KÜRT MESELESİNE BAKIŞIMIZ
Genel Gündem

KÜRT MESELESİNE BAKIŞIMIZ

Tarihi Arka Plan

Kürtler, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yavuz Sultan Selim döneminde İdris-i Bitlisi ile 1515 yılında imzalanan anlaşma gereğince Milli Mücadelenin ilk yıllarına kadar özerk beylikler şeklinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu durum, 1839 Tanzimat Fermanı ile değişmeye başlamışsa da asıl değişim, İttihat ve Terakki’nin yönetimi ele geçirdiği 1900’un ilk yıllarından itibaren başlamıştır.
İttihat ve Terakki yönetiminin uyguladığı ‘Türkçülük’ ve ‘milliyetçilik’ politikası, sadece Kürtlerde değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan diğer kavimlerde de milliyetçilik düşüncelerinin uyanmasına neden olmuştur. İttihat ve Terakki eliyle uygulanan bu ırkçı, milliyetçi politikalara rağmen Milli Mücadelenin ilk yıllarına kadar Kürtler arasında ciddi anlamda bir etnik ayrışma ve başkaldırı yaşanmamıştır.
Kürtlerin, etnik bir ayrışmaya gitmemelerinin en büyük sebebi Halifelik makamının her şeye rağmen varlığının devam ediyor oluşu idi. Bu nedenledir ki, bir hükümet prototipi olan Heyet-i Temsiliye’de ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan mecliste Kürtler de temsil edilmişti. Zaten Mustafa Kemal de daha sonra yaptığı birçok konuşmada olduğu gibi 1 Mayıs 1920 tarihli meclis konuşmasında da, milletin “anasır-ı İslamiye”den, -Kürtlerin de içinde bulunduğu- “İslam unsurları”ndan oluştuğunu açık bir şekilde vurgulamıştı. Nitekim Mustafa Kemal bu konuşmasında:
“Meclis-i âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Kürt değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır. Binaenaleyh bu heyeti âliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği emeller, yalnız bir unsur-u İslam’a münhasır değildir. Anasır-ı İslamiye’den mürekkep bir kütleye aittir…”
Mustafa Kemal, 14 Ocak 1923 tarihinde başlayan bir yurt gezisinde, İzmit’te bir grup gazeteciyle söyleşirken, önemli bazı yorumlar yapmıştı. Uzun yıllar arşivlerde saklı kalan bu yorumları, Uğur Mumcu Kürt-İslam Ayaklanması adlı kitabında aktarmaktadır. Buna göre Mustafa Kemal, gazeteci Ahmet Emin’in (Yalman) “Kürtlük sorunu nedir, bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur” sorusuna şöyle cevap vermişti:
“Bizim milli sınırlarımız içinde Kürt unsurları öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar giden bir sınır çizmek gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.
Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok, Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM, hem Türklerin hem Kürtlerin yetkili meclislerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.” (Uğur Mumcu, s.48, Eskişehir-İzmit konuşmaları, s.45)
Lozan’da en fazla fırtına koparan konuların başında, Kürtlerin azınlık olup olmadıkları tartışmaları vardı. Lozan’daki görüşmeler devam ederken aynı tartışmalar Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde de yaşanır. Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Kozan, Diyarbekir ve Van milletvekillerinin imzaladıkları metin mecliste okunur:
“Türk, Kürt bir kütle-i vahidedir (tek vücuttur). Kürtler, hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz ve bunu ayırmak için hiçbir kuvvetin tesiri yoktur. Avrupa hükümetlerinin Kürtleri müdafaa etmeye salahiyetleri (yetkileri) olmadığı biddefaat (defaatle) memleketimiz halkıyla beraber protesto edilmiş olduğu halde yine ekalliyetlerden (azınlıklardan) mevzubahis edilmesi şayan-ı teessüftür. Kürtlerin her vakit Türklerle beraber vatan uğrunda daima ölmüş ve ölmeye hazır oldukları cümlenin malumudur. Buna binaen Erzurum milletvekili Necati ile Bitlis milletvekili Yusuf Ziya Beylerin ekalliyetler hakkındaki nutuklarının musarahaten (açıklıkla) neşriyle (yayımlanmasıyla) cihana ilanını teklif ederiz.”
