Gün içerisinde yaşadığımız pek çok olayı bir mutluluk vesilesi sayabiliriz. Bu, kimi zaman mutfaktan gelen yemek kokusu, kimi zaman bir bebeğin ilk kelimesi, kimi zaman da mutlu sonla biten bir roman oluverir. Birbiriyle hiç de alakası olmayan mutluluk örnekleri, böyle uzar gider. Fakat sebepler ve vesilelerin farklı olmasına rağmen, neticede herkeste ortak duyulan o hisse mutluluk deriz. Fakat mutluluk dediğimiz şey, tam olarak nedir? İhtiyaç ya da isteklerimizin karşılanması mı, yoksa tamamen başka bir şey mi?
İyi ve kötünün ne olduğunu belirleyen ahlak ilmi, mutluluğu da kendi anahtar kavramları arasına alır. Gerek antik dönem gerekse klasik dönemin mutluluk anlayışı ise bilhassa ruh ve beden ikiliği üzerinden geliştirilmiştir. Düşünürler bunu Antik Yunan’da “eudamonia”, İslam dünyasında ise “saadet” kavramlarıyla ele almışlardır. Bu kavramlar genel manada insanların mutlu olmayı amaç edindiğini savunur. Fakat bu mutluluğun tam olarak ne olduğu hakkındaki fikirler çeşitlilik gösterir. Mesela Eflâtun’a göre mutluluk doğruluk ve adaletten, mutsuzluk da ölçüsüzlük ve adaletsizlikten doğar. Aristoteles’e göre de nihai amaç mutluluk olup kişiye göre değişen bir şeydir. Örneğin bir hasta için mutluluk sağlıkken bir fakir için mutluluk zenginliktir.[1] Ancak maddesel olan tüm hazlar, duyulara hitap ettiği için, kişiden kişiye de durumdan duruma da değişir, bu sebeple de nihai amaç olamaz. Dolayısıyla mutluluğa dair daha makul bir açıklamayı tercih etmek gerekecektir.
Farabi, İslam düşünce dünyasında saadeti nihai amaç ile tutarlı bir şekilde ilişkilendiren önemli isimlerden biridir. Medinetü’l-Fazıla adlı kitabında, saadeti şu şekilde tanımlar: “Saadet, insan ruhunun, vücutta maddeye ihtiyaç arz etmeyecek bir tekemmül mertebesine ulaşmasıdır.” Başka bir ifadeyle, insanın kendi varlığı içerisinde maddedeye ihtiyaç duymadığı bir hâldir. Farabi, insanın bu hâle ulaşabilmesini duyu verilerinin akledilmesine bağlar. Nitekim duyum ve tahayyül vasıtasıyla ortaya çıkan temayül, insanda ilk mükemmelleşme arzusunu ifade eder. Burada temayülle elde edilen makuller ise bu kemâle ermek için kullanılır ki bu merhaleye de saadet denir.[2] Dolayısıyla da saadet, aslında insanın varlık mertebesine ilişkin olup onu rabbine yaklaştıran bir aşamadır. Bu saadetin istenmesiyle de kişinin amellerinde iyilik ve güzellikler hasıl olur. Böylece erdemler ve erdemli davranışlar ahlakı kuşatır.
Ancak modern döneme gelindiğinde anlaşılan mutluluk, daha çok hazcılık fikrine dönüşmüş ve başkalaşmıştır. Ahlaki hazcılık, söz konusu mutluluk amacına, acıdan kaçınıp haz elde etmekle ulaşabileceğimizi, bundan dolayı hazzın yaşamdaki en yüksek iyi olduğunu, her eylemin hazza yönelmesi gerektiğini, insan eylemlerinin ahlaki değerinin hazza yol açıp açmamalarıyla belirlendiğini savunur.[3] Dolayısıyla da maddeden uzaklaşmayı gerektiren mutluluk fikri, umudunu tamamen maddeye bağlamıştır. Artık mutluluk değil, hazzın kendisi nihai bir amaç oluvermiştir. Çünkü bu düşünme şeklinin temelinde, insan doğasının hazza yönelip acıdan kaçacak bir yapıya sahip olduğu öncülü bulunur. Böylece psikolojik bir zorunluluk sebebiyle fayda ve bireysel mutluluğun ölçüsü haz olarak belirlenmiştir. Bunun en açık biçimini Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi romanındaki betimlemede buluruz: “Şu dünyada acı çekmek dışında her şeyi anlayışla karşılayabilirim. Acı çekmeyi anlayabilmem mümkün değil. Acı çekmek kötüdür, çirkindir, karanlıktır. Çağımızın acıya duyduğu sempatide, hastalıklı bir şey var. İnsan, yaşamının renklerine, güzelliğine, coşkusuna sempati duymalı.”
