İslam’ın fert ve toplum açısından, İslam ümmeti tarafından gerçekleştirilmesini zorunlu kıldığı bir takım hedefleri vardır. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için belli yolların izlenmesi, belli bir süreçten geçilmesi ve belli bir takım prensiplere riayet edilmesi de kaçınılmazdır.
İslam’ın gözettiği hedefleri, İslam’ın öngördüğü ilke ve esaslara riayet etmek şartıyla gerçekleştirmeyi kendisine amaç edinmiş çalışmaya ‘İslami Çalışma’ adı verilebilir. Bu çalışmanın İslami olabilmesi için en önemli şartlardan bir tanesi de, bu çalışmanın izlediği yöntemin/metodun da “Nebevi” olmasıdır. Bu metot izlendiği ve buna göre hareket edildiği/çalışıldığı zaman, öngörülen hedefe ulaşılır ve bu uğurda yapılan çalışmalar da İbadet olur.
Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim’in bütün emir ve hükümlerini ve Resulullah (sav)’ın yüce sünnetini gereği gibi yaşayabilmek ve uygulayabilmek, İslam’ın bir devlet düzeni olarak Müslüman ümmet tarafından uygulamaya konulmasıyla mümkündür. Ancak İslam’ın egemen olduğu yerde huzur, sükûn ve rahatlık söz konusu olur. İslam’ın egemen olmadığı yerlerde ise ‘ölümden beter’ (Bakara, 2/191) ve ‘ölümden büyük’ olmakla nitelendirilen ‘fitne’ (Bakara, 2/217) var demektir. Allah’ın Müslümanlardan ümmet olarak gerçekleştirmelerini istediği hedef ise ‘fitnenin yeryüzünden kaldırılması ve dinin yalnızca Allah’ın olmasıdır.’ (Bakara, 2/193) Bunun için gerekli olan cihad ihmal edilirse yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat baş gösterir. (Enfal, 8/73)
İşaret ettiğimiz ayetler ‘fitne’nin mahiyeti hakkında bize yeterli bir fikir vermektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre belli bir coğrafyaya ya da bütün dünyaya egemen olan, eğer İslam değil cahiliye ise orada fitne vardır. Yani insanlar için, özellikle Müslümanlar için inançlarının gereklerini hür bir ortam içerisinde ve engellerle karşılaşmaksızın yerine getirmeye imkân bulunmaz.
NEBEVİ METODUN GEREĞİNİ VURGULAYAN AYETLER!..
Allah-u Teala, insanlık tarihi boyunca gönderdiği her peygamberi, itaat edilsin diye göndermiştir. (Nisa, 4/64) Dolayısıyla peygamberlere iman etmek onlara itaat etmeyi de kaçınılmaz kılmaktadır.
Nitekim Peygamber (sav) Efendimize de itaat etmek emri Allah’a itaat emri ile birlikte verilmiş bulunmaktadır:
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; peygambere itaat edin…” Nisa/59
“Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah’a itaat etmiştir…” Nisa/80
“De ki: “Allah’a itaat edin, peygambere de itaat edin… Eğer ona itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz…” Nur/54
“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min olan bir erkek ve mü’min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapıtmıştır.” Ahzab/36
Bu ve benzeri ayetlerin ifade ettiği ortak konu şudur; Müslüman için Resulullah’ın uygulamaları bağlayıcıdır. Resulullah (as)’ın herhangi bir konu ile ilgili sözlü, fiili ya da takriri bir sünneti varsa, Müslüman o hususta Resulullah’tan başkasını örnek almak, ondan başkasının izinden gitmek yetkisine sahip değildir.
“De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
“De ki: “Allah’a ve Resulüne itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez.” Al-i İmran/31–32
Bu iki ayette dikkat çekilen iki husus vardır:
1- Peygamberlere itaat, Allah’a itaat ile birlikte emredilmiştir.
2- Allah’a itaat için herhangi bir kayıt getirilmediği gibi, peygambere itaat için de herhangi bir kayıt getirilmemiştir.
3- Allah’a ya da Peygambere itaatten yüz çevirmek yani reddetmek küfrü gerektiren bir ameldir.
O bakımdan Müslüman için, her alanda, Allah’ın emir ve hükümlerini uygulayarak Allah’a; Resulü’nün izinden giderek, O’nun sünnetini izleyerek de Peygambere mutlak bir itaat ve teslimiyetten başka bir seçenek yoktur. Müslüman için her hususta Allah’ın Peygamberini örnek almak, onun örnekliğini tartışmasız kabul etmek, fazilet kabilinden bir davranış değil, imani ve vazgeçilmez bir görev, bir sorumluluktur:
“And olsun, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resulünde güzel bir örnek vardır.” Ahzab/21
Esasen bunun başka türlü olmasına da imkân yoktur. Çünkü insanlara doğruyu gösterebilmek, gerçek anlamıyla hidayete giden yolda önderlik edebilmek ancak peygamberlerin yapabileceği bir iştir. İnsanları şirk, zulüm, ahlaksızlık, fitne, sömürü ve inanç alanındaki sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkilerdeki bunalımlardan uzak bir düzeni gerçekleştirecek gerçek öncü, önder ve davetçiler, peygamberlerdir. Ve son peygamber bu bakımdan insanlar için kâmil bir rahmettir.
“Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik…” Enbiya/107
“… Bize bu dünyada da, ahirette de iyilik yaz, şüphesiz ki biz Sana yöneldik. Dedik ki: “Azabımı dilediğime isabet ettiririm, rahmetim ise her şeyi kapsamıştır onu korkup-sakınanlara, zekâtı verenlere ve bizim ayetlerimize iman edenlere yazacağım. Onlar, Ümmi peygambere (Resul) uyanlardır. Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılıdır ki O (peygamber) onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, saygı gösterip düşmanlarına karşı yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.” (A’raf, 7/156–157)
Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber’e(s.a.v.) tabi olmak, hayatın her alanında onun rehberliğini kabul etmek, onun izinden ayrılmamak, bütün insanlara ve özellikle de müminlere yönelik bir emirdir. Ona itaat etmemeyi, O’nun getirmiş olduğu sünnetlerin dışına çıkmayı haklı ya da mazur gösterebilecek herhangi bir gerekçe ileri sürülemez. Esasen Kur’an-ı Kerim şimdiye kadar işaret ettiğimiz bütün ayetlerinde ve değinemediğimiz birçok buyruğunda, Hz. Peygamberi her durumda izlemeyi emrettiği gibi, özellikle şu buyruğunda, gösterdiği yolun izlenmesinin emredildiğini görüyoruz. Çünkü diğer bütün yollar batıldır ve hepsinin ortak özelliği insanları haktan ayırıp hidayetten uzaklaştırmaktır.
“Bu benim dosdoğru olan yolumdur, şu halde ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak (başka) yollara uymayın. Bununla size tavsiye etti, umulur ki korkup-sakınırsınız.” (En’am, 6/153)
Bütün bu emirlerden yani Allah’ın yüce peygamberinin izinden gitmeyi mutlak olarak isteyen bu buyruklardan hayatın herhangi bir alanını, herhangi bir ilişki türünü, herhangi bir yaklaşım, tavır veya değerlendirmeyi istisna etmek, bu genel emirlerin kapsamı dışında görmek, kabul etmek ya da düşünmek mümin için mümkün değildir.
İslam’ı hâkim kılmak sürecinde izlenmesi gereken yolu, bu genel kuralın dışında tutmak da elbette mümkün değildir. İşte İslam’ı hâkim kılmak isterken uyulması gereken esas ve prensiplere, genel ifade ile ve kısaca ‘Nebevi Metod’ adını vermekteyiz.
NEBEVİ METODUN GEREĞİNİ VURGULAYAN HADİS-İ ŞERİFLER
Bilindiği gibi İslam dininin temel kaynakları, Kitap ve Sünnettir.
“Ben aranızda iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız sürece ebediyen sapmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Peygamber’in sünneti.” (Muvatta, Kader, nad. No:3)
Peygambere itaat, Allah’a itaat olarak ifade edilmektedir, Hz. Peygamber tarafından. Eğer onun sünnetine uymaz, her alanda onun uygulama ve direktiflerini yol göstericimiz olarak kabul etmezsek, bizler ona nasıl itaat edebileceğiz? Dolayısıyla Allah’a itaatimiz nasıl söz konusu olabilir?
Peygamber (as) esasen bütün yaptıkları ve uygulamalarıyla, Kur’an’a hiçbir şekilde ters düşemezdi. Böyle bir şey düşünülemez. Çünkü Hz. Aişe’nin deyimiyle ‘O’nun ahlakı Kur’an’dı.’ Ayrıca Kur’an’da da bu gerçek şu şekilde ifade edilmiştir: “Muhakkak sen çok büyük bir ahlak üzeresin.” ( Kalem/4)
“Büyük Ahlak Sahibi” bir peygamberin ümmeti olarak bizlerin, her alanda onun önderliğini kabul etmemiz kadar tabii ne olabilir? Bunun böyle olduğuna Müslüman bir kimsenin itiraz etmesi mümkün değildir. Peki, bu gerçek genel çerçevesiyle böyle kabul edilirken, Hz. Peygamber’in örnek alınması gereken alanlardan “fakat en önemlilerinden biri” olan İslam’ı hayata hâkim kılma sürecinde başka yol ve yöntemlerin Müslüman’ın hatırına gelmesi ne derece mantıklı görülebilir? Kur’an ve Sünnetin dışında kalan düzen, rejim ve sistemlerden alınma yöntemlerle İslam’ı hâkim kılmak istemek, baştan beri kaydettiğimiz ve benzeri birçok ayet ve hadislerle nasıl bağdaştırılabilir?
VAHYİN İNDİRİLİŞİ NASIL RABBANİ İSE, ONUN METODU DA RABBANİDİR!..
Her peygambere indirilen vahyi değiştirmek nasıl mümkün değil ya da ne derece günahsa, aynı şekilde, bu ilahi vahyi insanlara götürme yol ve yöntemini de değiştirmeye kalkışmak aynı derecede günahı gerektirir. Zaten hiçbir peygamber, bu metodun dışına çıkmamıştır. (Hz. Yunus hariç! O da hemen yanlışlığını anlayarak tevbe etmiş, Allah da O’nun tevbesini kabul etmiştir.)