Lozan görüşmeleri sırasında, Avrupalı devletler, Kürtlerin ‘azınlık’ olduğunda ısrar edince, İsmet Paşa buna karşı çıkarak şöyle der:
“Türkler ve Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin ana unsurlarıdırlar. Kürtler bir azınlık değil, bir millettirler; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir.”
Kısacası Milli Mücadele döneminde Kürt-Türk ayırımı yapılmamış, tam tersine bu ayırımı çağrıştıracak hal ve tavırlardan özellikle uzak durulmuştur. Çünkü Kürtler de, Türklerle birlikte ülkenin asli unsuru olarak görülmekteydi. O dönemde yapılan konuşmalara, yayınlanan tamimlere bakıldığında Kürt-Türk kardeşliğine çokça vurgu yapıldığı görülecektir. Lozan görüşmelerinde Kürtlerden azınlık diye bahsedilmesine şiddetle karşı çıkan İnönü; “Kürtlerin Türklerden hiçbir farkı yoktur. Başka bir dil kullanmalarına rağmen, ırk, inanç ve töreleri açısından bizle tek bir vücut oluştururlar” demiştir.
Prof. Dr. Cemil Koçak, 20 Ocak 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 11. Maddesinde “Her il, yasalar çerçevesinde, vakıf, medrese, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım konularında yerel düzeyde idari yetkiye sahipti. Yasada buna özerklik deniliyordu” demek suretiyle TC’nin ilk anayasasının özerkliği kabul ettiğini belirtmektedir.
Bu ve benzeri birçok belge ve bilgi, 1920’lerin başında Türkiye için hâlâ kayda değer bir “Kürt sorunu” bulunmadığını göstermektedir. Sorun olmak bir yana, Kürtler, Türkiye’nin “bölünmez bütünlüğü”nün inanmış destekçileri olarak, Türklerle omuz omuza, emperyal işgalcilere karşı savaşmaktaydılar.
Bunun iki nedeni vardı.
Birincisi, Türkler ve Kürtler arasındaki ortak kimliğe ve değerlere önem verilmiş olmasıydı. Sol eğilimli Kürt yazar Naci Kutlay, “21.Yüzyıla Girerken Kürtler” adlı kitabında, şöyle diyor: Kurtuluş Savaşı’nda halifelik ve Müslümanlık çok öne çıkarıldı. Hiç kuşkusuz etkili de oldu. İnsan, yetmiş beş-seksen yıl sonra bugün bile bu gerçeği görüyor.
Kürt kökenli akademisyen Hamit Bozaslan da Kürtlerin Osmanlı’ya ve Milli Mücadele’ye sadakatinde hilafete duydukları bağlılığın önemli rol oynadığını, Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’de bunu iyi değerlendirdiğini anlatır.
İkinci neden ise, Kürtlerin varlığının tanınıp onlara saygı gösterilmesiydi. İlk mecliste yetmiş kadar Kürt temsilci vardı. Mustafa Kemal, konuşmalarında sık sık Türkler ve Kürtleri, milleti oluşturan “anasır-ı İslam”ın iki kardeşi olarak sayıyordu.
Ancak Kemalistlerin, Lozan’ı imzaladıktan ve ülke yönetimini tamamen ellerine geçirdikten sonra Kürtlere bakışları tamamen değişmiş ve onları yok saymışlardır. İnkârcı, asimilasyoncu, tepeden inmeci ve dayatmacı politikalar uygulamak suretiyle Kürtleri Türkleştirme programı başlatmışlardır. 1924 yılının sonlarından itibaren Kürtçe yasağı getirilmiş, Kürtçe her kelime için yüksek oranda ceza kesilmeye başlanmıştır. 1925’de “Şark Islahat Planı” yürürlüğe konmuş, 1927’de “Bazı Kişilerin Doğu İllerinden Batıya Nakline Dair Kanun” kabul edilmiş ve sürgünlere/tehcire hız verilmiştir. Asimilasyon konusunda en önemli adım ”tevhid-i tedrisat kanunu” ile atılmıştır. Öğrenimin tek elden, devlet eliyle ve yönetmeliklerle zapt u rapt altına alındığı bu kanunla Kürtçe yapılan dini eğitim de yasaklanmış, özel okullar belli izinlere tabi tutulmuştu. Bundan sonraki adım, Kürdistan’a Türk memurlarının atanması ve yatılı bölge okullarının açılması olmuştur. Bu okullardan amaç ise çocuğu ailesinden koparmak suretiyle asimile etmek ve daha sonra doğduğu yere gönderilerek asimilasyonda bir truva atı olarak kullanmaktı…

