Zor bir süreçten geçiyoruz. Virüsün bütünüyle insanlığı tutsak aldığı, ulaşımın durduğu, ticaretin yapılamadığı, insani ilişkilerin bitme aşamasına geldiği, yardımlaşmanın azaldığı, fakir-fukara olanlara ve ihtiyaç sahiplerine yardımın bile zar zor ulaştırıldığı bir süreçten geçiyoruz. Elbette bu süreç, insanlık için ilk değil, son da olmayacaktır. Biz Müslümanlar, böyle bir süreci; bir imtihan olarak görüp dualarımızın kabulü ve Yüce Allah’a daha yakın olmak için gayretlerimizi, salih amellerimizi çoğaltarak değerlendirmeliyiz. Bu sürecin de bir imtihan olduğuna inanmalıyız. Bizlerin ve bizlerden sonra gelenlerin de benzeri süreçlerle imtihana tabi tutulacaklarını bilmeliyiz. Rabbimiz, “bizleri denemek için şerle ve hayırla imtihan” (Enbiya, 21/35) edeceğini belirtmektedir.
Zorunlu olarak içeriye kapandığımız bu günleri, Rabbimize daha çok yalvaracağımız, ibadet edeceğimiz tıpkı itikaf günleri gibi görmeliyiz. Daha önce yapmadığımız ya da yapmak için zaman bulamadığımız -güzel- şeyleri hayata geçirmek için bu süreci ciddi bir fırsat bilmeliyiz. Bu çerçevede; evde zorunlu olarak kalıyor olmamız nedeniyle bireysel ve ailevi olarak programlar yapılmalıdır. Evlerimiz; birer mektep, birer medrese fonksiyonu görmelidir. Çünkü sorumlu olduğumuz ilk alan evimiz ve ailemizdir. Zaten Rabbimiz, “Kendinizi ve ehlinizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz” (Tahrim, 66/6) emri ile bizleri mükellef tutmaktadır. Kendimizi kurtarmanın yolunun; ehlimizin/ailemizin İslamî bir ahlak üzerinde yetişmesini sağlamak için gayret göstermekte olduğunu, bu ayet bize açıkça bildirmektedir.
Peki görevimiz sadece bu kadar mıdır? Elbette ki hayır! Madem içerideyiz ve dışarı çıkamıyoruz; o zaman dışımızdaki insanlarla, komşularımızla, arkadaşlarımızla ve akrabalarımızla dijital ortamda da olsa ilişkilerimizi -sesli ya da görüntülü- devam ettirmek için gayret sarf etmeliyiz. Elbette durumumuz, Hz. Yusuf (as)’ın içinde bulunduğu durum ile mukayese edilemez ama yine de O’nu örnek alarak, -zindanda iken nasıl Müslüman olma/Peygamber olma görevini yerine getirmiş ise- bizler de Müslüman olduğumuzu asla unutmadan uyarı/tebliğ görevimizi yerine getirmek için var olan -uygun- araçları en iyi bir şekilde kullanmalıyız.
Bizler, sadece Müslümanlar arasında değil, aynı zamanda insanlar arasında da iyiliği emretmek, kötülükten nehy etmek konusunda çıkarılmış en hayırlı ümmetiz/topluluğuz. (Al’i İmran 3/104, 110) Bu görev/vazife, taşıdığımız bedende nefes alıp verme mecali/takati olduğu müddetçe devam edecek ve ancak ölümle son bulacak bir görevdir. Unutmayalım; şöyle ya da böyle öleceğiz. O halde Allah’ın istediği şekilde ve O’nun rızasına uygun olarak ölmek için çaba sarf edelim.
Hz. Ali (ra)’ın, “insanlar ya dinde kardeş ya da hilkatte eş” sözü gereği, sadece Müslüman kardeşlerimizle değil, aynı zamanda mazlum konumda olan insanlarla da ilişkilerimizi devam ettirmek gibi bir mükellefiyetimiz vardır. Kalpleri evirip çeviren sadece Allah’tır; ama bu ilişkilerimizle acaba kimi mazlumların kalbi İslam’a ısınabilir mi? Çabamız bu yönde olmalıdır. Dolayısıyla dil, renk, ırk ve din ayrımı yapmadan -zaten mazlumun dini sorulmaz- içinde bulunduğumuz bu süreçte kirasını vermekte zorlanan, evinin ihtiyaçlarını giderme imkanı bulamayan, zor durumda olanları daha çok düşünmek durumundayız. Kardeş olmak, Müslüman olmak da bunu gerektirmektedir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini çok söylemiş ve çokça anlatmışızdır insanlara! Dua önemlidir, Peygamber (as)’in deyimiyle “mü’minin silahıdır”. Rabbimiz ise “duanız olmazsa size niye değer verilsin ki” (Furkan, 25/77) ayetiyle duanın önemini belirtmektedir. Sözlü/kavli dua önemli ama onun kadar önemli olan fiilî duadır.
