme ihtimalini bildiklerinden dolayı önceden tedbir alarak, Hürriyet ve Adalet Partisi Başkanı Muhammed Mursi’yi de yedek aday olarak göstermişti. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu 23-24 Mayıs 2012’de yapılmıştır. Seçimde, Mübarek’in Ocak-Mart 2011 ayları arasında son başbakanı Ahmet Şefik de girmiş ve ilk turda (Oy sayısı: 5.014.000) %23 civarında oy alarak ikinci tura katılmaya hak kazanmıştır. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi ise (Oy sayısı: 5.452.180) %25 oranında oy alarak birinci seçilmiştir. Bu ilk tur seçimde hiçbir aday %50+1 oy alamadığı için ikinci tur seçimler yapılma zorunluluğu doğmuştur. İkinci tur seçimlerin ise 16-17 Haziran 2012’de yapılması kararlaştırılmıştır.

16-17 Haziran 2012’de yapılan ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Mübarek yandaşı olarak bilinen Ahmed Şefik ile Müslüman Kardeşler adayı Muhammed Mursi katılmıştır. Yapılan seçimlerin sonucunda Muhammed Mursi seçimleri kazanmış ve 30 Haziran 2012 tarihinde yemin ederek görevine başlamıştır. Mursi böylece Mısır’ın ilk sivil cumhurbaşkanı olarak tarihe geçmiştir. Seçimlerde, Ahmed Şefik 12 milyon 347 bin 380 oy alırken, Muhammed Mursi 13 milyon 230 bin 131 oy almış ve rakibine bir milyona yakın fark atarak seçimleri kazanan aday olmuştur. Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilan edilen resmi sonuçlara göre Şefik oyların yüzde 48.27’sini alırken, Mursi 51.73’lük oy oranıyla seçimleri kazanan aday olmuştur.

Muhammed Mursi’nin aldığı bu oy oranına rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turunda oy verme işleminin bitiminden hemen sonra 17 Haziran 2012 tarihinde Yüksek Askeri Konsey tarafından yayınlanan Anayasa Beyannamesiyle yeni Cumhurbaşkanının yetkileri sınırlanmıştır. Yüksek Askeri Konsey, Mursi’nin başkomutanlık sıfatını elinden almış, askeri atamalar yapmasını engellemiş ve parlamentonun feshedilmesinin ardından Cumhurbaşkanı’na geçmesi gereken yasama yetkisini de kendi üzerine almıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin başlamasından iki gün önce ise Mısır Halk Meclisi, Anayasa Mahkemesi tarafından lağvedilmiştir.

Muhammed Mursi, böylesine sıkıntılı bir dönemde Cumhurbaşkanlığı görevini devralmıştır. Ancak, hem Askeri Konsey’in hem de dış emperyal ve ırkçı Siyonist güçlerin Truva atı azgın azınlığın bütün engellemelerine ve çıkardıkları zorluklara rağmen, Mursi, Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez yönetimin sivilleşmesi için çok ciddi adımlar atmıştır. Bu adımların ilkini, Anayasa Mahkemesi tarafından 16 Haziran 2012’de feshedilen Mısır Halk Meclisi’nin fesih kararını göreve geldikten 8 gün sonra iptal etmekle atmıştır. Ancak Askeri Konsey ve Anayasa Mahkemesi’nin aşırı tepkisi ile karşılaşınca ortamı daha fazla germemek için aldığı karardan vazgeçmek zorunda kalmıştır. Oysa bu, Cumhurbaşkanı Mursi tarafından hayati önemi haiz bir konu idi. Çünkü Askeri Konsey, Parlamentoyu feshederek yasama yetkisini de üzerine almakla adeta Mursi’nin elini kolunu bağlamıştır. Şayet Mursi, bu fesih yetkisini iptal edebilmiş olsaydı, yasama yetkisini kendi üzerine almış olacaktı.

 mursi_1

SİVİLLEŞME ADIMLARI VE MURSİ

Mursi, göreve geldikten sonra attığı ikinci önemli adım ise, Askeri Konseye yönelik olmuştur. 11 Şubat devrimi ile yönetimi devralan Askeri Konsey, halka, 6 ay yönetimde kalmayı taahhüt etmişti. Ancak bu taahhüde rağmen, Askeri Konsey, ilerleyen günlerde vesayetini kalıcılaştırmak ve yönetimi sivillere bırakmamak için kalıcı bir takım yeni düzenlemeler yapmaya başlamıştır. Askeri Konsey, taahhüdüne uymayarak yönetiminde kalma süresini uzatmaya çalışması, halkın tepkisine ve orduya karşı Tahrir’de günlerce devam edecek yeni eylemlerin başlamasına neden olmuştur. Halkın bu eylemleri karşısında Askeri Konsey geri adım atarak, yönetimi sivillere devredilmesinin yollarını açmak zorunda kalmıştır. Ve böylece Askeri Konsey, taahhüd ettiği 6 ay yerine, 1,5 yıl sonra yönetimi göstermelik de olsa sivillere bırakmıştır.

