Ümmet şuuru, bencil cahili sistemlere karşı fıtratı ayakta tutmaktır. İnsan fıtratı, birlik olma kodları ile yaratılmıştır. Küçük olmak, küçük düşünceli şer düşüncelere aittir ve bu küçük akıllar, ulusçuluk fikri dışına çıkmamışlardır. Ürettikleri büyük devletler, farklı insan topluluklarını adilce muhafaza etmek için değil, zulüm ve tek ırk üstünlüğü üzerinden inşa edilmiştir. Ümmet olabilmek, onların ne inançlarında ne de ideallerinde yer tutamayacak kadar güçlü bağlara muhtaçtır. Bu bağ, ancak tevhid ilkesi ile neşv-u nema bulur. Tek olan Allah’ın emri altında, bütün iman ehli bir millet olur.
Ümmeti, ulusçuluğa indirgemek için yüzyıllarca uğraş veren Batı, bu büyük gücü farklı ifsatlar ile perdelemiştir. Kur’an’dan ve sünnet-i seniyye’den uzaklaşan İslâm toplumu, ulusçuluğa zorla ve kerhen uydurulmuş, zamanla onların evlatları ümmet şuurundan bihaber kalmışlardır. Uzun eğitimler, asimilasyonlar, yozlaştırıcı yaşam empozesi ile ırk üstünlüğü, sınır kutsallığı benimsetilmiştir. Bunu aşmanın tek çaresi, Kur’an’ın belirlediği istikamette yeniden ümmet şuuru aşılamaktır. Cesaret isteyen bu başkaldırı olmadan, ümmet şuuru tekrar şuurlarda yer alamayacaktır.
Yeryüzünde insanlık, İslâm ümmeti ve diğerleri olmak üzere iki toplumdan oluşur. Her iki ümmetin kendine has imanları, inanışları, değerleri ve kavram özellikleri vardır. İslâm ümmetinde, tevhid çatısı altında oluşmuş rabbanî iman ve değerler üzerine kurulu inanç ve yaşam kuralları varken; diğerlerinde, heva ve heveslerin veya tahrif olmuş ilim ve fıtrat üzere oluşmuş inanç ve onun yansıması olan yaşam şekilleri vardır.
İslâm ümmetini anlatabilmek için; önce İslâm bayrağı altında toplanılması, onun değer yargılarının benimsenmesi, sınırları aşıp İslâm coğrafyasının bir görülmesi gerekir. Irkçı söylemler, ulusalcı sınırlar, cahili sistemlerin insanlığa sunmuş olduğu gayri insani akidevi oluşumlardır. İnsanı değerli kılmayan her anlayış, İslâm ümmetinin zıddıdır ve reddedilmiş batıl ümmetlerdir. Rabbimizin, “And olsun ki onların hevalarına uyacak olursan…” buyruğu, heva ehli toplumların “heva ehli” olduğuna ve sapmalarına taraftar bulabilmek için mücadele ettiklerine örnek bir ayettir. Bu sapmaların bir hedefi de iman ehlini hak yoldan saptırma gayretleridir. Buna karşın, İslam ümmetinin, inancından taviz vermeyeceğini bildiren bariz ayetler vardır: “Böylece sizi, orta yolu benimseyen bir ümmet yaptık ki insanlara örnek olasınız ve Peygamber de size örnek olsun” (Bakara, 143).
Ümmet bilincinin açıkça dile getirildiği ayette, ümmetin her bir ferdinin görevinin olduğu vurgulanmış ve bu görev, tek beden gibi kendi toplumunda ve dünyada hakkı ayakta tutmaktır. Ayet ile ilgili Seyyid Kutub, tefsirinde şöyle der:
Bu ümmet, bütün insanlığa örnek olan orta yolu benimsemiş bir ümmettir…
Bu ümmet, böylece bütün insanlığa örnek olurken kendi örneği de Allah Resulü olacaktır. Buna göre Peygamber, onun kriterlerini, değer yargılarını belirleyecek, davranışlarını ve geleneklerini hükme bağlayacak, yaptığı her işi tartıya vurarak onun hakkında son sözü söyleyecektir…
Düşünce ve inanç alanlarında “vasat (orta yolu benimseyen) bir ümmet”. Yani ne maddeden soyutlanmış bir maneviyatçılık ne de maddeyi tek gerçek olarak gören materyalizm gibi dengesiz bir aşırılığa girmez…
Sosyal düzenleme ve koordinasyon alanında “vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet”. Yani, hayatı tümü ile ne duygulara ve içgüdülere ve ne de kanunlara ve cezalara bırakır…
Dünyada, yeryüzünün göbeğinde ve yerkürenin orta kuşağındaki fonksiyonu itibariyle “vasat (orta yolu benimseyen) bir ümmet”! Toprakları üzerinde İslâm’ın egemen olduğu bu ümmet, uzun yüzyıllardan beri şu ana kadar yeryüzünün Doğusu ile Batısı, Güneyi ile Kuzeyi arasında bir köprü durumundadır…
Zaman perspektifi konusunda “vasat (orta yolu benimsemiş) bir ümmet”!
Böyle bir görevi ve rolü omuzlarında taşıyan bir ümmetin birtakım sıkıntılara katlanması, birtakım fedakârlıklarda bulunması, son derece normaldir. Çünkü önderliğin kendine özgü yükümlülükleri, öncülüğün kaçınılmaz sıkıntıları vardır. Onun için bu ümmetin, yüce Allah’a içten bağlılığın ve ilâhi önderliğe kayıtsız şartsız itaatkâr olmaya hazır olduğunun kesinlikle kanıtlanması için görevine atılmadan önce sınavdan geçirilerek denenmesi gerekir.” (Seyyid Kutub, Fî zilali’l-Kur’an, Bakara, 143).
