İnfak-I
Gündem Son Sayımız Yazarlar

İnfak-I

infak

İnfak kelimesi ne-fa-ka kökünden gelir. Enfaka kökünün mastarıdır. Bu kök “çıkma” ve “gitme”yi ifade eder. Köstebek yuvası anlamına gelir. Nereden girip nereden çıktığı belli olmadığı ve yeraltında hareket ettiği için iki deliği vardır. Münafık da aynı kökten türetildiğinden bu ismi almıştır.

Arap tavşanının çıkış deliğine  “nafika”, imandan çıktığı için ya da kalbinden iman çıktığı için insana “münafık”, pantolonda ayağın çıkış yerine “neyfak”, azığın bitip tükenmesine “infak”, yerin altından çıkış yeri olan tünele “nafak” denir ki bunların hepsinin kök mana ile ilişkisi vardır. İnsanın şer’an bakmakla yükümlü olduğu kimselere elinden çıkarıp vermekle yükümlü olduğu mali mükellefiyetler de “nafaka” denir ki, bunu da kökle ilişkisi açıktır. Nifakın tedavisi infaktır.

İnfak hem doldurmak hem boşaltmak, hem tamamlamak, hem sonuna dayamak, sonuna kadar boşaltmak, sonuna kadar doldurmak demektir. Kelime etimolojik olarak adeta zıt anlamları aynı anda barındırmaktadır.

İnfak, iki dünyalı bir inanç sisteminin müntesipleri tarafından yerine getirilen bir erdemdir. Metronun bir ucu bu dünyaya, öbür ucu başka bir dünyaya açılır. Bir sırattır. Bir ucundan atarsınız öbür ucunda sizi bekler. İki dünyalı bir insanın yapacağı bir iş olduğu için infak bu kökten gelir. Yani infak, Allah için karşılıksız verilen yardıma denir ki karşılığı ahirettedir.

Mal ve benzeri ihtiyaç maddelerini hayır yolunda harcamak, tüketmek, birini besleme, geçimlik (nafaka) verip geçindirme, helal yollarla elde edilen malı ihtiyaca ve dinin gerekli ya da hoş gördüğü yerlere harcama, sarfetme, Allah’ın bir rızık olarak verdiği görünür-görünmez (zahir-batın) nimetleri yayma ve öğretme anlamına da gelir. İnfak amelinin edası için ilk şart imandır. İkincisi ise ihlâstır. İmam Gazali’ye göre infak, serveti tedavüle sürmektir.[1]

Yüce Allah Bakara Suresi’nin ilk ayetlerinde müttekîlerin bazı vasıflarını belirtirken şöyle buyurmuştur: “Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden infak ederler.” (Bakara Sûresi, 2/3)

Görüldüğü gibi ayette müttekîlerin üç güzel vasfından söz edildiği ortaya çıkmaktadır:

a- Onlar gayba; Allah, cennet, cehennem, melek, gibi duyu organlarıyla algılanamayan; ancak ilâhî vahiy yoluyla bildirilen gerçekliklere inanırlar,

b- Namazlarını âdâbına ve erkanına riayet edip gerekli özeni göstererek dosdoğru kılarlar,

c- Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği şeylerden infak ederler.

Bu ayeti geniş açıdan düşünecek olursak infak lâfzı, geniş kapsamlı bir kelimedir. Yardımlaşma, dayanışma ve Allah için vermenin genel adıdır. Zekât ve sadaka ise infaka nispetle daha özeldir. Başka bir ifade ile Allah rızası için vermenin farz olanına zekât, nafile olanına sadaka, bunların hepsine birden de infak diyoruz. İnfak, farz olanı da nafile olanı da kapsar. Farz olan infak birkaç çeşittir.

Birincisi, zekâttır. Nitekim: “Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda infak etmeyenler var ya, işte sen onlar için elem verici bir azabı müjdele” (Tevbe Sûresi, 9/34) ayetindeki infak ile farz olan zekât kastedilmiştir.

İkincisi, kişinin hem kendisine hem bakmakla yükümlü olduğu kimselere yaptığı harcamalardır. Nitekim Ebû Hüreyre (r.a.)’tan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah yolunda infak ettiğin/harcadığın bir dinar, köle azad etmek için harcadığın bir dinar, yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve aile halkına harcadığın bir dinardan sevabı en çok olanı aile halkına harcadığındır.” (Müslim, Zekât, 38;10)

Üçüncüsü, Allah yolunda cihat etmek, vatanı düşmana karşı savunmak için yapılan harcamalardır. “Mallarınızı Allah yolunda infak edin de kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın ve işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah işlerini iyi yapanları sever.” (Bakara, 2/195) ve benzeri ayetlerde bu husus belirtilmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi nafile olarak verilenlere de infak denir. Çünkü Yüce Rabbimiz: “Sizden birine ölüm gelip de: “Rabbim, benim ecelimi yakın bir süreye kadar tehir etsen de, sadaka verip iyi kimselerden olsam” demesinden önce size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda infak edin” (Münâfikûn Sûresi, 63/10) buyurmuştur. Görüldüğü gibi ayette infak ile sadaka beraber zikredilmiştir.

Aslında infak, sadece mal ile yapılan yardım değil, kişinin sahip olduğu her türlü nimetlerden başkalarını da yararlandırması demektir. [2]

Kur’an’da 14’ü Mekke’de, 11’i Medine’de inen toplam 25 sûrede ve doğrudan 80 küsur âyette infak üzerinde durulmaktadır.  Bununla birlikte, bir âyette yoksul düşme (İsrâ 17/100), yetmişe yakın âyette ise “harcama yapma” anlamında geçmektedir. Bu âyetlerden başka, infak, sadaka, zekât, yardım vs. dolaylı âyetleri de sayarsak 200 küsur yerde infak üzerinde durulmuştur.

