Kulluk; bilinçtir, farkındalıktır, hayatı tanımaktır ya da tam tersi: bilinci öldürmek, iradeyi yok etmek, kısacası teslim olmaktır, köle olmaktır. Arada çok bariz farklar bulunan ve bu farkların sebep olduğu ciddi sonuçları olan iki durumdan söz etmek mümkün. Birincisi, insana değer katan, varlığını kıymetli kılan ve kendisi de kıymetli olan bir durumdur; diğeri ise kişiyi yerle bir eden, kıymet tüketicisi bir durum. Hayatını şekillendirirken kendinden başka hiçbir şeyi kıymetli görmeyen bir bireyin yaşamı şaşaalı ya da bolluk içinde olabilir, müreffeh bir standart sunabilir, dışarıdan bakıldığında özenilen bir görüntüsü olabilir. Lakin böyle bir yaşam, kuvvetli bedeller ödetmiş olabilir sahibine. Başkalarını yok sayan hatta kendi menfaatleri için gözünü kırpmadan insan harcayabilen günümüz kapitalist sistemi ve insanları düşünüldüğünde, bu kuvvetli bedellerin ödendiği gerçeği bir ihtimal olmaktan çıkar ve yadsınamaz bir hakikat olarak dikilir karşımıza. Her geçen gün daha da bencil ve yok edici bir hâl alan insan profili, bu tezi destekleyen somut bir delildir aslında. Maddi menfaat, güç, mevki derdine ve peşine düşen insan, tüm bunları elde ederek güçlü, rahat ve özgür olacağını düşünür. Ancak hayatın en önemli olguları arasında, tüm bunları en üst noktaya yerleştiren bu birey profili, farkında olarak veya olmayarak pek çok şeyi feda eder ve çoğu zaman bunun farkında olmaz. Farkında olsa bile bu durumu kabullenmiş hatta sevmiştir. Peki, neleri feda eder bu gaflet abidesi birey? Her şeyden evvel rahatını feda eder. Aslında ciddi çelişkiler içeren bir durumla karşı karşıyadır. Öyle ya konfora ulaşmak için konforu feda etmek nasıl bir şeydir? Sadece akşamları, o da sınırlı bir süreyle rahatça oturmak için almak istediği büyük, lüks bir konut için çoğu zaman konforsuz, kişiyi sıkıntıya düşüren mekânlarda (fabrika, şantiye, maden vb.) evde kaldığından daha uzun süreler kalmak ve çalışmak durumundadır. Aslında yarısı bile yetecek olan ve her türlü imkânı sunan orta düzey bir konut yerine daha büyüğü arzulandığında konfor, konfora feda edilmiş oluyor. Yaman bir çelişki barındırıyor olsa da yine de cazip geliyor insana. Bu çelişkinin peşinden koşmaktan asla gocunmuyor ve yorulmuyor. Ayrı bir mutluluk veriyor bu durum kendisine. Aynı azim ve sebat, Allah rızası elde edilmek için gösterilmiyor oysaki. Allah yolu daha sevimsiz görünüyor, bu uğurda atılacak her adım gözümüzde büyüyor, büyüdükçe de bir türlü atılamaz hâle geliyor. İşte tam da bu noktada başlıyor hayata kul olmak.
Hayatları, onun yegâne sahibine kul etmek, hiçbirimizin aklına gelmiyor, gelse bile çabucak unutmak için elimizden geleni yapıyoruz. Konforlu, imkânı bol, gösterişli hayatların peşine düşenlerin tek fedakârlıkları bu kadar değildir. Arzularına ulaşabilmek için nefsine ağır gelen pek çok şeyi sineye çeker, onlara boyun eğer, üstelik tek seferlik de değildir. Bu eğilme, eğildikçe alışan alıştıkça eğilen bir hâle getirir bireyi. Rükûda eğilmeye bir türlü isteği de fırsatı da olmayanın, beşer karşısında iki büklüm olduğunu görür ve hayretler içerisinde izleriz. Neticeleri kısacık bir ömre sığan, çoğu zaman yaşamın sonlarına denk gelen, tabiri caizse tadı damakta kalan veya öyle zannedilen bu boyun eğmelerin, insanı hedeften saptırdığını, menzilden uzaklaştırdığını görmemek, görememek ne kadar da acıdır.
