İnsan, doğumundan ölümüne kadar bir mücadelenin içinde, kendini isteyerek veya istemeyerek buluyor. Doğduğu coğrafyayı, kavmini, ten rengini, cinsiyetini, annesini ve babasını Allah belirler. Şu an dünyada takriben sekiz milyar insan yaşıyorsa hepsinin son nefese kadar yaşayacağı bir kaderi var. Hepsi de Allah’ın ilminde, iradesinde ve dilemesinde…
Yaşadığımız hayatın ne kadar farkındayız? Gelip geçiyor zaman. Hayatımız, güneşin altındaki buz gibi eriyip gidiyor. Nefeslerimiz sayılı ve zamanı geldiğinde son nefesimizi vermiş olacağız. İslam coğrafyasının çoğunluğunun böyle bir derdinin olmadığını görüyoruz. İslam’dan uzaklaşılması, dünyevileşmiş bir toplum hâline gelinmesi ve ahiret inancının zayıflaması en büyük etkenlerdendir.
Yanlış kader inancının getirdiği olumsuzlukların bedelini, toplum olarak ödüyoruz. Kaderin yerini ‘şans’ın aldığı bir toplumun ne gayreti olur ne tevekkülü ne de hamdı. İşini şansa bağlayan toplumun, rastgele bir hayatı olur.
Bir toplumu bozmak istiyorsanız ya kavramların içini boşaltırsınız ya da var olan kavramlara alternatif kavramlar üretirsiniz. Müslüman’da kader şuurunun oluşması için, önce kaderi iyi anlaması gerekir. Ehlisünnetin kader anlayışının iyice anlaşılması ve diğer itikadi mezheplerin kader anlayışının bilinmesi, pusuda bekleyen düşmana karşı hazırlıklı olunmasını sağlar.
Mezheplerin Kader Anlayışları:
- Cebriye: Bütün fiillerin, insanın fiillerinin yaratıcısı Allah’tır. İnsanın hiçbir fiilinde iradesi ve seçme hakkı yoktur. İnsanın hareketleri cansızların hareketleri derecesindedir. İnsanın kendi iradesiyle bir iş yapması, onun yaratıcı olmasını gerektirir. Yaratmak ise Allah’a mahsustur.
- Mutezile-Kaderiye: Mutezile mezhebi, kader konusunda inkârcı olduğundan Cebriye’nin tam aksine ilahi iradeyle sınırsız bir insan iradesinin varlığına inanmışlar ve insanı, fiillerinin yaratıcısı saymışlardır. Kader konusundaki bu çarpıtıcı görüşlerinden dolayı “Kaderiye” diye de anılmışlardır.
- Ehlisünnet: Kader, ezelden ebede kadar olmuş ve olacak şeylerin hepsinin zamanının, yerinin ve nasıl olacaklarının Allah tarafından ezelde bilinmesi ve bu bilgiye uygun olarak takdir ve irade edilmesidir. Kader, Allah’ın “ilim ve irade” sıfatları ile ilgilidir. Allah, ilim sıfatı ile olacak şeyleri bütün teferruatı ile bilir, irade sıfatı ile de şöyle veya böyle olmasını tercih ve takdir eder.
Ehlisünnetin kader inancına, biz bu şekilde inanır ve onunla amel ederiz. Ehlibidat mezheplerinin ne kadar dalalet içinde oldukları ortadadır. Bunlara tabi olanların; topluma zehir saçtıkları, topraklarının kurak ve verimsiz oldukları ayan beyan ortadadır.
İnsan, hayatı boyunca bir şeyleri elde etmek ister. Elde etmek istediği şey içinse ya bir gayretin içerisine girer ya da toplumsal bir yapının içinde kendini bulur. Dünya; binlerce dinin, ideolojinin, kurulup yıkılan medeniyetlerin, başa gelen ve devrilen tağutların, hak ile batılın savaştığı bir alan hâline gelmiştir. Aslında, meşru veya gayrimeşru, dünya üzerinde davasız bir mücadelenin olmadığını görüyoruz.