Mekkî sûrelerde vurgulanan “tezkiye/zekât” çağrıları ile birlikte “infak” kavramının, bazen “afv”, ilerleyen yıllarda ise “sadaka” kavramlarının kullanılmaya başlamasıyla daha da derinlik kazandığını görmekteyiz. Çünkü müminler Medine’de yeni bir şehir kurmuş, artık mala mülke kavuşmaya başlamıştır.[3]

İnfakın farz olanına zekât adı verilir. Zekât’ın ilk anlamı “artma ve çoğalma”, ikinci anlamı “arı duru hale getirme.”dir. Zekât’ın Kur’ani açılımı, “artmak ve arınmak için ödenmesi gereken bedeli ödemek” demektir. Rasyonel matematiğe göre 40’tan 1 çıkarsa 39, iman matematiğine göre 40’tan 1 çıkarsa 400 kalır. Zekâtı verilen malın artışı, budanan çubuğun üzümündeki artışa benzer. Bu artış meyvenin artışıdır ve buna “bereket” adı verilir. İnfakın nafile olanına fıkıhta sadaka adı verilir. Sadaka, “doğruluk, dürüstlük, sadakat” demektir. Zaten sadakaya da, kişi Allah’ın verdiği servet emanetine “mülkiyet” olarak değil “emanet” olarak bakıp onu paylaştığı için “sadaka” adı verilmiştir. Zira serveti paylaşmak, emanete sadakat, onu biriktirmek ve hasislik yapmak, emanete ihanettir. İnfak’ın Ramazan ayına has olanına fıtr denilir. Fıtrat sadakası, yani zengin olsun olmasın, insanın “varoluş” infakı olduğu için bu adı almıştır. İnfak’ın sırf maldan yapılanına hayr denilir. Kur’an serveti “hayr” olarak isimlendirir.[4]

Zekâ aslında bildiğimizin tersidir, etimolojisi kök manası artmak demektir, onun için zekâ kullandıkça arttığı için kullanmayanınki artmıyor, yalnız kullandıkça artıyor. Onun için zekânın zekâ olabilmesi için kullanılması gerekiyor. Kur’an diyor ki akletmezler. Onun için aktif aktüel değilse yok kabul ediyor pasif aklı, çok ilginç.

Zekât “Allah’a sadakatlerini ispat için vermekle yükümlü olanların artmak ve arınmak maksadıyla sahip olduklarından vermek” olduğu için zekât budamaya benzetilmiştir. Bağ budayan bilir, budamadığın çubuktan üzüm alamazsın hatta iyi budamadan çubuktan iki göz bırakırsınız üzüm alırsınız, 4 göz bıraktınız mı çubuk alırsınız. Zekât için malın budanması derler ne demek çubuk azalır, meyve çoğalır bereket çoğalır.[5]

Zekât miktarı Hz. Peygamber tarafından zaman zaman yeniden düzenlendi. Hayvanlarda cinse göre adet üzerinden, para ve ticari emtiada ise oran üzerinden tesbit edildi. En sonunda 1/40 oranında istikrar buldu. Bu kırkta bir oranı sahabe tarafından “hadd-i mutlak” veya “hadd-i a’la” (maksimum sınır) olarak anlaşılmayıp, “hadd-i edna” (minimum sınır) olarak anlaşılmış olmalı ki Hz. Ali kırkta bir oranına “cimrilerin zekâtı” dedi. Demek ki zekât oranlarının anlamı “Alt sınır bu, ötesi ise Allah’a olan imanınızın, güveninizin derecesine kalmış” demekti.[6]

            Sadaka vermek nedir? “Bir fakir gördüğün zaman elini cebine vurursun, orda bozuk para varsa verirsin, bozuk paradan kurtulursun” şeklinde anlaşılıyor. Hâlbuki sadaka vermek insanın iman iddiasındaki sadakatinin görüntüsüdür. İman iddiasında sadakatin neyse görüntüsü sadakadır. Sadaka sadakat aynı kökten gelir. İnfak, bir garibanın yüreğinde kimse görmeden gizlice yol olmak demektir. Nefak, enfak, nifak, infak aynı kökten geliyor. Münafık olmak istemiyorsan kalemini çalıştıracaksın demektir. Gün gelir sadaka infak zekâttan daha değerli olur. Çünkü vereceğim 40/1 zekat iş görmez olur, gün gelir hepsini vermen gerekebilir.[7]

            Sadaka-i cariye nedir? Sürekli sevap kazandıran sadaka anlamına gelir. Allah rızası için, insanlara hizmet veren bir eser bırakmaktır. Bu, ilimdir, ilmî müessesedir, yoldur, köprüdür, kütüphanedir, müessese kurarak, burs vererek yetiştirilmiş insandır, fedakârlıklara katlanarak hayırlı şekilde büyütülmüş evlattır. İşte Rasulullah’ın müjdesi; kendi kelamlarıyla:

Ebu Hureyre  anlatıyor: “Rasulullah (a.s) buyurdular ki:

            “Bir insan ölünce üç kişi hariç herkesin ameli kesilir: Sadaka-i cariye (bırakan), veya istifade edilen bir ilim (bırakan) veya kendine dua edecek salih evlat (bırakan).” [Müslim, Vasıyyet 14, (1631] bu hadis-i şerifte geçen “sadaka-i câriye” vakıf müessesesini de kapsar.

Yararlı bir ilim bırakan da, bu ilimden, kitaptan, keşif ve icattan toplum yararlandıkça, mü’min olmak şartıyla, sürekli olarak ecir alır. Dolayısıyla yol, köprü, çeşme, mescid, yoksullar için aş evi, hastane ve okul gibi hayır kuruluşları birer sadaka-i câriyedir. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, yol gösterenler ve destek olanlar, hem hayattayken hem de vefatlarından sonra sevap kazanmaya devam ederler.

            Gerçekten Allah’ın Kitabını okuyanlar, namazı dosdoğru kılanlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak edenler; kesin olarak zarara uğramayacak bir ticareti umabilirler  (35/Fatır/29)

Hz. Ayşe diyor ki:

Rızık deyince “sadece boğazından geçeni” anlayanın aklına şaşarım. İlim bir rızıktır, iman bir rızıktır, nefes, akıl, insan, şuur, bilinç, feraset, basiret bir rızıktır. Bakın ne kadar çok rızıktır. Sevgi rızıktır, muhabbet rızıktır. İnsan vermeyince rahatsız olmalı.

Kişi sevdiği şeylerden az olsun çok olsun muhtaçlara verdiği zaman bu ayette müjdelenen “iyiliğin en güzeli” derecesine yani “birr’e”ulaşmış olur.

Rabbimizin rızasını kazanmak hepimizin hedefi olmalıdır. Elbette bu hedefe ulaşmanın sayısız yolları vardır. Bu anlamda sadaka ya da infak, sadece para ile yapılan yardım olarak anlaşılmamalıdır.

Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “İnsanların her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle hükmetmen sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım ederek bindirmen yahut yükünü bineğine yüklemen sadakadır. Güzel söz sadakadır. Namaz için mescide giderken attığın her adım bir sadakadır. Gelip geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan gidermen de sadakadır.” Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Müslim, Zekât 56. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 12, Edeb 160. [8]

Kur’an ilk olarak muhataplarının eşyaya, mala, mülke bakışını değiştirmek istiyor! Kur’an’ı Kerim’in insanlığın hidayet üzere gidebilmesi için yıkılması gereken ilk iki hususun cehalet ve malik olma duygusunu olduğunu Alak süresinde ve ilk anlatılan bahçe sahibi kıssasında bunu görebiliyoruz. İnsan cehalet sebebiyle kendisine verilen bütün nimetleri kendinden bilip kendini yeterli görmeye başlar. (96/Alak/7) Bu insanın azmasına sebeb olur. Halbuki Mülk Allah(c.c.)’ındır ve bize verilen tüm nimetler birer emanettir. Hiçbir şey bize ait değildir. Bizim dediğimiz bize en yakın dediğimiz elimiz, ayağımız, gözümüz ve diğer organlarımız dahi bizim değildir.

Allah aklınızı aldığında, sahibi olduğunu iddia ettiğiniz aklınızı vermeyin. Elinizi, ayağınızı bir kaza vesilesiyle aldığında vermeyin, niye veriyorsunuz. Sizin, gözünüzü kulağınızı vermeyin.

Dahası hayatınızı vermeyin veriyorsunuz, ölmeyin, sahiplik probleminin en temel neticesi budur. Ölmeyecekseniz görelim. Sahip olduğunuz canı vermeyin, ölmeyin. Onu geçelim bu sefer ikinci bir problem var. Ölünce götüreceğinizi gösterin, sahip olduğunuzu gösterin, sahip olduğunuzu söyleyin, madem ölmemeyi beceremediniz, bu imkânsız tamam. Bu sefer şuna geçelim. Ölünce götüreceğinizi söyleyin.

Servetinizden benim dedikleriniz atınız, yatınız, katınız, arabanız her neyiniz varsa hangilerini götüreceksiniz sahip olunuz. Çünkü kişi sahip olduğunun mülkiyetinde zannettiği şeylerin gerçekten sahibi ise gittiği yere götürür arkadaş.

Fakat ölünce götüremiyorsunuz, o zaman gelin şu sahiplik iddiasından vazgeçelim. [9]

Allah’a kavuşacağını hisseden dindar bir adam, helâlinden kazanıp fakir fukaranın hakkını zamanında verdiği temiz servetini kendisine bırakacağı oğlunu huzuruna çağırtarak der ki:

– Oğlum! Artık ben fâni dünyadan nasibini alarak bâki dünyaya doğru yola çıkmış bir yolcu durumundayım. Ömrüm boyunca helâlinden kazanıp fakir fukaranın hakkını verdiğim servetimi sana bırakacağımı biliyorsun. Sana terkettiğim bu servetimin karşılığı olarak senden bir istekte bulunacağım. Ben ölünce cenazemi yıkayan Hoca Efendi’ye söyle, cesedimi tabuta koyarken ayağımın birine eski bir çorap giydirsin.

Babasının vasiyetini can kulağı ile dinleyen evlâd, bu vasiyeti yerine getireceğine söz verir. Çok geçmeden zengin adamda rahatsızlık başlar. Kısa bir hastalık devresinden sonra ruhunu teslim eder. Alâkalılar gelir, sular ısıtılır, zenginin cenazesi yıkanır. Tam bu sırada oğul, Hoca Efendi’nin kulağına babasının vasiyetini fısıldar. Cenaze hocası mevtânın ayağına eski bir çorap giydirmek diye bir âdetin bulunmadığını, bu vasiyetin yerine getirilmemesi gerektiğini ifade ederse de, evlâd söz dinlemediği için iş büyür, mes’ele Müftü’ye kadar akseder. Müftü de cenazenin ayağına eski bir çorap giydirilerek âhirete yollanması diye bir İslâmî âdetin olmadığını söyler.

Cenazenin başında:

– Babamdan bu kirli çorabı mı esirgiyorsunuz? diyerek elindeki kirli çorabı giydirmek istiyen evlâda hocalar mâni olmaya çalışırken, koşa koşa gelen bir ihtiyar:

– Evlâd, baban vefatından evvel sana verilmek üzere bana bir mektup bırakmıştı. Al hele şunu bir oku bakalım, ne yazmış? der.

Orada hâzır bulunanlar merakla beklerken, evlâd mektubu yüksek sesle okumağa başlar:

– Oğlum, bunca mal ve mülkün sâhibi olan benim hâlimi görüyorsun işte. Burada bıraktığım bütün servetime mukabil, bir kirli çorap dahi giymeğe müsaade etmiyorlar. Allah gecinden versin, bir gün sen de benim gibi olduğunda, sana da iki metre kefenden başkasını vermeyeceklerdir. Bana bak ibret al. Sana bıraktığım servete mağrur olup da dinini, diyanetini sakın unutma. Fakir fukarayı ihmal etme. Görüyorsun ki ne kadar servet sâhibi olursan ol, hepsi burada kalıyor, kirli bir çorap götürmeye dahi müsaade etmiyorlar.”

Mektubu bu şekilde okuyup bitiren gencin, babasını defnettikten sonra, servetinin kendine yetecek kadarını ayırıp geri kalanının hepsini din yolunda, Allah için sarfettiği rivâyet edilir.[10]

-Maliki hakiki odur. Mülk ona aittir ve lehül mülk, mülk onundur. Onun için onun dışında malik olduğunu iddia edenler ya bunu izafi olarak kullanırlar, ya da yanılarak kullanırlar, hataen kullanırlar.

Allah mülkü dilediğine verir. İstediğinden alır. Fakat verince yine Allah’ın elinden çıkmaz farkında mısınız? EL-MELİK bu demektir. Maliki yevmiddin, verince dahi mülkü elinden çıkmayana El-Melik denir? Niye?

Çünkü siz de O’nun mülküsünüz. O bir şeyi verdiği zaman mülkünü mülküne vermiş olur. Mülkünü, mülküne vermek ne demektir sağ cebinden sol cebine koymak demektir, çıkar mı çıkmaz.

O’nun için Allah muhtaç olunuz. O’nun için sonsuzca verir. Onun için Allah’ın vermesine payan olmaz. O’nun için Allah’ın kendi kendine yeterdir ve yegâne varlıktır.

Biz yetmeyiz, yetme iddiamız olduğu zaman ne olur. Mutlaka arar, insan kendi kendine yetmeye başladığında mutlaka arar.