Bu peygamberlerden Hz. Nuh (as) ile Hz. İbrahim (as)’ın tevhid mücadelelerine ve şirkle ve müşriklerle uzlaşmama mücadelelerine kısaca değindikten sonra son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın mücadelesine biraz daha geniş değinerek bugünkü konuya gelmek istiyorum.
Tağuti sistemlerin, İslami hareketleri devre dışı bırakmak, asıl mecrasından saptırmak için başvurdukları en sinsi tuzak ‘uzlaşma’ tuzağıdır. Bu nedenle uzlaşmacılık, çabuk yorulan, umutsuzluğa düşen, uzun soluklu mücadeleyi göze alamayan ve dolayısıyla tevhidi mücadeleyi gereği gibi kavrayamayanların kolaylıkla içine düştükleri bir tuzak olarak karşımıza çıkmaktadır. Uzlaşma ortak noktada buluşmadır; yani tarafların aralarındaki inanç, düşünce ya da menfaat farklılığını, karşılıklı tavizlerle gidererek uyuşmaktır. İlk etapta, biz taviz vermişsek, karşı taraftan da taviz aldık düşüncesi kulağa hoş gelmektedir. Oysa uzlaşma; düşüncelerde, değerlerde, ölçülerde, prensiplerde, sosyal ve siyasal tavırlarda çöküş içine girmektir. Uzlaşma, ilkesizliktir; olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamaktır. Uzlaşma, tevhidi mücadeleden ve tevhidi ilkelerden taviz vermektir. Uzlaşma, tevhidi/akidevi anlamda olmazsa olmazları pazarlık konusu yapmaktır. Peki, İslam’da bunun karşılığı var mıdır? Peygamber Efendimiz ya da Kur’an’da zikri geçen diğer peygamberler, kendi dönemlerindeki despotik ve oligarşik güçlere karşı verdikleri tevhidi mücadelede, bu oligarşik güçlerle, bu anlamda taviz vererek uzlaşmışlar mıdır?
Şirk sistemleri içerisinde mücadele veren Müslümanlar için bu soruların cevapları önemlidir. Çünkü tevhidi mücadelede, Müslümanlar için öncü ve örnek alınacak şahsiyetler Peygamberlerdir. Peygambere/lere tabi olmak, onu/ları örnek almak da bunu gerektirir. Kur’an-ı Kerim’de, ‘O’nun hayatında sizin için güzel örneklik vardır’ (Ahzab, 33/21) ayetinin anlamı bu değil midir? Yani bizler Müslümanlar olarak dinimizi ve dinimizin emirlerini, uygulanış şekillerini peygamberlerden öğrendiğimize göre, tevhid mücadelesini de onlardan almamız gerekmez mi? Merhum Şehid Seyyid Kutub’un deyimiyle ‘Kur’an’ın indirilişi nasıl Rabbani ise, O’nun insanlara anlatılış ve götürülüş tarzı da Rabbani” değil midir? Bu çerçevede Kur’an-ı Kerim’de ismi ve mücadelesi geçen peygamberlere baktığımızda, hiçbir peygamberin içinde yaşadığı şirk sistemiyle uzlaştığını görmemiz mümkün değildir.
Hz. Nuh (as) 950 senelik mücadelesinde (Ankebut, 29/14), gece-gündüz demeden ve müşriklerin bütün olumsuz tavır ve saldırılarına rağmen bıkmadan, usanmadan ve uzlaşmadan davet mücadelesini tavizsiz ve uzlaşmasız bir şekilde devam ettirmiştir. Hz. Nuh’un çok uzun denebilecek bu tevhid mücadelesinde, kendisine iman edenlerin sayısının çok az olmasına (Hud, 11/41) aldırmadan, ilahi mesajı, eğmeden, bükmeden insanlara tebliğ etmekten geri kalmamıştır. Üstelik bu iman etmeyenlerin arasında öz oğlu ve karısı da bulunmaktaydı. Bu, Hz. Nuh (as) için bir nakısa mıdır? Elbette ki, hayır! Çünkü Hz. Nuh (as)’ın üzerine düşen görev, sorumluluğunu/mükellefiyetini yerine getirmekti; O’da, bu davet/tebliğ sorumluluğunu hakkıyla yerine getirmiştir. Bu nedenledir ki, bu olumsuzlukların hiçbirisi, Hz. Nuh (as)’ı, emrolunduğu şekildeki davet mücadelesine devam etmekten alıkoymamış ve davetteki yöntemini/metodunu değiştirmeye yöneltmemiştir. Baba şefkati ile oğluna karşı yumuşamaya başladığı anda bile, Allah (cc) tarafından, “cahillerden olma” diye peygamberi ikaz edilmiştir. Hz. Nuh (as) davetini, dosdoğru, emrolunduğu şekilde, Rabbinden ‘artık iman edenlerden başkası iman etmeyecektir’ (Hud, 11/36) deyince kadar ara vermeden 950 sene sürdürmüştür. Aynı mücadele azmini ve kararlılığını Hz. İbrahim (as) dâhil diğer bütün peygamberlerde de görmekteyiz. Bir putçu babanın oğlu olarak dünyaya gelen Hz. İbrahim (as), tevhid mücadelesini, başta putçu baba olmak üzere, bütün kavmine karşı aynı yöntemle vermiştir. Bu yöntemi/metodu değiştirme, biraz gevşetme, taviz vererek mücadelesini ertelemeyi aklına bile getirmemiştir. Sürdürdüğü bu metod sıkıntılara, eziyetlere vesile olmuş, lakin o hiçbir zaman küfür ile şirk ile uyuşma veya uzlaşmayı düşünmemiştir. Ateşe atılmış, babasından, ailesinden ve kavminden uzaklaşmak zorunda bırakılmış, ölümle ve öldürülmekle tehdit edilmiş olduğu halde, davetini terk etmemiş, içinde yaşadığı şirk sistemi ile uyuşmamış ve uzlaşmamıştır. Kur’an’ın tabiriyle ‘tek başına bir ümmet’ olarak insanları tek ilah olan Allah’a ibadet etmeye, ömrü son buluncaya kadar devam etmiştir.