Gayret, tevekkül, hamd ekseninde günümüze kadar devam eden hakkın, hak davasını kader şuuruyla ele aldığımızda muazzam tabloların ortaya çıktığını görüyoruz. İlayıkelimetullah uğrunda peygamberlerin ve dava arkadaşlarının verdiği mücadeleye ve daha sonraları gelen büyük şahsiyetlerin gayretiyle İslami davayı aziz kılmak için neler yaptıklarına tarih ve bizler şahit oluyoruz. Gayret yani olağanüstü bir çaba ve hedefe ulaşmak için sabır ve azim ile mücadele etmek… Sonucunu düşünmeden üstüne düşen görevi yapabilmenin adıdır gayret. Allah, ayette “… Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücadele edenlere elbette (muvaffakiyet) gösteririz.” (29/Ankebut 69).
İslami mücadelede Müslümanlar, ellerinden gelen gayreti göstermelidir. Nuh’un (as), 950 sene bilfiil kendi kavmini İslam’a davet ettiğini biliyoruz. 950 sene! Bu, nasıl bir gayret? Bu, nasıl bir tevekkül? Bu, nasıl bir hamd? Nuh (as), kavminin her türlü zorbalığına göğüs geriyor, işlerin sonucunu Allah’a tam bir teslimiyet ile tevekkül ederek bekliyordu, kendisi için takdir edileni. Allah, ayette Nuh’tan (as) bahseder: “Onlara, Nuh’un haberini oku. Hani kavmine demişti ki ey kavmim! Şayet benim konumum ve Allah’ın ayetleriyle öğüt verişim size ağır geliyorsa ben, Allah’a tevekkül ettim. Siz ve ortaklarınız bir araya gelin ve (benim hakkımdaki) kararınızı verin. (Benimle ilgili yapacaklarınız) size dert olmasın. Sonra da hiç bekletmeden hakkımdaki kararınızı uygulayın, bana göz açtırmayın.” (10/Yunus 71).
Başka ayetlerde Allah, Nuh’a (as) kavminin iman etmeyeceğini bildiriyor. 950 senelik davetin mahsulü, bir rivayete göre 15 kişi. Yani 63 senede 1 kişi iman ediyor. Nuh (as), isyan mı etti? Hayır. Böyle şans mı olur da demedi. O, gayret etti. Pes etmedi. Allah’a tevekkül ve hamd ile teslimiyet gösterdi. Kader şuuru böyle yapmasını gerektiriyordu. İman edenler zaten iman edecekti ve isyan edenler zaten isyan edeceklerdi. Allah, insanı imtihan eder ve insan, iki seçenekten birini seçer. Bu seçiminde cüz-i iradesini ortaya koyarak kendisi mesul olur.
İbrahim (as), tek başına bir ümmetti. Babası, put satıcısı; kavmi, putperesti. İbrahimî bir mücadeleye giriştiği kavmine, tevhidi anlatma gayreti içerisindeydi. Önce babasına, sonra kavmine; bu yararsız, kendilerine dahi faydası olmayan cansız şeylere tapmayın, diyerek mücadelesini başlatmıştı. Korkusuzca tevhidi haykırıyor ve bir yandan da kavminin hidayetini istiyordu. Onların aklını kullanabilmesi için, birtakım yollara başvuruyordu. Put kıran İbrahim, onların putlarını kırıp sadece birini kırmayıp boynuna baltayı astı. O istedi ki kavmi, bu değersiz putların ne kadar aciz olduklarını ve bu aciz putun başka putları kıramayacağını anlasınlar. Ama yine de bu beyinsiz topluluk iman etmedi.
Ateşe atacakları zaman, İbrahim’deki (as) tevekkül ve hamd, bize örnektir. O, davetini yaparken sonunu asla düşünmedi. Allah’a teslimiyeti ile o kadar emindi ki Allah, ona yardım edecek, onu yalnız bırakmayacaktı. Allah, onu ateşten korudu ve bu teslimiyetinden dolayı derecesini yükseltip Halilullah yaptı: “(İbrahim’in tevhit davetine) kavminin cevabı, onu öldürün ya da yakın, sözünden başkası olmadı. Allah, onu ateşten kurtardı. Şüphesiz ki bunda, iman eden bir topluluk için (Allah’ın dostlarına yardım edip onlara destek olduğuna dair) ayetler vardır.” (29/Ankebut, 24).