Unutmayın varlığınız (varlığımıza) ona borçluyuz. Dolayısıyla servet tasarrufunuzu düzeltmeden paylaşınız. Mülkiyet emanettir,  servet emanettir. Onun için bir mümin servet mülkiyet olarak bakamaz. Bakarsa mü’min olarak bakamaz. Servet hususunda imanın icabını işlememiş olur. Bize emanettir. Bize tevdi edilmiş bir emanettir.[11]

Kur’an’ı Kerim’de dünyalıklar için meta kavramı kullanılır, geçici olan yani kalıcı olmayan daim olmayan için kullanılır. Her ne geçici ise o dünya’ya aittir, yani ahirete ait olmayandır. O yüzden geçici olanla kalıcı olanı takas etmek zorundayız. Yani Cennet nimetleriye takas etmek zorundayız. Bunu gerçekleştirmenin yolu da ahireti hayatımızın merkezine koymakla olacaktır. Ahiret merkezli yaşamak, öbür tarafta mutlaka karşılığının olacağı bilinciyle hareket etmeyi içerir. Yaptığımız tüm salih amellerle biz buradan öbür tarafa gönderiyoruz. Ahiretimizi şimdi ve burada inşa ediyoruz. Rabbimizin rızasına uygun yaptığımız tüm ameller ahirette birer elmas, birer pırlanta olarak karşımıza çıkacaktır.

Peygamber ailesinin evinde kesilen kurban etini eşi Aişe but ve birkaç kemik kısmı dışında hepsini infak edip dağıttı. Peygamber (s.a.v) Hz. Aişe’ye sordu: “kurban etinden bize ne kaldı.”

“Sadece but ve birkaç kemik kaldı, gerisini dağıttım.” deyince “bunlar dışında hepsi bize kaldı.” buyurdular.

Bu bakış açısıyla hareket ettiğimiz zaman hayatımız anlam kazanmaya başlayacaktır.

Kur’an mal mülk sahiplerini, biriktirenleri, yığanları eleştiriyor ve bunun yerine biriktirmeyen, dağıtan, paylaşan ve bölüşen bir toplum istiyor. Bunu “arınma, temizlenme” olarak görüyor.

Mal insanın atı olursa, Burak olur, miraca çıkarılır. İnsan malın atı olursa cehenneme götürülür. İnsan malı sırtına almamalı, atla süvari yer değiştirince ne olur, benim diyebilir mi, seninse sırtına bin arkadaş. Senin sırtına binmişse benim diyemezsin.

Malım iki manaya gelir; Benim malım herkes karar verecek, hangi manaya geliyor. Benim malım, ben mal oldum niye mal benim sırtıma bindi. Mal özne oldu, ben nesne oldum. Mal benim derseniz veremezsiniz ve siz onun esiri olursunuz. Bunun en güzel örneği Ebu Dahdah örneğidir.

Hz. Ebu Dahdah’ın diğer hurma bahçesini de Allah’ın Habibinin tekrar cenneti müjdeleyici bir kavline istinaden bağışlayarak nasıl bir cömertlik timsali olduğunu bizlere gösteren olayı zikretmek isterim. Mevla’m yollarından gitmeyi ve şefaatlerine nail olmayı nasip etsin.

Çocuğu bir-iki değildi evde. Mübarekler bir düzüne gibiydiler. Sabah kalkınca her biri bir telden çalar, her birinin ayrı istek ve arzuları bitip tükenmek bilmezdi. Bunlar neyse de şu hurma kapışma meselesi kafasını iyice karıştırıyordu. Hepsini de defalarca karşısına dizmiş onlara bin bir çeşit nasihatlerde bulunmuş, tembihler yapmıştı. Fakat çocuk bunun burası. O anda hepside başlarını sallayarak söz veriyorlar, fakat daha sonra komşunun avlusundan kendi avlularına sarkan hurma ağacının dallarından dökülen hurmaları adeta kapış kapış etmekten geri kalmıyorlardı. Komşu ise aksimi aksi, cimrimi cimriydi. Anlayış ve müsamahanın zerresine sahip değildi. Her sabah gelir, kapılarına dökülen hurmaları toplar, günün ortalarında dökülenleri ise çocukları döverek almakla kalmaz, elini ağızlarına sokar, lokma halindeki ezikleri bile boğazlarından çıkarırdı.

Başkası neyse de çocukların ağızlarına elini sokarak hurma lokmalarını çıkartması ona pek ağır geliyordu. Ne çare ki fakirlik çökmüştü başına. Her birine doyasıya hurma alacak imkâna da sahip değildi. Bunu alamayınca da acıklı durum bütün mevsim devam edecekti.
Ne yapıp, ne edeceğini düşünürken gidip Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’e olayı anlatmaya karar verdi. Bütün kuvvet ve cesaretini toplayarak müracaatını yaptı;
“Ya Rasulullah! Komşumun hurmaları bizim avluya dökülmekte, ondan hiç kimsenin yemesine razı olmayan komşumun elini sokup çocukların ağzından hurma lokmaları çıkarışı da bana çok ağır gelmektedir. Çocuklara yaptığım bunca tembih ve nasihat ise para etmemekte…”
Merhamet ve şefkat membaı Allahın Rasülü;

– Sen önce o komşunu bir çağır da görüşelim, buyurdu.  Fakir sahabe hemen cimri komşusunu çağırdı. Resulullah’ın huzuruna giren adama, teklifi şöyleydi;

– Komşunun bahçsine sarkan o hurma ağacını komşuna ver. Dua edeceğim. Allah da sana cennette bir hurma bahçesi verecektir.

Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve selem) ümmetinin dert ve sıkıntılarıyla şahsen
ilgilenir, onların mahrumiyetlerine bir çözüm bulmaya çalışırdı. Nitekim yoksul sahabenin sıkıntısına da hurma ağacının sahibine bu ağaca karşılık cennette bir bahçe teklif ederek gidermek istemişti. Fevkalade bir teklifti bu. Böyle teklife kolay kolay sessiz kalınamazdı ama cimrilik ve tamahkârlık insanın basiretini bağlar, faziletini sıfıra indirirdi. Nitekim öylede oldu. Efendimizin (sallallahu aleyhi ve selem) bu teklifine hurma sahibi komşu “evet” diyecek kadar akıllılık ve cömertlik gösteremedi. Sessiz kalmayı tercih etti. Bunun manası ise belliydi. Tek bir ağacı bile fakir komşuya hibe edemiyordu.

Az sonra meclis dağılmış, olay ashab arasında bomba gibi patlamıştı. Hayretle karşılayanlardan biride Ebu Dahdah idi. Düşünüyordu da bu teklife             “evet” demeyen adamın halini, bir türlü izah edemiyordu. Herkesten önce davranmak istedi. Doğruca cimri adamın evine koştu ve onu hurma ağaçlarının altında gölgelenir halde buldu. Beklemeden teklifini yaptı; Bu ağaçların içinde komşunun avlusuna sarkan şu hurma ağacına (yüz hurma ağaçlı) bahçemi versem kabul eder misin? Cimri adamın kafasında birden şimşekler çaktı, ihtiraslarında depreşmeler oldu. Böyle şeyleri pekiyi hesap ederdi. Yıldırım hızında cevap verdi.