Son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın mücadelesine bakıldığında, tevhidi mücadeledeki netlik ve uzlaşmazlık daha açık ve daha ayrıntılı bir şekilde görülmektedir. Hz. Peygamberin ilk yıllarında, Mekke’nin müşrik önderleri, nasıl olsa, kısa bir süre sonra bıkar ve bu davet devam etmez ve dolayısıyla Muhammed de unutulur gider diye düşünmekteydiler. Ancak bekledikleri gibi olmadı, hatta İslâmî tebliğ ve faaliyet giderek daha da güçlenmeye başladı; artık her evde İslam konuşulur olmaya başladı. Bu durum, Mekkeli müşrikleri çileden çıkarmıştı. Bu nedenle, başta Mekkeliler olmak üzere insanların Muhammed (as)’a gitmelerini engellemek ve Hz. Muhammed (as)’ı yalnızlaştırmak için, çeşitli çareler düşünmeye başladılar. Bu çarelerin başında da, her şirk önderinin yaptığı gibi, Peygamber (as)’ı yalnızlaştırmanın yanında kendisiyle birlikte olanları vazgeçirmek için baskı, şiddet ve işkenceye başvurdular. Bu amaçla, önce Hz. Peygamber’in deli, şair, sihirbaz olduğunu söylemeye ve yaymaya başladılar. Bu, tutmayınca işkence, baskı ve tehditlere koyuldular. Hiçbir baskı ve tehdit Allah Resulü’nü yıldırmadığını ve davetine engel olmadığını görünce, daha sinsi tuzaklara başvurdular. Bu tuzakların başında ise, Peygamber’le uzlaşma yolları aramak gelmekteydi. Bu uzlaşma teklifleriyle, Resul’ün daha yumuşak bir tutum içine girmesi, tanrılarına ve kutsal kabul ettikleri şeylere saygılı olması, kendilerine hoşgörü ile davranması, siyasî karar alma mekanizmalarına (Dâru’n-Nedve’ye/millet meclislerine) ve çıkan kararlara itaat etmesi ya da en azından ses çıkarmaması amaçlanmaktaydı.
Kureyş müşrikleri işe önce, Hz. Peygamber (as)’ı himaye eden Ebu Talib’e baskı yapmakla başladılar. Bu amaçla da Mekke’nin müşrik önderleri, bir heyet halinde Ebu Talib’e giderek şöyle dediler: “Ey Ebu Talip, yeğenin Tanrılarımıza küfrediyor, dinimizi aşağılıyor, fikirlerimizi saçmalık olarak nitelendiriyor, geçmiş atalarımızı sapıklıkla suçluyor. Ya onu bu işten vazgeçirirsin, ya da aramızdan çekilirsin. Çünkü sen, ona karşı bizden farklı bir konumdasın. Aksi takdirde biz O’nun hakkından geliriz.” Ebu Talip, onlara yumuşak sözler söyleyerek öfkelerinin giderilmesini sağladı.