Kürt Sorunu ve PKK

Bu anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere Türkiye’de Kürt sorunu, Cumhuriyet rejimi ile yaşıt bir sorundur. PKK ise, Kürt sorunu bahanesiyle ortaya çıkmış eli kanlı bir terör örgütüdür. Bu örgütün ortaya çıkış nedeni ise, ülkeye egemen olan laik, ırkçı, totaliter ve jakoben Kemalist sistemdir. Bu sistem, zulme ve asimilasyona dayanan uygulamalarıyla kendisi gibi ırkçı, şovenist, sosyalist ve İslam düşmanı PKK’yı doğurmuş ve beslemiştir. Dolayısıyla, kendisine sosyalizmi esas alan Kürt(çü)lerle, ırkları/kavimleri inkâr ve asimile eden, tek tipçi, jakoben ve İslam düşmanı bir anlayışa sahip Kemalist Türkler arasında hiç bir fark görülmemeli ve her iki grup da aynı kategoride değerlendirilmelidir.
Eğer bugün bir Kürtçülük belası varsa –ki vardır- bu, Türkiye’de 20. Asrın başından itibaren özellikle de Cumhuriyet’in kuruluşu itibariyle uygulanan Türkçü, ırkçı ve şovenist politikalardan kaynaklanmıştır. Bu sorunun oluşmasında ne Müslüman Kürtlerin, ne de Müslüman Türklerin bir kabahati ve katkısı vardır. Çünkü bu topraklarda yaşayan diğer Müslüman halklar ve kavimler gibi Kürtlerin de kimlik dokusunda İslamiyet vardır. Tarihleri, kültürleri, günlük hayatlarında ortaya koydukları pratikleri, yaşam biçimleri, dünyaya bakışları, örf, adet ve gelenekleri bunun en müşahhas göstergesidir. Müslüman’ım diyen bir Kürt’ün ya da bir Türk’ün, ırkçılık yapması, sosyalist ırkçı Kürtlere ya da Türklere karşı, ırkçı ve İslam düşmanı olan Türklere, ya da Kürtlere taraf olması mümkün değildir.
İçinde yaşadığımız sistem, mevcut hükümetin uyguladığı politikalardan dolayı yumuşamış gibi gözükse de, esasında halkına düşman olan bir sistemdir. Dolayısıyla Türkiye’de, hala asıl ve öncelikli problem, Kemalist rejimin kendisidir. Bu problem halledilmeden Kürt sorunu ya da başka sorunların halledilmesi de mümkün değildir. Bu nedenledir ki mevcut hükümetin, Kürt açılımı dolayısıyla Kürtlere vermeye çalıştığı en temel insani haklar konusunda, çoğunluğunu Kemalistlerin oluşturduğu azgın azınlığın gösterdiği direnç karşısında ne kadar zorlandığı açıkça görülmektedir. Oysa bu haklar, Kemalist rejim tarafından geçmişte gasp edilmiş, zorla ellerinden alınmış haklardır. TRT Şeş/Kurdi’nin açılması, Kürdoloji Enstitülerinin kurulması, Kürtçe’nin seçmeli ders olarak konması, dağ, ova, köy ve kentlere eski isimlerinin verilmesi önemlidir, ama yeterli değildir. Çünkü atılan bu tür olumlu adımlar yukarıda da değinildiği gibi 80-90 yıldan bu yana Kemalist rejim tarafından bölge insanın gasp edilmiş haklarıdır. Kürtler ya da bir başka ırktan/kavimden olanlar, Türkler kadar bu ülkede her alanda hak sahibi olmadıkları müddetçe, Kürt açılımı istenilen sonucu vermeyecek ve kavimler arasındaki husumet de ortadan kalkmayacaktır. Bu, asla unutulmamalıdır.

İslam’a Göre “İnsan” ve “Kavmiyet”