“Elbette”

– “Peki öyleyse şu andan itibaren şu tarafa sarkan ağacı ben aldım. Bunun karşılığı olarak ta senin bildiğin Medine yakınındaki hurma bahçemi tümüyle sana verdim. Tamam mı?”

“Tamam”

Ebu Dahdah koşarak mescide girdi. Ashab, Rasülullah ile (sallalllahu aleyhi ve sellem)  sohbet halindeydi.
“Ya Rasulallah! O tek hurma ağacı için vaad ettiğiniz cennet bahçesi halen devam ediyor mu?

– Evet! Ya Ebu Dahdah.

– Öyle ise lütfen kabul buyurun, ben o tek ağacı yüz ağaçlı bahçemi vererek satın aldım. Komşu fakire hediye edebilirsiniz.

Rasülullah (sallallahu aleyhi ve selem), Ebu Dahdah’ı yaptığı bu tercihten dolayı tebrik etti. Görünüşte bir ağaç için yüz ağaçlık bir bahçeyi gözden çıkarmıştı. Ama aslında hem sonsuz mutluluklar yurdu olan cennete girmeyi hem de orada ebedi bir mülk sahibi olmayı garanti etmişti.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve selem) Ebu Dahdah için şöyle diyecekti.
“Cennette Ebu Dahdah için dikilmiş nice ağaçlar vardır.” (Müsned, 5/95; 3/146)

Buradan anlıyoruz ki kişi malın esiri olursa cennet nimetiyle bile değişemez. Bu ayrıca tamamıyla Allah(c.c.)’a güvenle ilgili bir meseledir.

Hazreti Ali’nin yanına bir gün bir dilenci gelir. Allah için bir şeyler vermesini ister. Hazreti Ali, hazreti Hasan ve hazreti Hüseyin’den birini eve gönderir. Ona git annenin bırakılmış olduğundan 6 dirhemden birini getirir. Eve giden gelir fakat eli boştur niçin geçirmediğini sorunca annem onları un almak için sakladığını söylüyor. Cevabını verdi. Hz. Ali kişi elindekilere güvenmekten daha çok Allah‘a itimat etmedikçe tam iman etmiş olmaz diyerek tekrar gönderir ve bu hepsini 6 dirhemin hepsinin getirmesini söyler. Hazreti Fatıma annemiz 6 dirhemin hepsini verir, gönderilir ve dilenciye teslim ederler, birkaç dakika geçmiştir. Deve satıcısı gelir çarşıya deveyi oraya bağlar. Hz. Ali satılık mı diye sorar. Satılık mı diye sorduğunda evet satılıktır, ne kadar pazarlığı yapılır, 140 dirhemdir. Pazarlık biter.

Ardından başka bir alıcı gelir. Bu deve satılık mıdır? Hz. Ali, evet satılık ne kadar? 200 dirhem, 200 dirheme satar.140 dirhemini devenin sahibine, 60 dirhemi ise Hz. Fatma annemize getirir. 60 dirhemi uzatır. Annemiz bu nedir bu? Nereden çıktığını sorunca, İşte bu Allahu Teâlâ’nın Rasulullah vesilesiyle, “İyilik gelene en az on katıyla mukabele edilir” müjdesinin tecellisidir.[12]

            Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, asla birr’e (iyiliğe) erişemezsiniz. Ve her ne infak ederseniz; şüphesiz Allah, onu bilir. (3/Al-i İmran/92)

Hz. Enes anlatıyor: “Ensar’dan Ebu Talha’nın Medine’de herkesten çok ve bütün bağlardan büyük bağları vardı. Herkes Ebu Talha’nın bu bağlarına gıptayla bakardı. Hele birisi vardı ki adeta bir Cennetti. Ebu Talha en çok ismi “Beyrûhâ” olan bu bağını severdi. Mescid-i Nebi’ye çok yakın olan bu bağın bol ve içilmeye doyulmayan tatlı suyu vardı. Efendimiz de bu bağı çok sever, zaman zaman gelir tatlı suyundan içerdi. “Sevdiğiniz mallardan infak etmedikçe iyilik ve mükafat elde edemezsiniz” ayeti nazil olunca Ebu Talha hemen Efendimiz’in huzuruna koştu. “Ya Rasulallah!” dedi, “Beyruha benim en sevdiğim malımdır. Allah sevdiğimiz malları Onun yolunda harcamamızı buyuruyor. Ben de bu bağımı Allah yolunda veriyorum. Nasıl uygun görüyorsanız öylece kullanınız.” Efendimiz çok memnun kaldı ve ona bağını yakınları arasında taksim etmesini söyledi. Biz de en kıymetli malımızı mülkümüzü bir vaaz dinleyerek, bir ayet veya bir hadis işiterek tereddüt etmeden bağışlayabiliyor muyuz? Hamd olsun böyle aramızda böyle insanlarımız var ancak fert fert hepimizin en azından asgari sorumluluklarımızı yerine getirmemiz gerekiyor.

Yine bir gün Ebu Talha bir bağında namaz kılıyordu. Yanından bir kuş uçtu ama sık ağaçlar arasından yol bulup uçamadı. Bir o tarafa bir bu tarafa uçup çıkış yolu ararken Ebu Talha’nın gözü bu kuşa takıldı. Bakışlarıyla bir süre bu kuşu takip etti. Derken bir anda namazda olduğunu hatırladı. Bu bağ yüzünden namazını unuttuğuna, başına böyle bir felaket geldiğine çok üzüldü. Hemen Efendimiz’in huzuruna vardı. Hadiseyi anlattı ve namazını unutmasına sebep olan bağı bağışlamak istediğini bildirdi. Buna benzer hadiseler başka sahabeler tarafından da yaşanmış ve aynı hassasiyeti onlar da göstermiştir.