Hz. Peygamber (as), bu ve benzeri baskılara rağmen davetinden vazgeçmemiş, insanları tevhidi ilkelere inanmaya ve bu ilkelere uygun olarak yaşamaya davet etmişti. Kureyş’liler, baskı ve tehditlerinin işe yaramadığını görünce, tekrar bir heyet halinde Ebu Talib’e giderek savaş tehdidinde bulundular: “Ey Ebu Talib, sen yaşlı başlı bir insansın. Aramızda saygın bir yerin var. Bundan önce yeğenini yaptıklarından vazgeçirmeni istemiştik, ama sen O’na engel olamadın. Vallahi artık, atalarımıza küfredilmesine, fikirlerimizin saçmalık olarak nitelendirilmesine, tanrılarımıza hakaret edilmesine katlanamayız. Ya O’na engel olursun, ya da iki gruptan biri helak olana kadar seninle ve onunla her türlü ilişkimizi keseriz” dediler. Kavminin kendisini terk etmesi, düşmanlığını ilan etmesi, Ebu Talib’e ağır gelmişti. Ama yeğeni Hz. Muhammed (as)’ı onlara teslim etmeye veya O’na verdiği desteği çekmeye de gönlü razı değildi. Ancak, durum çok ciddiydi; hemen Peygamberimizi çağırıp kendisine şöyle dedi: “Ey Yeğenim, senin kavmin gelip bana şöyle şöyle diyor (Kureyşlilerin kendisine söyledikleri sözleri bir bir anlattı.) Bana ve kendine acı. Altından kalkamayacağım bir yükün altına salma beni!” Bunun üzerine Peygamber Efendimiz amcasının kendisine karşı tutum değiştirdiğini, kendisine verdiği desteği çekeceğini, kendisini Kureyşlilere teslim edeceğini, artık kendisine yardım edecek gücünün kalmadığını sanarak amcasına şu karşılığı verdi: “Amcacığım, Vallahi bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler de, yine de vazgeçmem. Allah bu dini üstün getirene veya ben bu uğurda ölene kadar bir an bile mücadeleden geri kalmam.” Daha sonra Peygamberimiz duygulandı ve ağlamaya başladı ve gitmek üzere ayağa kalktı. Tam gidecekken Ebu Talip; Peygamberimizi çağırdı. Peygamberimiz dönünce, Ebu Talip şöyle dedi: “Git istediğini konuş. Vallahi seni asla kimseye teslim etmeyeceğim.”
Kureyş müşriklerinin Ebu Talib’e yönelik baskısı devam ediyordu. Yine yapılan bir baskıdan sonra, Ebu Talib, Hz. Peygamber’i (s.a) yanına çağırarak ona “Ey yeğenim! Kavmimizin ileri gelenleri bana geldiler. Onlar, aranızda adilane bir anlaşmanın olup, bu çekişmezliğin sona ermesini istiyorlar” dedi ve sonra Kureyşlilerin teklifini kendisine iletti. Hz. Peygamber (s.a.) ise amcasına şöyle cevap verdi: “Ey amcacığım! Ben onlara öyle bir kelimeyi kabul ettirmeye çalışıyorum ki, bu kelimeyi kabul ettikleri takdirde, onlara sadece Araplar değil, tüm dünya tabi olur.” Kureyş heyetine Hz. Peygamber’in (s.a.) bu cevabı iletilince, “Biz bir kelime değil, bin kelime bile söylemeye razıyız. Ama o kelime nedir?” dediler. Hz. Resulullah (s.a) “O kelime, la ilahe illallah’tır.” diye cevap verdi. Bu cevabı duyar duymaz, ayetlerde de belirtildiği gibi ‘bak bak, Muhammed bütün ilahları tek ilah yapıyor, gidin sizden istenen kendi ilahlarınıza ibadet etmeye devam etmektir’ şeklinde söylenerek çıkıp gittiler.
Kureyşli müşrikler, Ebu Talib’e yaptıkları baskılara rağmen, Hz. Peygamberin davetine engel olamadılar. Bu sefer doğrudan Hz. Peygamber ile görüşmek ve O’nunla uzlaşmanın yollarını aradılar. Bu çerçevede, Kureyş’in ileri gelenlerinden Utbe b. Rebia Hz. Peygamber (as) ile ilk görüşmeyi yaparak şu tekliflerde bulundu:
“Yeğenim, şu başlattığın işin maksadı mal ve mülk toplamaksa biz sana o kadar mal ve mülk vereceğiz ki, sen aramızda en zengin ve en varlıklı kişi olacaksın. Eğer büyük olmak ve iktidar elde etmek istiyorsan biz seni reisimiz yaparız. Hiçbir işimizi sana danışmadan yapmayız. Hiçbir sözünden çıkmayız. Yok, eğer kral olmak istiyorsan ona da razıyız. Biz seni kralımız olarak seçeriz. Yok, eğer sana cinler geliyorsa ve sen de onları kovacak güce sahip değilsen, sen uyurken veya uyanıkken rüya görüyorsan en iyi tabip ve hekimleri çağırırız, onlar seni tedavi ederler.” Utbe sözlerini bitirdikten sonra Resulullah: “O zaman şimdi beni dinleyiniz” dedi ve besmele okuyarak Fussilet Suresini okumaya başladı, 38. ayete gelince secde etti, daha sonra başını kaldırarak şöyle dedi: Ebu’l-Velid, cevabımın ne olduğunu duydunuz. Bundan sonrasını siz bilirsiniz.” Utbe oradan kalkıp Kureyşli kabile reislerine doğru yönelince arkadaşları aralarında, “Vallahi Utbe’nin yüzü değişmiştir. Utbe bizden gittiği yüzle gelmiyor” dediler ve yanlarına gelince de Hz. Peygamber (a.s.)’in ne dediğini sordular. Utbe kendilerine şöyle dedi: “Allah aşkına ben bundan evvel böyle bir kelâm dinlememiştim. Vallahi billahi, bu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehanet. Ey Kureyşliler, beni dinleyin ve bu adamı rahat bırakın. Bana öyle geliyor ki, onun söyledikleri yankı yapacaktır. Faraza, Araplar ona (Hz. Muhammed’e) galip gelirse, siz kendi akrabanıza el kaldırmaktan kurtulacaksınız ve başkaları onun işini bitirmiş olacaktır. Fakat eğer o Araplara galip gelirse onun krallığı sizin krallığınız ve onun şerefi sizin şerefiniz olacaktır.” Kureyşliler onun böyle konuştuğunu işitince, “Vallahi Ebu’l-Velid, o (Hz. Peygamber) seni de büyüledi” dediler. Utbe cevap verdi: “Vallahi, ne yaparsanız yapın, ben size fikrimi söyledim.”