Allah’ın doğruluk, dürüstlük, namaz, oruç gibi bir emrine itaat etmek çok ağır gelir nefse oysa amirin, memuruna gün içinde verdiği emirlere koşulsuz itaat etmek, onları sorgulamamak o kadar sıradan bir işmiş gibi yapılır ki bırakın nefse ağır gelmesini, bazen bu durumdan hoşnut olunduğu bile görülür. Öyle ya, ayın personeli olmak, müdürün gözdesi olmak ayrı bir cazibeye sahiptir. Hele ki Allah’ın yetkilerini gasp etme noktasında olanlara itaat etmek daha havalıdır; çünkü bunun sonucunda elde edilecek menfaatler, mevkiler daha büyüktür. O yüzden Allah’ın “ak” dediğine “kara” diyenlerin yıllarca el üstünde tutulduğuna şahit olundu bu coğrafyada. Namaz kılmak isteyen çalışanlarına, “çalışmak da ibadettir”, diyerek izin vermeyenler; “tesettür de neymiş, hangi çağda yaşıyoruz”, diyerek hak gasp edenler; “içki sağlığa yararlıdır”, diyerek bir haramı zorunluluklar arasında gösterenler, hep iyi mevkilerde, iyi imkânlar içinde bulundu. Allah’a itaat yerine hayata, güce, mevkiye itaati benimseyen ve özendiren bu güruh; konforun, gücün âdeta tapılası olgular olduğuna inandırdılar insanları. Gerçi, nefsin arzuları karşısında dik duramayan, irade gösteremeyen bireylerin buna inanmaya can attıkları da bir vakıa olarak durmaktadır karşımızda. Fani olduğunu pek çok vesileler ile tecrübe ettiğimiz bu dünya ve onun hayatı, zenginliği, gücü insanoğlu nezdinde cazibesinden, ne hikmetse, hiçbir şey kaybetmiyor.
Evet, Rahman’ın yolu insanlara sevimsiz geliyor; şeytan, dünya pisliklerini güzel gösteriyor ve bu dışı alacalı, içi kokuşmuş dünya hayatı bizleri her daim cezbediyor. Ellerden kayıp giden bu yalancı cennet meyvesi, gözlere hep kızıl elma gibi görünüyor. Bu durum, asla, Allah yolunun sonuçlarının kötü olması gibi imkânsız bir sonuçtan kaynaklanmıyor. Aksine insanlığın, nefsinin şerli arzularına boyun eğmesinden kaynaklanıyor. Hayat, kul olmalıyken kulluk edilmeye layık olan bir tek Allah’a, onun yerine hayata kulluğu tercih ediyoruz. Oysa Allah, her vesileyle hangi yollardan gitmemiz gerektiğini bizlere hatırlatıyor, gösteriyor. İmanın lezzetini alanlar, bu hakikatleri apaçık görebiliyorken imandan habersiz ya da nasipsiz olanlar; kalpleri, kulakları, gözleri mühürlenmiş bir şekilde bu gerçeklerden habersiz bir hayat sürüp gitmekteler, ebette buna hayat denebiliyorsa… Zira hangi dünyevi lezzeti tadarsa tatsın, insan bir zaman sonra bu lezzetten sıkılmaya, başka lezzetler peşinden koşmaya başlıyor. Nihayetinde doyumsuz, bencil, hırçın, hayattan sıkılan bir birey olup çıkıyor, sıkılmasa bile bir zaman sonra bedeni onu yarı yolda bırakıyor. Ya yaşlılık gelip alıyor kudretini ya da hastalıklar pençesinde kıvranıp duruyor.
Doğduğu andan öldüğü ana kadar her anını dertsiz, tasasız geçiren kimse yoktur. Öyle olduğunu farz etsek bile ölüm gibi, dünya hayatına kul olmuş birine sevimsiz, acı verici gelen bir sonla kesintiye uğruyor hayat. Aklın kudretine, her şeyi çözebileceğine inanan modern kölelerin dahi izah etmekte zorlandıkları hatta çaresiz kaldıkları bu durum yani her şeyin bir gün sona ereceği gerçeği, hangi basiretsiz, nasipsiz gözden kaçabilir ki bunu anlamlandırmak zor.
Sen ki ey hayat, acı bir sonla biteceksin, o hâlde nedir sana bu kulluk, niçin kafalarını kuma gömer mahlûkatın en şereflisi? Öyle bir mahlûk ki bütün kâinata söz geçirebilecek bir kudretle donatılmışken, akıl gibi mükemmel bir cihazla kuşatılmışken neden bu anlamsız çaba, bu direniş? Mademki her nefis tadacak ölümü ve sonlanacak bu hayat, neden fani olan hayata kulluk etme gayreti içinde debelenip duruyoruz? Hayatın da ölümün de sahibine kulluk, lezzetlerin en lezzetlisi iken yalancı lezzetler peşinde koşturmak nafile.
“Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun
Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun”
Necip Fazıl Kısakürek
Taşkın ÖNEL