Kur’an-ı Kerim insanları iki kategoride değerlendirmektedir; iman edenler ve etmeyenler diye! Kur’an-ı Kerim, iman edip gereğini yerine getirenleri cennetlik, iman etmeyip küfür, nifak ve şirk içerisinde ömrünü tamamlayanların ise cehennemlik olduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla, Müslümanlar da dâhil hiç kimse, Kur’an’da belirtilen bu ayrımın dışında insanları yeni kategorilere ayırma hakkına sahip değildir. Aksine, bunu kabul ederek, buna göre davranmaları Allah’a ve O’nun ayetlerine olan teslimiyetlerini gösterir. Bunun dışındaki bir ayırım; özellikle de renklere, dillere ve ırklara göre yapılan ayırım İslami anlayışın dışında cahili bir ayırım olur. Çünkü dillere ve renklere göre ayırım, hem geçmiş ve hem de günümüz cahiliyesinin başvurduğu bir yöntemdir. Oysa bu farklılıkların tabii olduğunu, ‘diller ve renkler Allah’ın ayetlerindendir’ ayeti (30/22) de açıkça göstermektedir. Yani diller ve renkler bir üstünlük, bir ayrıcalık aracı değil, Allah’ın varlığının, egemenliğinin bir tecellisidir. Kur’an-ı Kerim, üstünlüğün ırkla, soyla sopla ve renkle olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Allah’a ve O’nun gönderdiği Kur’an’ı Kerim’e ve Peygamber’e iman etmiş, ‘ben de Müslümanlardanım’ diyen herkes buna inanmak ve gereğini yapmak zorundadır. Dolayısıyla ben Müslüman’ım diyenlerin bunun dışında başka bir yol ve yöntem aramaya ya da icad etmeye hak ve yetkileri yoktur. Çünkü renklerin, dillerin ve ırkların üstünlük aracı olarak değerlendirilmesi cahiliye adetlerinden başka bir şey değildir.
Rabbimiz, “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haberdardır” (Hucurat, 49/13) buyurmakla kabileler şeklinde yaratıldığımızı belirtmektedir. Kabilelerin birbirinden üstünlüklerinin ise, ırkla, renkle, dille ve coğrafyaya bağlı olmayıp ancak takva ile yani Allah’a olan yakınlıkla olduğunu vahyetmiştir.
Resulullah (sav) ise, Veda Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar; dikkat edin, Rabbiniz birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da hiçbir Arap’a üstünlüğü yoktur. Siyahın beyaza, beyazın da siyaha hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlükler ancak takva iledir. Şüphesiz ki, Allah katında en değerliniz, Allah’tan en çok sakınanınızdır…”
“Kim cahiliye davasında (kavmiyetçilikte-milliyetçilikte) bulunursa cehenneme iki dizi üzere çökmüş demektir.” Dediler ki, “Ey Allah’ın Resulü, oruç tutsa, namaz kılsa da mı?” “Evet!” Cevabını verdi; oruç tutsa da, namaz kılsa da…” (Hakim, Müstedrek, 4/298)
İslam’ın dillere, renklere ve ırklara yaklaşımı böyledir. Ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin bu yaklaşımın dışına çıkma hak ve yetkisi de yoktur. Kim bunun aksine davranırsa yani insanları renklerine, ırklarına, dillerine, doğdukları topraklara, yaşadıkları coğrafyalara, zenginliklerine ve fakirliklerine göre bir ayrıma tabi tutarsa, ayet ve hadislere göre İslam sınırlarının dışına çıkmış olacaktır. Çünkü Müslüman açısından Kürt de, Türk de, Arap da ve diğer ırklar da Allah’ın ayetlerindendir. Bir Müslüman, hiçbir zaman, Allah’ın Resulü’nün “ayaklarımın altındadır” dediği asabiyet duygusu ile diğer ırklara/kavimlere yaklaşamaz. Dolayısıyla Müslüman nezdinde her türlü Milliyetçilik, ırkçılık; -ki bu, Kürtçülük olabilir, Türkçülük olabilir, Arapçılık olabilir- gayr-i İslami’dir! Bir kişi bu anlayışı kabullenmedikçe, içine sindirmedikçe gereği gibi Müslüman olamaz. Çünkü Türk olmak bir insanın elinde olmadığı gibi, Kürt olmak da, Çingene olmak da, Arnavut olmak da insanın elinde değildir. Hiç kimse doğacağı yeri, coğrafyayı, anasını, babasını, ırkını, rengini, dilini –doğmadan önceden- sipariş etme hakkına ve gücüne sahip değildir. “Bir Türk dünyaya bedeldir” diyen bir kimse Afrika’nın en geri kalmış kavmine mensup siyahî bir anadan ve babadan ya da bir Çingene, Ermeni veya bir başka ırktan olan bir ana ve babadan dünyaya gelebilirdi. Bu, nasıl onun için bir nâkısa/eksiklik değilse, Türk olarak dünyaya gelmek de onun için bir üstünlük/fazilet vesilesi olmamalıdır. O halde Müslüman açısından, Müslüman olan bir Kürt, Müslüman olmayan bir Türk’ten, Müslüman olan bir Çingene ya da Ermeni, Müslüman olmayan bir Kürt’ten, bir Türk’ten, bir Arap’tan üstündür. Ben Müslüman’ım diyen bir kişi, bu anlayışı hazmetmedikçe, içine sindirmedikçe gereği gibi Müslüman olamaz; isterse beş vakit namazını hiç kaçırmasın, her sene hacca gitsin!
Müslümanlar olarak bizler, bütün kavimlere ve dolayısıyla da Kürt kavmine yönelik Kemalist rejimden kaynaklı bu soruna İslam’ın belirlediği ölçüler dahilinde yaklaşmak durumundayız. Her kavim için olduğu gibi Kürt kavmine yönelik yapılan değişik kimlik dayatmalarını, onları yok sayan, dilini, eğitim hakkını inkâr eden ve asimile eden her türlü anlayış ve tavrı Müslüman’ım diyen insanların kabullenmesi mümkün değildir. Bu tür inkârcı ve yok sayıcı dayatmalar insani olmadığı gibi İslami de değildir. Dolayısıyla her kavim kendi diliyle özgürce konuşma, eğitim yapma, radyo ve televizyonlarda yayın yapma hakkına tabii olarak sahiptir. Bu hak, kutsaldır. Çünkü ‘diller ve renkler’ Allah’ın ayetlerindedir. Kürt kavminin kimliğini, dilini yok saymak, aynı zamanda Allah’ın bir ayetini de yok saymak anlamına gelir. Çünkü bir kimliği, bir dili yasaklamakla namazı ve başörtüsünü yasaklamak arasında hiçbir fark yoktur.
Müslüman olmak adaletli olmayı, adaletli olmak ise herkese hak ettiğini, hak ettiği ölçüde, Hakk’ın hükmü doğrultusunda vermeyi gerektirir. Çünkü Adalet, bir işi yerli yerine koymak, her şeyi yerli yerinde yapmak, hak sahibine hakkını vermek anlamlarına gelmektedir. Bu, bir anlamda Allah’ın emrini, emrettiği şekilde yerine getirmektir. Nitekim Rabbimiz bir ayetinde, “Allah adalete uyanları sever” (Mümtehıne, 60/8) buyururken, diğer bir ayetinde ise, Peygamberleri hakkı ve adaleti, -velev ki kişinin bizzat kendisinin aleyhinde de olsa- ayakta tutmak için gönderildiklerini (Hadid, 57/25) belirtmiştir.
Rabbimiz, bir ayetinde “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” (Nisa, 4/135) diye buyururken, diğer bir ayetinde ise “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adil olun. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.” (Maide, 5/8) diye buyurmuştur.