Uzlaşma teklifleri bitmiyordu, arka arkaya, içinde çeşitli ve sinsi tuzakları da barındırarak devam ediyordu. Alay, iftira, karalama, işkence, uzlaşma teklifleri birbirini takip ediyordu. Ancak, hiçbiri kâr etmiyor ve ne Muhammed (as) davasından vazgeçiyor ve bu konuda en ufak bir taviz vermeye yanaşıyor, ne de müşrikler Tevhid’i önlemek için ellerinden geleni yapmaktan vazgeçiyorlardı. Tarih boyunca süren Tevhid ve Şirk mücadelesi bu kez de yine en keskin biçimde Mekke topraklarında cereyan ediyordu.
Hz. Resul, kendisine teklif edilen tüm makam, mevki, ün, kadın ve servet gibi dünya hayatının geçimliklerini reddetmiş ve müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştı. Müşrikler bu kez yeni tekliflerle geldiler Resul-i Ekrem’e:
“Ya Muhammed, gel biz senin ibadet ettiğine ibadet edelim, sen de bizim ibadet ettiğimize ibadet et; bu ibadet işinde ortaklaşalım. Eğer, senin ibadet ettiğin bizim ibadet ettiklerimizden daha hayırlı ise, biz ondan nasibimizi almış oluruz; yok, bizim ibadet ettiklerimiz daha hayırlı ise, sen de ondan nasibini almış olursun” dediler.
Bunun üzerine yüce Allah, bu konuda kesin ve son emri için şu ayetleri indirdi: “Ey Muhammed de ki: ‘”Ey kâfirler. Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim de dinim bana.” (Kâfirun suresi 1–6)
Hz. MUHAMMED (AS) MÜŞRİKLERLE ASLA UZLAŞMAMIŞTIR?
Son Peygamber dâhil Kur’an’da zikri geçen diğer bütün peygamberler, bütün zorluklara, kendilerine yönelik saldırılara ve işkencelere rağmen, hiçbirisi hiç bir zaman İslâm’ın ilkelerini pazarlık konusu yapmamış, müşriklerle uzlaşmaya yanaşmamıştır. Bu konuda en ayrıntılı örneği son peygamber Hz. Muhammed (as)’ın hayatında görmek mümkündür. Mekke’de zulmün, vahşet ve işkencelerin tarihe kara bir leke olarak geçtiği o karanlık dönemde, hem kendisine, hem de mü’minlere insanlık dışı baskı ve işkence yapılırken, işkenceleri durdurmak ya da biraz olsun hafifletmek için bile tevhidden ve ilkelerinden en küçük bir taviz dahi vermemiştir. Mekke’nin müşrik önderlerine, müstekbirleşen yöneticilerine, zenginlikle şımaran siyasi zorbalara karşı iletilmesi gereken ilahi mesajı gizlemeye, çarpıtmaya yeltenmemiş, putları ve putçuları övecek tavır kesinlikle sergilememiştir. Kendisinin ve mü’minlerin hayatı pahasına, işkencelere, boykotlara rağmen, kimseden çekinmeden, sözlerini eğmeden, bükmeden, müşrik önderlerini hoşuna gitmese de Kur’an’ı ve Allah’ın hükümlerini, açık ve net bir şekilde insanlara tebliğ etmiştir.
Tevhidi tebliğin önderi Hz. Peygamber (as), ihtiyacı olduğu zamanlarda da müşriklerden yardım kabul etmemiştir. Hz. Peygamber (as), “Bedir’e doğru giderken cesareti ve kahramanlığıyla ün yapmış bir müşrik Resulullah’ın yanına geldi ve “Sana tabi olmak ve seninle birlikte yara almak istiyorum” dedi. Resulullah ise: “Allah’a ve Resulüne inanıyor musun?” diye sorunca yardıma gelen müşrik: “Hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine yüce Resulullah: “Öyleyse geri dön. Ben bir müşrikten yardım almam” diye buyurdu. Bu müşrikin yardıma gelmesi ilk anda Ashab arasında sevinç yaratmıştı oysa. Hadisi rivayet eden Hz. Aişe (R.Anha) daha sonraları şunları anlatıyor: Adam gitti, bir ağacın yanına vardığımızda yine geldi ve aynı teklifi yaptı; Resulullah da aynı cevabı verdi. Resulullah, Beyda taraflarına varınca yine geldi ve yine aynı cevabı alınca bu sefer “Evet, inanıyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Resulullah: “O halde yürü” diye buyurdu.