Mısır’da bu çerçevede askeri vesayeti geriletme yönündeki en cesur adımı Muhammed Mursi atmıştır. Çünkü Mursi göreve geldikten bir ay 12 gün gibi kısa bir süre sonra, yani 12 Ağustos 2012 tarihinde askerleri siyaset dışına itecek en cesur adımı atmıştı. Bu adım, dünya kamuoyunda da şaşkınlığa neden olmuştu. Çünkü Askeri Konsey’in başında olan ve 1991’den beri de hem Genelkurmay Başkanı hem de Milli savunma Bakanlığı yapan Mareşal Muhammed Hüseyin Tantavi ve yardımcısı General Sami Anan, Mursi tarafından görevinden alınmıştır. Basına yansıyan haberlere göre bu ve diğer bazı komutanların görevden alınma şekli şöyle gerçekleşmiştir. Mursi, Temmuz ortasında Askeri İstihbarat Başkanı’ndan aldığı bilgiye göre Yüksek Askeri Konsey’in kendisine karşı darbe hazırlığında olduğunu öğrenmişti. Üstelik darbenin iki gün sonra gerçekleşeceği kendisine bildirilmişti. Muhammed Mursi hiç vakit kaybetmeden Tantavi ile Anan’ı saraya davet ederek ayrı ayrı odalarda darbe ile ilgili ses kayıtlarını dinlettikten sonra onları ya hemen istifa etmelerini ya da yargılanacaklarını söylemiştir. Mursi, sadece bu iki komutanın istifa etmesiyle yetinmemiş, aynı zamanda –istifalarından önce- bir problem haline gelen Askeri Konsey’in lağvedilmesini, hem de istemediği, darbeci komutanlarla Mübarek artıkları bazı askerlerin emekliye sevk edilmesini –Tantavi ve Anan’ın imzalarıyla- sağlamıştır. Böylece Mursi bu kararla, 1952 yılında Hür Subaylar tarafından gerçekleştirilen darbe ile işbaşına gelen 60 yıllık askeri yönetime de son vermiştir.  Mursi, ülkenin sivilleşmesi adına attığı bu adımla birlikte bir başka adım daha atmıştır. O da, seçimlerin ikinci turunun hemen akabinde Yüksek Askeri Konsey tarafından geçici anayasaya eklenen Cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlayan Ek Anayasa’yı da iptal etmiş ve Cumhurbaşkanının yetkilerini tamamen eline almıştır.

Üçüncü önemli adım ise 25 Ocak 2011 ile kendisinin göreve geldiği 30 Haziran 2012 tarihine kadar gerçekleştirilen tutuklamalarla ilgili olarak atmıştır. Bu süreçte tutuklanan ve askeri mahkemelerde yargılananların durumunu araştırmak üzere bir de komisyon kurulmasını emretmiştir. Komisyon, bu sure içerisinde 11874 kişinin tutuklandığı ve askeri mahkemelerde yargılandığını belirlemiştir. Komisyonun çalışmaları sonucunda söz konusu mahkûmlardan 9174’ünün af kapsamına girdiği anlaşılmıştır.

Dördüncü önemli adım da, yargı alanında atılmıştır. Mursi tarafından yargının hukuksuz, kanunsuz müdahalesini engellemek için geçici bir süre yürürlükte kalmak üzere bir kararname yayınlanmıştır. 21 Kasım 2012’de yayınlanan bu kararnamede, Mursi’nin geçici bir süre için yetkilerinin genişletildiği, bu süre içerisinde yayınlanan kanun, beyanname ve kanun hükmünde kararnamelerin anayasa onaylanıncaya ve halk meclisi seçilinceye kadar yargı dahil hiçbir makam tarafından değiştirilemeyeceği, askıya alınamayacağı veya iptal edilemeyeceği belirtilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın yayınladığı bu kararname 22 Kasım’da yürürlüğe girdikten sonra Başsavcı Abdulmecid Mahmud görevinden alınarak yerine Talat İbrahim atanmıştır. Bu değişikliğe tepki olarak Yüksek Yargı Konseyi’nin önünde bazı yargı mensuplarının da içinde bulunduğu muhaliflerin Mursi’nin atadığı Başsavcı Talat İbrahim’in istifa edinceye kadar oturma eylemi yapmak üzere toplanmışlardır. Bu eyleme Başsavcı Yardımcısı’nın da katılmış olması, Mübarek dönemi yargıçlarının hukuk ve kanun tanımazlığını göstermesi açısından önemlidir. Eylemlerin kendi ismi üzerinde yoğunlaşması ve ortamın daha da gerilmemesi için yeni tayin edilen Başsavcı Talat İbrahim, istifasını sunmak zorunda kalmıştır. Ancak bu istifa da, eylemleri sona erdirmemiştir. Aslında bu eylemlerin asıl amacı, yeni Başsavcı’nın istifası değil, Mursi’nin yönetimi tamamen eski rejimin kalıntılarına yani diktatör, 30 yıldır halka kan kusturan Mübarek yanlılarına bırakmasıdır. Bu nedenle de, Mursi’nin tayin ettiği yeni Başsavcı’nın istifası eylemleri durdurmamış, aksine Mursi’ye geri adım attırdığı için eylemcileri daha da cesaretlendirmiştir.