Yakın Tarihte Siyasi Yetkililerin Meseleyi Ele Alışı

Türkiye’de Kürt sorunun çözümü konusunda ‘gerekirse federasyon dahi tartışılabilir’ tarzında ilk ciddi adım Turgut Özal döneminde atılmıştır. Özal’dan sonra Başbakan Demirel ile Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün Diyarbakır’da yaptıkları konuşmada; “biz Kürt realitesini tanıyoruz” açıklamaları, Başbakan Tansu Çiller’in ‘Bask modelini’ tartışabiliriz demesi ve Başbakan Mesut Yılmaz’ın ise, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü siyasilerdeki Kürt sorununa bakışının değiştiğini göstermesi açısından önemlidir. Ancak, bu konuşmaların her biri, yıllardır uygulanan Kürtlere ilişkin Kemalist politikalardan geri adım atmak ya da bu politikaların iflası anlamına gelse de, bu sorunu çözme, hatta tam ve doğru teşhis koyma anlamına gelmemekteydi. Bu nedenle de bu konuşmalar, üzerinde onca yıl geçmesine rağmen söylemden öte bir anlam ifade etmemiştir. Özal’dan sonra ikinci ciddi adım ise, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından atılmıştır.
Erdoğan, Kemalist politikaların iflası anlamına gelen ‘Kürt sorunu benim sorunumdur, her büyük devlet geçmişiyle yüzleşmelidir’ şeklindeki konuşmayı 12 Ağustos 2005’de Diyarbakır’da yapmıştır. Ancak, bu konuşmadan kısa bir süre sonra Yeni Zelanda’ya yaptığı gezide kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta ‘Türkiye’de bir Kürt sorununun olmadığını, bölücülük sorununun bulunduğunu, Türkiye’deki Kürtlerin terör örgütü PKK tarafından istismar edildiğini ve kullanıldığını, buna izin vermeyeceklerini belirtmesi, TC’nin inkârcı ve asimilasyoncu politikalarının siyasi irade üzerindeki etkisini göstermektedir.
Ancak azgın azınlığın bu tavrına rağmen bu konuşmayı ilerleyen yıllarda (2006 yılı itibariyle) PKK ile Oslo’da dolaylı, (28 Aralık 2012’de Başbakan Erdoğan’ın açıklamasıyla) İmralı’da ise doğrudan görüşmeler izlemiştir. 3 Ocak 2013’de BDP heyetinin ilk olarak İmralı’ya gitmesi, 21 Mart 2013’de Öcalan’ın ‘silahlar sussun’ mesajının Diyarbakır’da Nevruz’da kitlelere duyurulması, 8 Mayıs 2013’de ise, Murat Karayılan tarafından PKK’lıların sınır dışına çekileceğinin açıklanması, kitleler nezdinde tam anlamıyla bir bahar havası yaşanmasına neden olmuştur. Ancak bu bahar havası çok uzun sürmemiş, PKK’nın bir devlet yapılanmasını öngören 30 Haziran-5 Temmuz 2013’deki 9. Kongresi ve tehditleri, yol kesmeleri, KCK mahkemelerindeki masum insanları yargılamaları, özerklik ilanları ve 6-8 Ekim 2014’deki kanlı kalkışma, kitlelerde hayal kırıklığına neden olmuştur.