Rabbimizin övgüsüne mazhar olmuş Şehid Seyyid Kutub’un deyimiyle “Örnek Kur’an Nesli”ni ve bu neslin fedakarlıklarını çokça okumuş ve anlatmışızdır. Onları, Örnek Kur’an Nesli haline getiren, elbetteki, sadece kavli/sözlü/teorik dua olmamıştır. Fiili olarak gösterdikleri fedakarlıklar ve Müslümanları kendilerine tercih etmeleri olmuştur. Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlar, din için, Allah için her şeylerini bırakarak yapmışlardı bu eylemlerini. Medine’de bulunan Müslümanlar ise, bu muhacirlere sadece evlerini, kucaklarını açmamışlar, aynı zamanda gönüllerini/yüreklerini de açmışlardı. Yesrib’i Medine, Yesriblileri Medineli/Medeni yapan da onların Ensar oluşlarıydı. Çünkü Medineli Müslümanlar yani Ensar, sahip oldukları bütün mal varlıklarını Muhacirlerle paylaşmaktan çekinmemişler, hatta evlerinin bir bölümünü, bir odasını dahi onlara tahsis etmekten çekinmemişlerdir. Hz. Peygamber (as), hicretten yaklaşık beş ay sonra muhacirlerin herbirini Ensar’dan bir Müslüman ile kardeş ilan etmişti; “Uhuvvet/Muahat” deniyordu. Bu, kan kardeşliğinden çok üstün olan bir kardeşlikti. Hatta miras ayeti gelinceye kadar, birbirlerine varis kılan bir kardeşlikti. Bu yanlış anlaşılma, Enfal Suresi’nin 75’inci ayetiyle ortadan kaldırılmıştı. Böylesine can-ciğer kardeşlik, aynı ana-babadan gelen kardeşlikten daha anlamlı ve daha önemli bir kardeşlikti.
Muhacir, Ensar kardeşliğini anlatan çokça ayet-i kerime ve hadis-i şerif vardır. Bunlardan birisi de Ensar-Muhacir kardeşliğini ve yapılan fedakarlığı anlatan Haşr Suresi’nin 9’uncu ayetidir.
Bu ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr, 59/9).
Her kelimenin olduğu gibi Îsâr kelimesinin de hem lügat hem de ıstılah/terim anlamı vardır. Lügat anlamı: Îsâr, Arapça bir kelime olup sözlükte tercih etmek, seçmek, yeğlemek, bir şeyi diğerinden üstün tutmak, öne geçirmek, ikramda bulunmak, malını cömertçe vermek gibi anlamlara gelmektedir. 13
Îsâr kelimesinin terim/ıstılah olarak anlamını Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413): “Yarar sağlama ve zararı defetme hususunda insanın başkasını kendisinden önde tutmasıdır ki bu, kardeşlikte son noktadır”15 şeklinde tarif etmiştir. Buna göre îsâr, bir fedakârlıktır. Îsâr, “Başkalarının hak ve menfaatlerini kendi hak ve menfaatlerinden önde tutmaktır.”16
Hasan Basri Çantay ise şöyle tanımlar: “Îsâr; kişinin kendisi muhtaç iken âharın ihtiyacını daha önde görerek onun yardımına şitâb etmesi (acele etmesi, koşması) demektir. Biz, buna ‘ferâğat-ı nefs, diğerkâmlık’ diyoruz.”
Yukarıdaki tanımlar ve Haşr Sûresi’nin 9’uncu ayetinin ışığında îsâr’ı şöyle tarif etmek mümkündür: “İsâr, kendisi ihtiyaç içerisinde olan bir müminin, din kardeşinin ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutması, yardım ve diğer hususlarda din kardeşini kendisine tercih etmesi, bunu yaparken de dünyevî çıkar ve menfaatler değil, sadece Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu gözetmesidir.”
Îsâr’ın zıddı ise cimrilik ve bencilliktir (enaniyet). Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği bir şeyi, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz” (Buhârî, Îmân, 7) buyurarak bencilliğin imanla bağdaşması mümkün olmayan, kötü bir huy olduğunu ifade etmiştir.
Kur’an’da, hadislerde ve diğer İslâmî kaynaklarda, günümüzde bir ahlâk ve psikoloji terimi olarak kullanılan “insanın yalnız kendisiyle ilgilenmesi, ilişkide bulunduğu herkesi ve her şeyi kendi yararına kullanma isteği” (egoizm) ve “kendini üstün görme, dolayısıyla kendini her şeyin amacı olarak kabul etme eğilimi” (egosantrizm) anlamındaki enâniyeti yeren pek çok ifade bulunmaktadır.
Kısacası, Îsâr’ın zıddı olan bu kelimelerin genel anlamı, her şeyde ve her zaman kendilerini önde tutmaları, kendi menfaatlerini başkalarının menfaatinden üstün görmeleri, yardımlaşma, paylaşma ve dayanışma gibi özelliklerden uzak olmaları anlamına gelmektedir.
Îsâr kelimesi; hem lügat anlamıyla hem de terim/ıstılah anlamıyla Kur’an’da geçmektedir. A’lâ, 87/16; Nâziât, 79/38; Tâhâ, 20/72 ve Yûsuf, 12/91 surelerinde sözlük/lügat anlamıyla; Haşr, 59/9’da ise terim/ıstılah anlamı ile geçmektedir.