Kısacası Mursi’nin de 22 Kasım Kararnamesi ile asıl hedefinin Mısır’ın yüzkarası Mübarek döneminden kalma mafyalaşmış yargının ülke siyaseti üzerindeki etkisini azaltmaktı. Çünkü Mursi tarafından halk yararına atılan her adım, çıkarılan her kanun, gerçekleştirilen her atama, yargı tarafından engellenmekte ve Mursi iş yapamaz hale getirilmektedir. Mursi ise ülkenin devrimden sonraki iki yıllık süreçte elde ettiği kazanımları kaybetmemek ve tekrar sıfır noktasına dönmemek için yargıyı ve yargı mensuplarını kendi hukuki alanına çekmek için çaba sarf etmekteydi. İşte bu yeni kararnamenin asıl amacı da bu idi.

Bir taraftan bu tartışmalar ve eylemler devam ederken, bir taraftan da hazırlanan yeni Anayasa 15 ve 22 Aralık tarihlerinde referanduma sunulmak için hazırlıklar yapılmaktaydı. Nitekim bu tarihlerde iki aşamalı olarak yapılan referandum neticesinde referanduma katılanların yüzde 63,8’i anayasaya evet, yüzde 36,2’si ise hayır demek suretiyle anayasanın kabul edilmiş olduğu Yüksek Seçim Kurulu tarafından ilan edilmiştir.

Ancak anayasa referandumuna rağmen eylemler durmamış, artarak devam etmiştir. Nitekim ülkenin çeşitli yerlerinde Müslüman Kardeşlerin bürolarına saldırılmış ve Hürriyet ve Adalet Partisi merkezlerinden 28 büyük merkez yakılmış, yıkılmıştır. Buna rağmen Mursi ve Müslüman Kardeşler hem kendi taraftarlarına hem de halka olayların daha da tırmanmaması için sükûnet çağrısı yapmışlardır.

Mursi_firar_suclamasiyla_yargilanacak_n

MURSİ SEÇİLMİŞ MEŞRU BİR CUMHURBAŞKANIDIR

Muhammed Mursi, Mısır’da, bütün engellemelere, polis ve ordu mensuplarının aleyhte çalışmalarına rağmen 30 Haziran’da %52 oranında halkın oyuyla seçilmiş ilk sivil cumhurbaşkanıdır. Ancak, yukarıda verdiğimiz birkaç örnekten de anlaşılacağı üzere Batı için halkın iradesi ya da yüksek bir oy oranı ile seçilmiş olmanın hiçbir değeri ve önemi yoktur. Onlar için önemli olan kendi çıkarlarıdır. İşlerine geldiği zaman demokratik bir yönetimi, işlerine geldiği zaman da krallık, diktatörlük ve şeyhlik yönetimini savunur ve desteklemekten de çekinmezler. Bundan dolayıdır ki, Ortadoğu’daki krallıkların, diktatörlüklerin, Şeyhliklerin ve Sultanlıkların arkasında Batılı emperyal güçler bulunmaktadır. Hüsnü Mübarek, Kral Abdullah, Kral Fahd ve diğerleri, uzun yıllar halka kan kusturarak kan ve gözyaşı üzerinde yönetimlerini devam ettirmeleri, ancak bu emperyalist güçlerin yardım ve desteğiyle mümkün olabilmiştir. Dolayısıyla asıl suçlu bu diktatörler ve krallar değil, bunlar kukladır; asıl suçlu, bu eli kanlı katilleri savunan, onları destekleyen ve yönetimde kalmaları için her türlü yardımı yapan Batılı ve Doğulu emperyal ve Siyonist güçlerdir. Dolayısıyla Ortadoğu’nun mazlum halklarının da mücadele etmeleri gereken asıl hedefi, bu kuklalar değil, kuklaların arkasındaki bu eli kanlı katiller güruhu olmalıdır.