Allah yolunda yapılan harcama, hele de bu harcamanın malın sevilen çeşidinden yapılması, kişiyi “birr/üstün iyilik” derecesine ulaştırır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça birre/iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah bilir.” (Âl-i İmran, 92). Bu ayet indiği zaman, birçok sahabi Hz. Peygamber s.a.v.’e müracaat ederek en çok sevdikleri şeyleri Allah rızası için bağışladıklarını bildirmişlerdir. Mesela Ebû Talha r.a., Mescid-i Nebevî’nin karşısında bulunan ve Beyraha denen çok kıymetli bahçesini vermiştir. Hz. Ömer r.a. da Hayber’den hissesine düşen değerli ganimet toprağını vakfetmiştir. Zeyd b. Hârise r.a. “Seyl” adındaki ünlü atını tasadduk etmesini Hz. Peygamber s.a.v.’den istemiş, O da atı Üsame b. Zeyd r.a.’a vermiştir.
Hasan-ı Basrî k.s. şöyle der: “Bir kimse sevdiği bir tek hurmayı bile Allah rızası için sadaka olarak verirse bu ayetteki “birr”e mazhar olmuş olur.” İbn Ömer r.a. da sadaka olarak sık sık şeker dağıtır ve ardından “Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe, fazilet ve üstün sevaba erişemezsiniz.” ayetini okuyarak: “Benim de en çok sevdiğim tatlıdır..” diye eklermiş.

Hz. Câbir r.a., “Ben hicret edenlerden veya ensardan mal sahibi olup da infakta bulunmayan hiç kimseyi hatırlamıyorum.” diyerek sahabenin tavrını anlatmıştır.

Nafi r.a. anlatıyor:

“İbn Ömer r.a. bir şeyi fazla sevdi mi, onu hemen Allah yolunda feda ederdi. Köleleri onun bu huyunu bildikleri için aralarından azat olmak isteyen biri kendini ibadete verirdi. O da hemen azat ederdi. Dost ve arkadaşları ona:

– Vallahi bunlar seni aldatıyor, dediler. O da;

– Allah yolunda bizi aldatanlara aldanmayı biz de kabul ediyoruz, dedi.

Bir akşam üzeri onunla beraberdim. Hatırı sayılır bir bedelle satın aldığı rahvan bir devesi vardı, ona binmişti. Bir ara devenin yürüyüşü çok hoşuna gitti. Hemen deveyi çöktürüp bize;

– Yular ve semerini çıkarın ve onu nişanlayıp kurbanlık develerin arasına bırakın, dedi.” (Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 2/231) [13]

Hz. Ebubekir(r.a) çok aşırı zengin olduğu halde yiyecek ekmek bulamadığı günleri görecek kadar infak etmeyi seven bir Allah dostuydu. Böyle fakir kaldığı günlerden bir gün evinde yiyecek ekmeği bile yoktu ve kızı esmaya dedi ki: “insanların bizi zengin bilmesi ne kötü.” Kimsenin bize tasadduk ettiği yok. Zaten olsa da kabul edecek değiliz. Fakat bir yemeğe dahi davet eden de bulunmaz mı hiç?’’ diyerek birazda iç geçiriyordu. Tam o sırada kapı çalındı. Fakir bir zat Ebu Bekir den yüklü bir miktar istedi. O da şu an üzerimde yok dükkândan alıp geleyim diyerek adamı bekletti. Kızı esma ise:’’babacığım paramızın olmadığını söyle ayıp değil ki’’ diyerek babasına hatırlatma yapıyordu. Fakat Ebu Bekir infaktan geri kalır mıydı? Hemen eskiden iş yaptığı ortaklarına koştu borç aldı ve o adama verdi.[14]

“Sadaka için on sevap, ödünç için ise on sekiz sevap vardır.” [Taberani]
“Allah rızası için ödünç verene, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir.” [Hakim]

“Duasının kabul edilmesini ve sıkıntısının giderilmesini isteyen, sıkıntıda olan borçluya yardım etsin.” (Ahmed.)

Ebu Hüreyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
“Kim bir Müslüman’dan dünya kederlerinden bir keder giderirse Allah ondan ahiret günü kederlerinden bir keder giderecektir. Kim de Müslüman’ı örterse Allah onu dünya ve ahirette örtecektir. Ve kim bir fakir borçluya kolaylık gösterirse, Allah ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterecektir. Kul, (din) kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah da onun yardımcısıdır. Kim bir yola giderek onda ilim ararsa, bu çalışması sebebi ile Allah ona Cennet’e giden bir yolu kolaylaştıracaktır. Allah’ın evlerinden birisinde toplanıp Kur’an okuyarak onu birbirlerine öğreten her cemaatı melekler ziyaret eder, onların etrafından dönerler, o toplumun üzerine iç huzuru ve rahatı iner, ilahi rahmet onları kaplar, katında bulunan melekler yanında Allah onları (övgü ile) anar. Ameli yüzünden geri kalan bir kimse nesebi (nin şerefi) ile sür’at alamaz.” (İbni Mace/ 1. cilt/ syf.389)

            Bir müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılaması on yıl itikâftan iyidir. Allah rızası için bir gün itikâf ise, insanı Cehennem ateşinden pek çok uzaklaştırır. [Taberani]

Rasulullah ve ona tabi bütün sahabe infak konusunda çok hassastılar. Varlık dönemlerinde bol bol infak ederken yokluk ve sıkıntılı zamanlarında da bırakın ihtiyaçlarından fazlasının asli ihtiyaçları olan mallarını dahi infak etmekten geri durmamışlardır. Allahın elçisinin örneğinde olduğu gibi:

Bir kadın Hz. Peygamber’e elde örülmüş ve kenarları süslemeli bir aba getirerek “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu giymen için sana getirdim” dedi. O sıralarda Hz. Peygamber’in de bir abaya ihtiyacı vardı. Kadının bu hediyesini kabul ederek giydi. Onu Hz. Peygamber’in sırtında gören bir sahabi: “Ey Allah’ın Rasûlü! Bu ne kadar güzel bir abaymış. Onu bana verir misiniz?” dedi. Hz. Peygamber de abayı çıkarıp ona verdi.( Kenz, IV/42 (İbn Cerir, Sehl b. Sad’dan))

Hz. Ömer’in oğlu Abdullah Arafat’tan Cuhfe’ye indiğinde hastalandı. Canı balık çekmişti. “Canım balık yemek istiyor. Benim için bulamaz mısınız?” dedi. Aradılar sonunda bir taneden başka bulamadılar. Onu alıp Abdullah’ın hanımı Safiye b. Ebi Ubeyd’e getirdiler. O da pişirip onun önüne koydu o sırada bir fakir gelerek Abdullah’ın yanına oturdu. Abdullah O’na şu balığı al da ye!” dedi. Bunun üzerine oradakiler “Sübhanellah! Bizi o kadar yordun; bu balığı güç bela bulabildik onu sen ye; bu adama da başka bir şey veririz” dedilerse de O “Ben bu balığı çok istedim. Öyle ise onu sadaka vereceğim” dedi. (Ebu Nuaym – Hilye)

Ebu Hureyre’den (ra): “Biri Peygamberimize gelerek aç kaldım” dedi. Peygamberimiz hanımlarına bu adamın karnını doyurmak için haber gönderdi. Evlerinde sudan başka yiyecek içecek bir şey olmadığı cevabı geldi. Efendimiz, ashabına: “Bu kişiyi sofrasına alacak (misafir edecek) kim var?” dedi.