Aynı türden bir başka örnek ise; Hubayb b. Abdurrahman, o da babasından, o da kendi babasından: “Resulullah bir sefere çıkacakken kavmimden olan bir adamla yanına gittik ve kendisiyle birlikte savaşa katılmak istediğimizi bildirdik. O da: “Müslüman oldunuz mu?” diye sordu. Biz ise “Hayır” cevabını verdik. Bunun üzerine Resulullah şöyle buyurdu: “Biz müşriklere karşı müşriklerden yardım almayız.” Sonra biz Müslüman olduk ve savaşa katıldık.”
Her iki olay bize önemli gerçekleri anlatmaktadır. Bedir’e çıkmakta olan Resulullah çevresinde kahramanlığı ve cesaretiyle ün yapmış bir müşrikin yardım teklifini “Allah’a ve Resulüne iman etmediği” için kabul etmiyor. Hâlbuki Ashab moral yönü ile bu yardım teklifini olumlu karşılamışlardı. Ancak peygamber neyin uğrunda savaştığını şüphesiz Ashab’tan da iyi bilmektedir. Böyle kritik bir dönemde Müslümanlarla müşrikler arasında bir takım dostluklar, yardımlaşmalar kurulursa bu tevhidin insan hayatındaki kurumlaşma mücadelesine ilerde köstek teşkil edecek, savaşta kurulan ittifaklar giderek duygusal yakınlaşmalara, düşünce beraberliklerine ve hatta pratik uzlaşmalara da yol açacaktır. Oysa İslam’ın yeryüzüne kavgasını vermenin asıl amacı, şirki, düşünce ve kurumlarıyla tamamen söküp atmaktadır. Bunun için de kesin ve açık bir tavır gereklidir. Şartlar ne olursa olsun müşriklerle kurulacak bir ittifak, dinin pratikte gerçekleştirmek istediği hedeflerle bağdaşmamaktadır.
Bu iki olay ve benzeri diğer olaylar da bize göstermektedir ki, İslami mücadele sürecinde müşriklerle her türlü ittifakın Resulullah tarafından uygun görülmediği, bundan şiddetle kaçındığı gerçeğinin böylesine açık naslarla belgelenmiş olmasıdır. Kaldı ki Resulullah bir başka Hadis-i Şerifi’nde açıkça “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız” diye emretmiştir. (Nesai, K. 48, B. 52)
Yukarıdan beri anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, son Peygamber (as) dahil hiçbir peygamber’in tevhid mücadelesinde, kendi çağının müşrik önderleriyle uzlaştığına dair hiçbir emare bulunmamaktadır. Tersine, uzlaşmama noktasında, hem İlahi vahiyde, hem de peygamberlerin uygulamalarında kesin talimatlar ve uygulamalar vardır. Bu da bize gösteriyor ki, tevhid ile şirkin, küfür ile imanın, mü’min ile kâfirin, muvahhid ile müşrikin, uzlaşı içerisinde bir arada yaşaması asla söz konusu değildir. Bu, konjonktürel ya da içtihadla değiştirilebilecek bir durum da değildir. Çünkü İslam’da, tevhid ile şirk arasında uzlaşma veya orta çözüm yoktur. Ancak, Hak veya batıl, hayır veya şer, doğru veya yanlış, hidayet veya dalalet, nur veya karanlık, adalet veya zulüm birbirinden ayrı ve birbirine zıt olarak varlıklarını sürdürebilirler.
Merhum Şehid Seyyid Kutub’un deyimiyle, “Hiç şüphesiz tevhid bir sistem, şirk ayrı bir sistemdir. Bunlar asla buluşup birleşemez. Tevhid, insanı bütün bir varlıkla birlikte ortağı olmayan tek Allah’a yöneltir. İnsanların inanç sistemlerini ve hukuklarını, değerlerini ve ölçülerini, eğitim ve ahlâkını, hayat ve varlıkla ilgili tüm düşüncelerini kendisinden alacağı kaynağı belirler. Mü’minin kendisinden alacağı bu kaynak Allah’tır, sadece Allah, ortaksız olarak Allah. Bu nedenle müminin hayatı bütünüyle bu ilke üzerinde kuruludur. Gizli ve açık hiçbir şekilde şirkle karışamaz. Yolunun tüm aşamalarında böyledir. Böyle net bir ayrılık, hem davet edenler için bir zorunluluk, hem de davet edilenler için bir zorunluluktur… Hiç şüphesiz cahiliyye cahiliyyedir, İslam da İslam. Aralarında derin farklar vardır. Tek çare bütünüyle cahiliyeden sıyrılmak ve yine bütünüyle İslam’a girmektir… Yama yapmak yok. Orta yolda çözüm arama yok. Yolun ortasında buluşma yok. Cahiliyye istediği kadar İslam kılığına bürünsün. İstediği kadar İslam’ın adını kullansın… Öyle ise bu tam bir uzaklaşma, kesin bir ayrılık ve apaçık bir karşı tavırdır. “Sizin dininiz size benim dinim bana.”