Emperyal güçler, halkları, krallıkla da, diktatörlükle de, demokrasi ile de, hatta Suud örneği Şeriatla (!) da iliklerine kadar sömürmekte, yer altı ve yerüstü zenginlikleri talan edebilmektedirler. Dolayısıyla sömürüye karşı çıkan, emperyal küfür, şirk ve tuğyanla mücadeleyi esas alan Müslümanlar, her halükarda sadece bu kukla diktatörlüklerle ya da krallıklarla değil, aynı zamanda beşeri bir din olan demokrasiyle de, İslam’la uzaktan yakından olmayan Suud örneği şeriatla da mücadele etmeyi kendileri için vazgeçilmez bir ilke haline getirmelidirler. Bugün, yukarıda da belirttiğimiz gibi özellikle de Ortadoğu halk ayaklanmaları ile İhvan yetkilileri tarafından gündeme getirilen demokratik söylem, bir Müslüman’ın asla kabul etmemesi gereken bir söylemdir. Her ne kadar, İhvan –en azından bizim görüştüğümüz İhvan yetkilileri- demokrasiyi bir aşama ya da sadece yönetimin seçimle gelmesi ve gitmesi şeklinde kullanıyorlarsa da, bu da dahil olmak üzere demokrasinin ve demokratlığın her türünü, Müslümanlar elinin tersiyle tarihin çöplüğüne atmalıdırlar. Çünkü Cezayir’de, Filistin Hamas’da ve Türkiye Refah Partisi’nde, seçimin, halkın iradesinin bu totaliter ve diktatoryal güçler nezdinde hiçbir anlamının olmadığı tekrar tekrar görülmüştür.

Netice itibariyle demokrasiyi veya demokratik yöntemi, kim nasıl anlarsa anlasın yani ister bir aşama olarak, isterse yönetimin seçimle değişmesi olarak anlaşılsın, demokrasi batı kaynaklıdır, tarif ve tanımı bellidir; ilahı beşer olan bir dindir. Çünkü demokrasilerde halkın iradesinin belirleyiciliği esastır; bu irade, otoritenin/gücün yegâne kaynağı olduğu gibi, teşriinin de yegâne kaynağı olduğu kabul edilmektedir. Kısacası demokrasilerde, helal ve haramın belirleyicisi Allah değil, halkın iradesidir. Bu ise, halkın iradesinin dolayısıyla da halkın ilahlaştırılması anlamına gelmektedir. Hâlbuki Müslümanlara göre, helal ve haramı belirleme yetkisi sadece ve sadece Allah’a aittir. Bu nedenle bir Müslüman’ın hangi saiklerle/gerekçelerle olursa olsun, halkın iradesinin ilahlaştırıldığı bir yönetim şekli olan demokratik anlayışı benimsemesi ya da bir aşama olarak kabul etmesi asla mümkün değildir.

Mısır’da olup bitenler, Batılı ve Doğulu emperyal ve Siyonist güçlerin seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi’ye takındıkları tavır, demokrasinin, insan haklarının ve batılı değerlerin içinin ne kadar da boş olduğunu, kitleleri uyutmada ve sömürüde bir araç olarak kullanıldığını açıkça bir kez daha ortaya koymuştur. Batılı emperyalistler, demokrasi, insan hakları konusunda çifte standart uygulamıyorlar, çünkü asıl düşünceleri ve anlayışları budur. Halen bu emperyal ve faşist güçler için “çifte standart uyguluyorlar” diyenler, Afganistan’da yüz binlerce masum insanın katledildiğini, tecavüze uğradığını, Afganistan’ın ölüm tarlalarına dönüştürüldüğünü; aynı şekilde Irak’da, Çeçenistan’da, Filistin’de ve daha birçok yerde milyonlarca insana dönük yaptıkları insanlık dışı katliamları, tecavüzleri görmüyorlar mı? Bu emperyal kâfirler Ebu Gureyb cezaevindeki insanlık dışı uygulamaları, işkenceleri, Nur Bacı’ya yapılanları demokrasi diyerek, insan hakları diyerek bu vahşetleri işlememişler midir? Uygar denilen dünyanın yüzkarası Guantanomo, Şıbırgan Cezaevi, Bagram ve Mezar-ı Şerif’deki işkencehaneler de yine demokrasi ve insan hakları adına kurulmamış mıdır? Demokrasi gerektiğinde tapınılan, gerektiğinde de acıkıldığı zaman yenilen bir puttur. Kimse kimseyi kandırmasın, demokrasi, insan hakları vb sloganlaştırılan bu kavramlar Batılı emperyalistlerin sömürülerini kalıcılaştırmak için başvurdukları kirli ve kanlı bir yöntemdir. Emperyalistler için menfaatlerine uygun olduğu müddetçe demokrasi ile diktatörlük arasında hiçbir fark yoktur.

NOT:Genç Birikim Dergisinin  170.Sayısında (Temmuz-2013) yayınlanmıştır.

 

GRUBA KATIL