“Ey Allah’ın elçisi! Ben onu misafir kabul ederim,” diyerek adamı evine götürdü. Hanımına, bu peygamberimizin misafiridir, buna iyi bak deyince karısı, “çocukların yiyecekleri var ne yapalım?” dedi. Adam: “Olan yemeği getir, mumu yak, çocuklar yemek isterse onları uyut.” Kadın, kocasının buyruklarını yaptı ve mumu düzeltecekmiş gibi davrandı ve söndürdü. Yemeği misafirin önüne koydu, karanlıkta karı-koca yemek çiğner gibi yaptılar. O gece evdekiler aç yattılar. Sabah olunca Peygamberimizin yanına gittiler. Resulullah (asm): “İkinizin (misafirle senin) bu geceki durumunuzdan Allah hoşnut oldu!” buyurdu. Ve bu ayet nazil oldu: “Onlardan önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve (samîmâne) imana sarılmış olanlar (Ensar), kendilerine hicret edip gelen (Muhacir)leri severler; hem (onlara) verilenlerden dolayı sinelerinde bir ihtiyaç (bir rahatsızlık) duymazlar ve kendilerinde bir sıkıntı (bir ihtiyaç) bile olsa, (o kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler! Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar gerçekten kurtuluşa erenlerdir!” (Haşir, 9) (Zübde-tül Buhari)

Bu ve benzeri örnek bize göstermektedir. İnfak ahlaki ve imanî bir meseledir, kendi ihtiyacınız dahi olsa verebilmek, bu çok yüce bir duygu. Sizin hazır önünüzde yiyeceğiniz bir yemek olacak onu tutup karşıdakine vereceksiniz. Bu herkesin yapabileceği bir şey değildir, üstelik ortada söz konusu olan ailenizse.

Düşünelim ibn Ömer’in devesini verdiği örneği, sizin lüks bir aracınız var ve bir bakıyorsunuz çok hoşunuza gidiyor ve sırf bu sebepten dolayı infak ediyorsunuz. Öncelikle bunu yapabilmek için buna hazır olmak ruhi bir olgunluk içerisinde ve kalben hazır olmak gerekiyor. Bunun için önce en sevdiğimiz uykumuzdan infak  edelim. İşte Ramazan bunun için en büyük fırsat ve imkân, gece kalkmaya alışmak, bu bir eğitim değil midir? İslam toplumu kurulsun istiyorsak öncelikle bunu yapmamız gerekiyor. Gecesini diriltmeyen gündüzünü nasıl diriltecek. Bunu başaranlar işte o zaman malını ve canını Allah yolunda verebilecektir. Hepimizin bir hedefi var. Bu hedefi de belirleyen Allah(c.c.) dur.

            Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur. (2/Bakara/193)

            Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız Allah yolunda her ne infak ederseniz, size ‘eksiksiz olarak ödenir’ ve siz haksızlığa uğratılmazsınız (Enfal, 8/60)

Allah’ın (c) davası demek, O’nun çok büyük bir önem ve değer atfettiği bir muradı demektir. O murad-ı ilâhiyi de Rabb’imizin sonsuz ve sınırsız rahmeti, şefkati, sevgisi ve kullarına olan ilgisindeki cömertliğinde aramak lazım. Tüm vahiyler ve elçiler işbu mücerret mananın en müşahhas göstergeleri ve ifadeleridir. Nihayetinde şöyle toparlayabiliriz:

Allah’ın (c) murad-ı ilâhisi kullarıyla arasındaki buluşma ve kavuşma yollarının veya iletişim kanallarının açık tutulmasıdır, diyebiliriz. İnsanla Allah, hâlık ile mahlûk arasındaki iletişimin veya ilişkinin ilâhî tarafını işte tüm vahiyler, elçiler ve dinler temsil etmektedir. Dolayısıyla Rabb’imizin kulları adına hoşlanmadığı ve büyük bir öfkeyle karşıladığı şey, kendisiyle kulları arasındaki iletişim kanallarının tıkanması, köprülerin yıkılması ve engellerin konulmasıdır. Onun için cihadın en özgün tarifi, ‘insanlarla Allah arasındaki engellerin ortadan kaldırılması için verilen mücadele’ şeklinde yapılmıştır. Şu âyet-i kerime ile devam edelim: “Eğer siz Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da (c) size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar” (Muhammed Sûresi 47/7). Buradaki ‘Allah’ın dini’, O’nun yukarıda anlattığımız muradıdır. Bizden talep edilen yardım şekli ise insanlarla İslâm’ın, Kur’an’ın buluşmasına, tanış biliş olmasına vesile olmaktır ki, (İslâm’la insan, et ile tırnak, can ile beden, tohum ile toprak gibi birbirinin olmazsa olmazlarıdır, bunlar birbirini arayan iki sevgili gibidirler), diğer yönüyle varsa engelleri ortadan kaldırmanın mücadelesini vermektir. İşte bu yaklaşım bu ilâhî talebe karşılık en olumlu bir tavır sahibi olmak, dünya ve âhiret saadet ve selametimizin çatısını oluşturmaktadır.

Şimdi tüm bu açıklamalarımızdan sonra şöyle düşünebiliriz sesli olarak: Eğer biz Allah’a yardım etmezsek Allah da kurtuluşumuz için gerekli olan ubudiyet sorumluluğumuzu yerine getirmede bizi desteksiz bırakır ve başarısızlığa mahkûm eder. Bunu kurtuluşa ilişkin ilâhî bir yasa olarak da algılayabiliriz. Allahu a’lem.

İslam dininin ayakta kalması için gücü nispetinde gerekli mücadeleyi vermek her Müslüman’ın üzerine bir vecibedir.  Rabbimiz dilerse sahabenin kılıç darbesi indirmeden bile savaşları kazanmalarını sağlayabilirdi. Fil olayında olduğu gibi ama onlar hem mallarını, hem de canlarını ortaya koyarak Asr-ı Saadeti oluşturdular. Bizlerden de önce istenen mallarımızı Rabbimizin yolunda harcamamız emrediliyor. Malını vermeyen canını nasıl verecek. Allah için sahih din anlatılan tüm yerlere katkıda bulunmak Allah’ın dinine yardımdır. Buraların ayakta kalması için yaptığımız yardımları şöyle düşünün.