Peygamberler ve onların verdikleri mücadeleler bizlere örnek olduğuna göre, (Ahzab, 33/21; Mümtehine, 60/4) bizler de, İslam’ı hayata hâkim kılma mücadele şeklini ve yöntemini, bu örneklikler doğrultusunda yeniden gözden geçirmemiz gerekmez mi? İslam’ın egemen olmadığı sistemlerde yaşayan Müslümanların, tevhidi tebliğin önderlerinin bu örnekliklerini dikkate almadan, konjonktürel ya da içtihadi bir takım yöntemler belirlemeleri ne kadar İslami olacaktır? Mücadele şeklimizi bu çerçevede yeniden dizayn etmek ve konumumuzu da buna göre yeniden tanzim etmek durumundayız.
Netice olarak, son Peygamber Hz. Muhammed (as)’ın tevhid mücadelesi tercihimize bırakılmış, uysak da olur uymasak da olur türünde bir örneklik değildir; tersine mutlaka uymamız gereken bir örnekliktir. Dolayısıyla son günlerde yoğun olarak gündemimizi meşgul eden anayasa değişikliği ve müşriklerle ya da şirk sistemleriyle ilişkilerimizi de, bu örneklik çerçevesinde yeniden gözden geçirmek gerektiği kanaatindeyiz.
İSLAM’DA HÜKÜM DE, HAKİMİYET DE ALLAH’INDIR!..
Kanun ya da hüküm koyma hakkı kime ait bir haktır; halka, yani halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentolara mı, yoksa Allah’a mı ait olmalıdır. İşte beşeri sistemlerle, ilahi vahyi esas olan İslami sistem arasındaki temel fark buradan kaynaklanmaktadır. Bu farkın giderilmesi ya da arada bir noktada uzlaşılması da mümkün değildir. Çünkü hüküm ve hâkimiyet, Rabb’lıkla ve ilah’lıkla ilgili bir konudur. Yani kim hüküm koyuyor ve hâkimiyet hakkını da kendisine ait olduğunu söylüyorsa, o ilah’lık ve Rabb’lık iddiasında bulunuyor demektir. Kur’an-ı Kerim de, İslami ve cahili olmak üzere iki tür hâkimiyetin olduğundan bahsedilir. Nitekim bir ayette: “Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir? (Maide, 5/50) buyurulmak suretiyle, hüküm hakkının sadece Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. Bir kişi, ya Allah’ın hükmünü ya da cahiliyenin hükmünü kabul eder; tercih kendisine aittir. Ancak ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin, Allah’ın hükmünden başka bir hükmü tercih etme hakkı yoktur.
Hüküm Allah’ındır; İslam’a göre şekillenmiş ve her türlü değer yargısını İslam’a göre belirlemiş olan bir toplum, bu hükümden başka bir hüküm asla kabul edemez. Çünkü hüküm koymak, Allah’a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı ve yetkisi yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması da mümkün değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez. Nitekim bir ayette; “Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz” (Kehf, 18/26) buyurulmaktadır. İslam’da Hâkimiyet de kayıtsız şartsız yalnızca Allah’a aittir. Bu, İslam akidesinin temel bir gereği ve sonucudur.
Hiç kimse, Allah’a ve Resulüne rağmen hüküm koyamaz. Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, kadın ve erkek hiçbir mü’minin o konuda başka bir hükmü tercih etme hakkı da yoktur. (Ahzab, 33/36) İhtilaflarda çözüm için başvurulacak yegâne mercii de, yine Allah ve Resulüdür. (Nisa, 4/59) Bu ihtilaflarda Resulün verdiği bir hükme, içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, teslim olunmadığı takdirde, iman etmiş de olunmaz. (Nisa, 4/65) Allah’u Teâlâ bir ayette –ve benzeri diğer ayetlerde- bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisine ait olduğunu dile getirmektedir. “Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf, 12/40) Bir başka ayet-i kerimede de Allah’ın izin vermediği konularda kanun koymanın şirk ve bu şekilde kanun yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah’a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz. (Şura, 42/21)
İslam, hayatı çepeçevre kuşatan bir dindir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamış ve başıboş da bırakılmamıştır. Hayatın her alanını düzenleyen ya bir ayet, ya bir hadis ya da ayet ve hadise uygun bir içtihadi hüküm söz konusudur. Bilindiği gibi, içtihad, hakkında nas (Ayet ve Hadis) bulunmayan konularda yapılır. İçtihad, keyfi olarak, kendi heva ve hevesine göre yapılmaz. Dolayısıyla, yapılan içtihad mutlaka ayet ve hadisin ruhuna uygun olmalı ve ters olmamalıdır. İslam’da, kanun/hüküm koyucu sadece ve sadece Allah’tır. (Yusuf, 12/40) Hiç kimse, Allah’a rağmen, kendi heva ve hevesinde kanun koyma hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü kanun koymak ve hâkimiyet sahibi olmak ulûhiyetle ilgilidir. Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışanlar ilahlığa soyunmuş demektirler, ama sahte ilahlığa! Ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışması mümkün olmadığı gibi, böyle yapanlarla birlikte olması, onları kabul etmesi ve desteklemesi de söz konusu olamaz. Çünkü böyle yapmanın şirk olacağını, şirkin de, sahibini cehenneme götüreceğini bilir.