İbrahim (as) ile birlikte bugüne kadar gelen 124 bin peygamber, tevhidi haykırdı. Allah’ın kendilerine verdiği görevi yerine getirmek için çilekeş bir hayat yaşadılar. Dışlandılar, kavimlerinin her türlü eziyetine maruz kaldılar, öldürüldüler, memleketlerinden kovuldular. Yine de davalarından vazgeçmediler. Gayretli olmaları, Allah’a tam bir teslimiyetle tevekkül etmeleri ve başlarına gelen iyi veya kötü ne varsa hamd etmeleri, onları bu yüksek makama getirmiştir. Allah yolunda en büyük gayretleri “cihat” idi. Cihadı sadece kıtal olarak ele almamak lazım. İlayıkelimetullah uğrunda her mücadele, cihattır. Kavmine ya da yaşadığın yerde insanlara tebliğ etmen, Allah’ın sana verdiği mülkten Allah yolunda harcaman, ömrünü Allah yolunda tüketmen yani kısacası İslam’ın hâkim olması için Kur’an ve sünnete uygun bir şekilde yaptığın her şey, cihattır. Ve bu aşamaların hedefi ise hâkimiyettir.
Peygamberlerin seyidi Hz. Muhammed’in (sav) Allah yolundaki gayreti, çilekeş hayatı, Allah’a hamdı, bize kıyamete kadar yol göstericidir. 23 seneye olağanüstü bir mücadele sığdırdı. Bu kısa zamana 27 gazve, 38 seriye ve birçok diplomatik ilişki sığdırdı. Kendisine eziyet ve her türlü hakaret ediliyor. Dava arkadaşları gözlerinin önünde işkence görüyor, o ve dava arkadaşları pes etmiyor ve bu yaşadıkları şeyler onların gayretlerini artırıyor, Allah’a tevekkül edip daha da güçleniyorlardı. Gayret etmek zorundalar, başka bir yolu yok. Tevekkül etmek zorundalar, başka bir yolu yok. Hamd ile Allah’a yönelmek zorundalar, başka bir yolu yok.
Müşriklerin işkencelerinden bunalmışlardı Müslümanlar. Habbap Bin Eret, “Ya Resulullah (sav), bu işkencelerden kurtulmamız için bize dua etmez misin?” dedi. Peygamberimiz (sav): “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki demir tarakla bütün derileri, etleri soyulup kazınırdı da bu işkence yine onları dinlerinden döndüremezdi. Testere ile tepelerinden ikiye bölünürlerdi de yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi. Allah, elbette bu işi (İslamiyet’i) tamamlayacaktır ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki hayvanına binip Sana’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir endişe duymayacaktır. Fakat siz, acele ediyorsunuz.” (Buhari).
İşte bu hayatlar, bize hayat veriyor. Nasıl mücadele etmemizi, nasıl gayretli olmamız gerektiğini, nasıl hamd etmemiz gerektiğini öğrenmiş oluyoruz. Allah’ın bizim için takdir ettiğini, yani kaderimizde başımıza gelecek olan her şeyi tam bir teslimiyetle kabul etmeliyiz. Önemli olan, verdiğimiz kararların (cüzi iradenin) Allah’ın hoşnut olacağı kararlar olması. Eğer kaderin şuurunda olmazsak birilerini sürekli suçlar ya da başka kavramların arkasına sığınırız.
Önce gayret, sonra teslimiyet ve o eylemin sonunda, sonucu ne olursa olsun, hamd etmek Müslüman’ın rotasıdır. Müslüman, sebeplere sarılarak Allah’a tevekkül (teslimiyet) edendir. Tevekkül eden adam, gayretli adamdır. Yüzmeyi biliyorsanız suyun üzerinde rahat bir şekilde durursunuz ve kendinizi suya teslim edersiniz. Eğer yüzmeyi bilmiyorsanız su, sizi derinlere çeker ve boğulursunuz, sonra cansız bedeniniz suyun üstüne çıkar. Yani demem o ki eğer Allah’a teslimiyet göstermezseniz kaderinizde boğulup gidersiniz. Ama eğer kader şuuruyla Allah’a teslimiyet gösterirseniz kaderinizin sonunda cennetin kapılarını aralarsınız Allah’ın izniyle.
Yazdıklarım önce kendi nefsime, sonra siz kardeşlerime…
Rüstem AYILMAZDIR