Sürece Hükümetin Katkısı

Süreçte, şu ya da bu niyetle hükümetin de küçümsenmeyecek oranda katkısı olmuştur.
1- Hükümet bir taraftan PKK’yı bitirmeye çalışırken, diğer taraftan ise, uygulamalarıyla ya da kayıtsız kalması ile PKK’nın daha da güçlenmesine neden olmuştur.
2- Hükümet, Kürtlerin temel insan hak ve hürriyetlerini sadece PKK ya da siyasi uzantısı BDP/HDP ile pazarlık konusu yapmıştır. Oysa bu haklar, istisnasız, herhangi bir kimseyle/örgütle pazarlık konusu yapılmadan, herkese eşit vatandaşlık temeli çerçevesinde verilmesi zorunlu olan haklardır. Bu konuda sadece PKK ya da siyasi uzantısı BDP/HDP’nin muhatab alınması, KCK/PKK’nın Kürtler üzerindeki vesayetini de daha da arttırmıştır.
3- Bölgede, yıllardan beri faaliyet gösteren KCK Mahkemeleri bulunmaktadır. Bu mahkemeler, çözüm sürecinde daha rahat ve bölgede tek otorite kendisiymiş gibi faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır. Bu mahkemelerin varlığı bilinmesine rağmen çözüm sürecine halel gelmesin diye dokunulmamıştır. Bu ise, KCK/PKK’lıları daha da cesaretlendirmiştir. Nitekim Ardahan’da 20 Kasım 2014’de, bir mülki amirin de yargılanmak üzere bu mahkemeler tarafından yazılı olarak çağrılması, KCK/PKK’nin işi nereye vardırdığını göstermektedir. Bilindiği halde bu paralel yargıya/mahkemelere dokunulmaması KCK/PKK’yı kitleler nezdinde daha da güçlendirmiş ve tek otoriter güç haline getirmiştir.
KCK/PKK’nın, bölgede paralel bir devlet gibi faaliyet göstermesine adeta göz yumulmuştur. Şehir merkezlerinde trafik kontrolleri, özel savunma birlikleri/Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) türü örgütlenmeler, vergi/haraç toplamalar, Şanlıurfa’da hastane açılması, Kobani’ye militan göndermeler bunun açık göstergesidir.
4- Bölgede, çözüm sürecinin ruhuna aykırı özellikle de 6-8 Ekim 2014’de yapılan ve 50’den fazla insanın ölmesine ve milyarlarca dolar zarara yol açan eylemlerden Öcalan’ın haberinin ve onayının olmaması mümkün değildir. Nitekim Öcalan’ın, 8 Ekim gecesi Selahattin Demirtaş’a gönderdiği mesajla olayların durmasını sağlaması, Öcalan’ın PKK’lılar üzerindeki etkisini göstermektedir. Üstelik Öcalan, bu olaylardan sonraki açıklamasında ya kaos ve darbe, ya da benim dediklerim tarzında tehditte bulunmuştur.
5- AKP’nin, Öcalan ve örgütünü muhatab alış şekli örgütü devletleştirmiş, Öcalan’ı da bir devlet başkanı konumuna getirmiştir. Bugün, Öcalan ve PKK’nın, bölgede diğer STK’ları yok saymasının ve her defasında sadece kendileri için daha çok hak istemelerinin nedeni de budur.