Mutluluğun ölçütü olarak haz, yalnızca romanların sayfalarında bir mürekkep lekesi olarak kalmayıp çağımızın en büyük problemlerinden biri olmuştur. Öyle ki hep daha fazlasını isteyen ama asla sınır tanımayan zombilere dönüştürmüştür insanları. Bilhassa mesele para olduğunda her şeyin mübahlaştığı ve doğru olanın ne olduğunun sorgulanmadığı, kaskatı bir maddesellik dünyayı ele geçirir. Akıl, kuvvetini kaybeder ve katı düşünceler idolleşir. İşte burada aklın görüş alanının kapanması ve selim bir şekilde düşünememeyle yüzleşir insanoğlu. Bunun sebebi, günümüzün en tehlikeli putu olan haz düşkünlüğüdür. Her ne kadar put deyince aklımıza taştan, hurmadan yapılma heykeller gelse de insanın içsel putlarının da olabileceği göz ardı edilmemelidir. Maalesef ki bu içsel put; insanı taşa, arsaya, telefona, arabaya, lükse, zenginliğe kul köle kılar. Bu durumda insanın daima en üsttekini elde etmesinin önündeki engel ne olacaktır? Kaçtığımız acı ne ki soluk soluğa mutluluk kılıklı hazzın kapısını çalacağız? Kırmızı çizgimiz ne olacak ki acıdan kaçınırken zevkin uzattığı eli sıkacağız?
Zevkin acıya üstünlüğü olarak resmedilen mutluluk tablosu, Hrisitiyan düşüncesiyle ilişkisi, Orta Çağ’da papalık devletinin halka zulmetmesi, kefaret ve dünyaya karşı nihilist olmak üzerinden okunabilir. Batı’da bu düşüncenin nasıl eleştirildiği bir yana, bu çelişkili ve tuttarsız iddiaya en başta nasıl cevap verildiğini incelemek gerekir. Bu sebeple bizim burada yapacağımız şey, bu türden bir mutluluk fikrine haz-elem ikiliği içerisinde, İslam düşünürlerinin nasıl cevap verdiğine göz gezdirmek olacak. Nitekim yanlış düşünme şeklinden doğan yeni yanlışlar, konuyu daha da işin içinden çıkılmaz kılacaktır.
Farabi, hazzın elemden bağımsız bir şey olmadığını savunan Kindi ve Razi ile hemfikirdir. Ona göre haz, acı çeken birinin acılı hâlinden kurtularak normale dönüldüğündeki durumdur, tıpkı acıkmış bir insanın yemek yediğinde normal bir açlık seviyesine gelmesi gibi. Ona göre hazlar ve elemler, maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılır. Maddi olanları geçici, manevi olanları süreklidir. Geçici haz ve elemlere pek aldırmamak gerekir çünkü onlar, zıddına dönüşebilir. Bizi ilgilendiren ise geçici olmayanlardır. Dolayısıyla da gelip geçici olmayan asıl saadet de ölümden sonra gerçekleşecektir.[4] Bu dünyadaki saadetin imkânında, insanın doğasına bakmak faydalı olacaktır. Bir ihtiyacın ya da rahatsızlığın giderilmesinde görülen ne haz ne de elem duyulan hissizlik durumuna ise tabiata dönüş adı verilir. Hissizlik ve sükûnet durumu olan tabiat, insanda tabii denge hâlinin sağlanmasıyla meydana gelir. Bu tabii denge hâlinin bir diğer adı da itidal olarak geçer.[5]
İki ucun ortasını bulmak ve aşırılıklardan sakınmak anlamındaki itidal, yaşamın ve dünyanın tüketilmesinin önündeki en büyük engel olacaktır. Tüketim çılgınlığının normalleştiği bu çağda, dinmek bilmeyen açlığı tabiatımıza, özümüze, fıtratımıza davet etmek gerekir. Bu ise yalnızca hazza düşkünlüğü değil, aşırılık ve hadsizlikten kaynaklanan tüm putları kıracaktır. Böylece itidal üzere olan güzel ahlak, kişiyi en yüksek iyi olan mutlak saadete ulaştıracaktır.
Zeynep KOÇ
[1] Mustafa Çağrıcı, “Saadet”, DİA maddesi.
[2] Farabi, Medinetü’l-Fazıla, çev. Nafiz Danışman, İstanbul, Maarif Basımevi, 1956, s. 54-57.
[3] Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 806.
[4] Farabi, Medinetü’l-Fazıla, s. 102.
[5] İlhan Kutluer, “Elem”, DİA maddesi.