Siz evinizde yemek yiyorsunuz, bu esnada sizin hesabınıza o anda sevap yazılıyor nasıl mı?  O esnada destek verdiğiniz yerlerde İslam adına yapılan çalışmalarda sizin de payınız olduğu için. Çünkü siz buraların ayakta kalması için malınızla ve bedeninizle destek veriyorsunuz. Ne kadar büyük bir lütuf değil mi? Herkes yaptığı yardıma göre sevap alır.

Bunun tam tersini düşünün, buraların ayakta durması için söz verdiğiniz desteği yardımı zamanında vermiyorsunuz veya kesiyorsunuz. O zaman ne oluyor, hem sevaplardan mahrum oluyorsunuz, hem de Allah göstermesin Allah’ın dinine yardım etmeniz gerekirken yapmadığınız o yardımlar sebebiyle buraların kapanmasına vesile olursanız o zaman büyük bir vebale girmiş oluyorsunuz. Tebük seferini hatırlayın.

Günlerden bir gün Tebük seferinin hazırlıkları yapılıyor ve bütün müminler ellerindekini avucundakileri Rasule teslim ediyorlar. Hz. Ömer kimseden özellikle de Ebu Bekir’den hayırda geri kalmamanın derdinde. Neyi var neyi yoksa çoğunu alıp geliyor ve Allah’ın elçisine teslim ediyor. Kâinatın efendisi soruyor:

-Ya Ömer malının ne kadarını getirdin?

-Malımın yarısını getirdim ey Allah’ın elçisi, yarısını da aileme ve çocuklarıma bıraktım.

diyor Ömer ve seviniyor çünkü yarış içerisinde olduğu Ebu Bekir’den daha fazla infak etmişti.

Rasulullah bu sefer Ebu Bekir’e dönüyor.

-Sen ne kadar getirdin ey Ebu Bekir?

Ebubekir:

-Ben malımın hepsini getirdim ey Allahın elçisi aileme de en kıymetli serveti, Allah’ın ve resulünün aşkını bıraktım bu onlara yeter.

Cevabını veriyor.

Hz. Ömer en yakın arkadaşı Ebu Bekir’in bu manidar davranışına karşılık, Ebu Bekir’den daha fazla mal verdiği halde, ancak ona imrenmekle yetiniyor. [15]

Öldüğü zaman malından hiçbir şey bırakmamış bir tek, Hz. Ömer koltuğu devralırken yaptığı hesaplarda bir kavanoz dolusu dirhem çıkmıştı. Ebu Bekir halifelikten aldığı bütün maaşını devlete tasadduk ettiğini yazıyordu. Bu olay Hz Ömer’i günlerce ağlattı. “Ey Ebu Bekir, ey sıddık hayattayken seni geçemedim, öldüğünde de bana müsaade tanımıyorsun.” Hz Ömer Ebu Bekir’in büyüklüğünü bir kez daha anlamış oluyordu.

Ebu Ukayl (ra) bir gün iki avuç hurma karşılığında akşamdan sabaha kadar sırtında yük taşıdı. Bunların bir avucunu aile efradına yemeleri ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere götürüp diğerini de Allah yolunda infak için Hz. Peygambere getirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Onu sadakaların içerisine kat!” buyurdular. Münafıklar Ebu Ukayl ile alay ederek “Onun Allah için bir avuç hurma vermesi kendisine ne temin edecektir?” dediler. Bu olay üzerine “Sadakalar hususunda, (onu, imkânları olup) gönülden (gelerek çokça) veren müminleri de (zengin olmadıklarından) güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları da ayıplayarak, bu yüzden onları alaya alan (o münafık)lar yok mu, (asıl) Allah onlarla alay etmiştir ve onlar için (pek) elemli bir azap vardır!” (Tevbe -79) mealindeki ayet nazil oldu.(Taberani)

Hz. Peygamber bir hutbe irad ederek mali sıkıntı çeken İslam ordusuna yardım etmek hususunda sahabeleri teşvik etti. Bunun üzerine Hz. Osman kalkarak “ben çullarıyla eğerleriyle birlikte yüz deve veriyorum” dedi. Hz. Peygamber bulunduğu yerden bir basamak inerek yine teşvik yollu şeyler söyledi. Hz. Osman bu kez de kalkarak aynı şekilde ikinci bir yüz deveyi de verdiğini söyledi. Hz. Peygamber hayrete düşen bir insanın yaptığı gibi mübarek elleriyle işaret ederek “Bundan sonra yapacağı şeyler Osman’a bir zarar vermez.” buyurdular.

Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhametin en belirgin alâmeti ve en olgun tezâhürü de “infak”tır. İnfak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır. Beşeriyetin fazîlet zirveleri olan peygamberler ve onların vârisleri olan âlimler, ârifler ve velîlerin hayatları, sayısız merhamet ve infak menkıbeleriyle doludur.[16]

 

[1] http://www.tefekkur-dergisi.com/_infak.html

[2] http://www.ardahanmuftulugu.gov.tr/viewpage.php?page_id=195

[3] http://www.kuranihayat.com/content/infak-%C3%A2yetlerine-toplu-bir-baki%C5%9F-ekrem-demir

[4] http://www.islamdahayat.com/news.php?readmore=218

[5] https://www.facebook.com/vahyisevenler/videos/2427782748108/

[6] http://www.islamdahayat.com/news.php?readmore=218

[7] https://www.youtube.com/watch?v=58CW_tR6DGQ

[8] http://www.academia.edu/6904530/Infak_ve_Ihsan

[9] http://www.mustafaislamoglu.com/MD712_zekat-ve-infak.htm

[10] http://dinibilgiler.ravda.net/include.php?path=ilmihal/ibadet/cenazenamazi.php

[11]  http://www.mustafaislamoglu.com/MD712_zekat-ve-infak.htm

[12] https://www.facebook.com/vahyisevenler/videos/2427782748108/

[13] http://semerkanddergisi.com/allah-yolunda-infak/

[14] http://inkisafkitapligi.blogcu.com/islam-da-infak-ve-hukmu/5710662

[15] Müntehabu’l-Kenz IV/347 (Ebu Davut, Tirmizî, Dârimî, Hâkim, Beyhakî, Ebu Nuaym

[16] http://www.kuranihayat.com/content/c%C3%B6mertlik-ve-infak-osman-nuri-topba%C5%9F

 

GRUBA KATIL