Hükümet Tarafından Acilen Atılması Gereken Adımlar;

1. PKK’nın, 28 Şubat’ta Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ortak açıklamaya rağmen bölge halkından vergi, haraç ya da başka ad altında para toplaması devam etmektedir. Bu, mutlaka engellenmelidir.
2. Bölgede, İslami kesim üzerinde terör estiren, eylem yapan, yol kesen, Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H), asayiş ya da özel savunma birlikleri adı altında oluşan terör grupları mutlaka ve bir daha eylem yapamayacak şekilde dağıtılmalıdır.
3. Bölgede sadece KCK/PKK’yı değil, en az onlar kadar diğer irili ufaklı bütün gruplar, kanaat önderleri devreye sokularak muhatap alınma ve görüşlerine başvurma çalışmaları istenilen düzeye getirilmelidir.
4. Muhataplarla yapılan bütün görüşmelerin bir takvime bağlı olarak kamuoyu tarafından da bilinecek ve izlenecek tarzda açık ve şeffaf olması mutlaka sağlanmalıdır. Bugün, yarın ya da daha sonraki günlerde hangi adımların atılacağı önceden belirlenerek takvime bağlanmalı ve bu da kamuoyuna açıklanmalıdır.
5. İmralı’dan gelen mesajlar birer kutsal metin olmaktan çıkarılmalı ve çözüm süreci Öcalan’ın iki dudağı arasına asla mahkûm edilmemelidir. Öcalan, fırsatçı, pragmatist, ırkçı ve İslam düşmanıdır. Bu durumunda şimdiye kadar hiçbir değişiklik olmamıştır. Bugün uyumlu, barış yanlısı davranması ise bizleri aldatmamalıdır. Öcalan’ın da, PKK’nın da hedefleri bellidir; tek tipçi, muhalif düşünce ve görüşe tahammülü olmayan, sosyalist, laik, seküler ve kısacası Kemalist diktatörlük benzeri bir Kürdistan kurmaktır. Abdullah Öcalan’ın da, KCK/PKK’nın da asıl ve değişmez hedefi budur. Dolayısıyla Öcalan için Çözüm Süreci bir amaç değil, hedefe ulaşabilmek için sadece bir araçtır.
6. Kamuoyu nezdinde, Kürtlere verilmesi gereken haklar KCK/PKK kanalıyla veriliyor intibaı mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. Ana dilde eğitim dahil Türklerin sahip olduğu her hak, Kürtler de dahil bütün kavimlere mutlaka ve acilen verilmelidir. Bu hakların verilmesi KCK/PKK ile pazarlık konusu asla yapılmamalıdır.
7. Çözüm süreci, başta Doğu ve Güneydoğu halkı olmak üzere bütünüyle Türkiye halkına mal edilmelidir. Bu nedenle –geç kalmakla birlikte- çözüm süreci, KCK/PKK’nın tekelinden kurtarılmalı ve özellikle bölgedeki bütün kesimler bu sürece dahil edilmelidir.
8. Bölge halkının can güvenliği mutlaka sağlanmalı, halkın üzerine sinmiş KCK/PKK korkusu mutlaka giderilmelidir. Dolayısıyla eylem yapan, yol kesen, haraç toplayan, halkı baskı altına alan ve silahlarıyla trafik kontrolleri yapanlara karşı gerekli önlemler mutlaka alınmalıdır.
9. KCK/PKK elindeki belediyeler, KCK/PKK militanlarının yuvalandığı yerler olmaktan çıkarılmalı ve aynı zamanda belediyeler terör eylemleri için finans kaynağı olmaktan kurtarılmalıdır.
10- PKK’nın silah bırakması asla söz konusu değildir. Çünkü KCK/PKK’yı bölgesel güç haline getiren, yarım asra yakın zamandır ayakta kalmasını sağlayan ve en önemlisi de Abdullah Öcalan’ın hükümet karşısında elini güçlendiren yegâne şey, PKK’nın silahlı bir güç olmasıdır. PKK’nın dağ kadrosunun silahları bırakması, kentlerdeki PKK’lı ve yandaşlarının tamamının silahlandırılmış ve şehitlik adı altında oluşturulan yerlerde silahların depolanmış olması nedeniyle hiç de anlamlı olmamaktadır. Yani silahları bıraktırılan dağ kadrosu istenildiği zaman ve çok kısa bir sürede tekrar silahlı hale getirilebilirler. Kaldı ki, kentlerde terör estiren, yol kesen, haraç toplayan YDG-H, zaten silahlıdır.
Ayrıca Irak ve Suriye’de IŞİD’le savaş devam ederken, bölge üzerinde hesabı olan emperyal güçler de bu konuda PKK’yı silahlandırmayı sürdüreceklerdir.
Diğer taraftan PKK’nın stratejik aklı olan Batılı emperyal güçler, Rusya, Siyonist İsrail ve PKK’ya silah satan gruplar da silah bırakmasını istemez. Kısacası Bölgesel ve küresel dengeler Türkiye üzerinde çok etkili olan PKK kartını kolay kolay elden bırakmak istemezler. Ayrıca PKK liderleri, örgütün silahları bırakması halinde etkisizleşeceklerini düşünmektedirler. Çünkü PKK örgütsel olarak geldiği noktayı, silahlı mücadeleye borçludur.