İslam ümmetinin oluşumu, asr-ı saadette temelleri atılmış bir inançla gerçekleşmiştir. Bu inanç, Allah’ın Müslümanlara sunduğu bir nimettir. Bu nimetin en önemli halkası, Resulullah’tır. Müslümanlara, kendi ümmetleri içinden, onlardan bir resul gönderildi. Bu ümmetin özelliği, Peygamberlere tabi olmaktır ki o Resul, onlara karşı çok şefkatlidir. Onlar da onun sayesinde insanların en üstünleri, en şereflileridir. Onun çağrısını kabul ederler ve onu eksiksiz bir şekilde gereği gibi tanıyıp doğruluğuna, emin oluşuna, iffetine, istikamet üzere oluşuna ve buna benzer mümtaz özelliklerine tanıklık ederler. Peygamber, onlara karşı Yüce Allah’ın vahdaniyetini, öldükten sonra dirilmeyi ve amellerin karşılıklarının görülmesine dair delilleri ihtiva eden ayetleri okur. Onlara, Kur’an’ı, şeriatın sırlarını ve maksatlarını, bir de nefislerinin kendileri vasıtasıyla kemale ereceği bilgi ve marifetleri öğretir. Şirkin pisliklerinden, türlü masiyetlerden onları arındırır. Onlara, güzel ahlâkı öğretir. Böylece, ancak hikmet ve maslahatın gereği olan şeyleri yaparlar. Fakat ümmeti, ümmet sınırından şeytani yollara sevk eden münafıklar olagelmiştir. Müslümanlar için ve de insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde bir hastalıktır. Onlar, ümmetin bir beden gibi olan birliğini bozmaya çalışır, fitne anlayışlarını çeşitli yöntemler ile ikna ettirir veya gayri İslami unsurlar ile işbirliği yaparak zorbalık ile aralara hatlar çekerler: “Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir” (Yûnus, 23). “Kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir” (Bakara, 286). Ümmetin birliğini, ümmet fertleri arasında dayanışmayı, ulusalcı inançlar ile bölük pörçük ederler. Var olması gerekeni yapmayan, yapamayan Müslümanlar da fitne ateşine maruz kalırlar/kaldılar: “Bir de öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnızca zulmedenlere gelip çatmaz” (Enfâl, 23).
Ömer b. el-Hattab (r.a.), yaptığı bir hacda, insanların bir parça pasif ve hareketsiz olduklarını gördü. Bunun üzerine: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz…” ayetini okudu, sonra şunları dedi: “Her kim, bu ümmetten olmayı arzuluyor ise bu hususta Allahü Teâlâ’nın koştuğu şartı yerine getirsin.” Kim bu niteliklere sahip olmazsa Yüce Allah’ın şu buyruğunda yermiş olduğu Kitap Ehline benzer: “Onlar, işledikleri bir münkerden birbirlerini alıkoymazlardı” (Maide, 5/79).
İslâm’ın yetiştirdiği iman ehli, şer‘i hususlarda yani sosyal, siyasal ve ekonomik alanda, ortak hukukun getirmiş olduğu adil bir toplum kurmak ister. Zulüm, ümmetin başına iktidar olunca batıl hâkim olmuş ve hak, ümmeti uyutmak için kullanılan bir malzemeye dönüşmüştür. Fertler, bencillik ile, akrabalar/aşiretler soyadı ile, ümmet ulusalcılık ile sadece parçalanmamış, aynı zamanda cahili vaatler ile birbirlerine kırdırılmıştır.
“İşte fertlerinin namaz, oruç ve hac gibi dininin birtakım hükümlerini yerine getirirken, başka hükümlere muhalefet edip zekâtı vermediği; zenginlerinin fakirlerin haklarını ödemediği; aralarında hırsızlığın, zinanın, rüşvetin, haksızlığın yaygınlık kazandığı; adalet, eşitlik ve şûra gibi yönetim düzeninin temel esaslarının ihmal edildiği ve Allah yolunda cihat ederken zorda kalmış müminlere yeterli yardımın yapılmadığı zamanlarda, belli bir dine bağlı her bir ümmet aynı şekilde dünya hayatında zillete, rezilliğe maruz kalır, ahirette de cehennem ateşinde azaba mahkûm olur” (Ahmet Kalkan, Kur’an Kavramları Tefsiri, “Ümmet” kavramı).
Sonuç olarak, rabbani mesuliyet bilinci, ümmeti imanda birleştirir: “Siz tüm insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz. Siz Allah’a iman da edersiniz” (Ali İmran, 110) Bu ümmet, Allah’a gerçek anlamıyla iman edip, iyiliği emredip münkerden alıkoyduğu sürece, en hayırlı ve en üstün ümmet kalmaya devam edecektir. Kötülük ve fesat, aralarında yaygınlaşmıştır. Ümmet, doğru ve gayretli bir imana sahip olmadığı gibi iyiliği emretmez, kötülükten de alıkoymaz. İslâm ümmetinin övülmesi, iyiliği emredip münkerden alıkoyduğu ve iman edilmesi gereken her şeye iman ettiği sürecedir. Eğer kötülüğü değiştirmeyi terk edip münkeri kabul etmekte anlaşırlarsa, o zaman övülmeleri söz konusu olmaz, bilakis yerilirler ve bu, helak olmalarına sebeptir.
Haydar ÖZALP