Müslüman Olarak Sorumluluklarımız

Müslümanlar olarak bizler;
1- Öncelikle kendi aramızda; Kürt’üyle, Türk’üyle, Arap’ıyla, Laz’ı ve Çerkez’iyle ilişkilerimizi İslam’ın belirlemiş olduğu hak, adalet ve kardeşlik temeline oturtmalıyız. Bu nedenle, mensubu olduğumuz kavme, ırka ve aşirete bakmaksızın her türlü ırkçılığı ve kavmiyetçiliği reddetmeli ve bunu cahiliye âdeti olarak değerlendirmeliyiz. Irkçılık yapan ve kendi ırkından olmayanlara düşmanca davranan, onlara zulmeden kim olursa olsun, bu ırkçı zalimlere karşı ortak bir tavır geliştirmeliyiz. Bu, asla sözde de kalmamalıdır.
2- Kemalist rejimin, sadece laik ve ırkçı Kürtler için değil, Müslüman Kürtler ve Müslüman Türkler için de bir problem olduğu asla unutulmamalıdır.
3- Bu topraklarda yaşayan bütün kavimlerin dil, ırk, renk ve kan yönünden birbirlerine herhangi bir üstünlükleri yoktur. Dolayısıyla her kavmin, Allah’ın yarattığı fıtrata uygun olarak kendilerini ifade etmelerinin önündeki bütün engelleri, aynı zamanda kendi önümüzde de bir engel olarak görmeli ve bu engeli kaldırmak için zaman yitirmeden harekete geçmeliyiz. Çünkü her kavim, kimliğini koruyarak dilini kullanması ve kendini rahatlıkla ifade etme hakkına sahip olması vazgeçilemez bir haktır.
4- Kürt kavmi de diğer Müslüman kavimler gibi Ümmetin bir parçasıdır. Dr. Fehmi Şinnavi’nin dediği gibi Ümmetin yetim evlatlarındandır. Ama bu, onlara, kendi problemlerine yardımcı olmadıkları gerekçesiyle Müslümanlara küsme, ırkçılık yapma ve İslam düşmanı örgüt ve sistemlerden yana bir tavır alma hakkını vermez. Dolayısıyla Kürtler de, Türkler de; kısacası ben Müslüman’ım diyen herkes İslam kardeşliği temelinde birbirlerine rahmet ve merhametle yaklaşmalıdır.
5- Bir insanın diliyle iletişim kurmasını engellemek, örf, adet ve geleneklerini yasaklamak, dağların, yaylaların, ovaların, nehirlerin, köy ve kasabaların isimlerini değiştirmek, başka bir dil konuşanları cezalandırmak gayri insani, zulüm ve cahiliye adetlerindendir. Her Müslüman, hatta her insan, yapılan bu zulme karşı ortak bir tavır takınmalıdır. Çünkü her kavmin kendi dilini kullanması, ana dilde eğitim dahil gazete, dergi, kitap, radyo ve televizyonda yayın yapması, insan olma hasebiyle en tabii hakkıdır. Ayrıca devlet, her kavmin dilini geliştirmesini sağlamalıdır.
6- Kürt sorununu, ümmetin sorununun bir parçası olarak görmeli ve bölge insanının, hatta bütün insanlığın kurtuluşunun ümmetin kurtuluşu ile mümkün olacağını bilmeliyiz. Bu nedenle bundan böyle bu sorun ile ilgili yürütülecek her türlü mücadele İslam’ın değişmez ve evrensel değerlerine uygun olarak yapılmalıdır.

GRUBA KATIL