İnsanın doğru hayat yaşıyor olması, elbette ki önemlidir. Daha önemlisi ise bu hayatı yaratıcısının istediği doğrultuda sonlandırmış olmasıdır. Allah -celle celaluhu-, bize ona göre muamele edecektir. İnsanın iman etmesi yeterli değildir; imanını güçlendirmesi için amel etmesi lazımdır. Bunun gerekliliği, beden ve ruh gibidir. Bunların birlikte olması da yeterli değildir; sıhhatinin şartları vardır. Kur’an ve sünnete uygun olması, ihlaslı olması gibi.
Buhari ve Muslim (rh), Sehl ibni Sad’dan şöyle bir rivayette bulunuyor: Sehl ibni Said, diyor ki: Biz, bir gün Allah Resulü ile gazvedeyken Allah Resulü buyurdu ki “Sizden kim cehennemlik birine bakmak görmek istiyorsa şu adama baksın,” dedi. Rasulullah’ın bu sözü sahabeye çok ağır geldi; çünkü bu adam, önde olanlarındandı, Cesurlarındandı. İçlerinden birisi dedi ki: “Ben, bu adamı takip edeceğim ve bu adamın ne yapacağına bakacağım.” Adamı takip ediyor ve savaş esnasında adamın yaralandığını ve yarasının acısına güç yetiremediği için kılıcı kendisine yaslayıp o şekilde kendisini öldürdüğünü görüyor.
Gören kişi Rasulullah’ın yanına gelip diyor ki: “Ey Allah’ın Resulü, şehadet ederim ki sen Allah’ın Peygamberisin.” Efendimiz soruyor ki: “Neden böyle söyledin?” Diyor ki: “Ya Resulallah, senin az önce bize gösterdiğin adamı takip ettim ve onun şu şekilde can verdiğini gördüm” deyince Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kişi, cennet ehlinin amelini yapar, o cehennemliklerdendir. Kişi, cehennem ehlinin ameli üzere yaşar fakat o cennetliklerdendir. Ameller, niyetlere göredir, sonuca göre değerlendirilir ve değer kazanır. Hayr üzere canını vermişse hayr üzere can alınır ve hayır sonuç verilir. Bütün ömrünü kişi zahiren hayr üzere yaşasa şer üzere sonuçlanırsa bu ömür, şer üzere canını vermiştir.”
Başka bir rivayette; savaşlardan birisinde şirk ehlinden birisi Efendimizin yanına gelip diyor ki: “Ya Muhammed, ben savaşayım mı yoksa Müslüman mı olayım?” Efendimiz buyurdular ki: “Önce Müslüman ol, sonra savaş.” Adam; iman ediyor, gazvenin içerisine dalıyor, savaşıyor ve kısa zaman sonra adam vefat ediyor, şehit oluyor. Efendimiz (s.a.v.) ona bakıyor ve diyor ki: “Çok az amel işledi ama çok büyük ecirler aldı.” Adam, cennetlik. Bütün ömrünü şirk üzere geçirmesine rağmen “son” çok önemli olduğu için sonuç onunla görülüyor. Allah, ona hidayet etti, adam imam etti, son anını O’nun rızasına göre değerlendirip güzel sonuca ulaştı. Önemli olan üzerinde olduğumuz hal değildir. Önemli olan Allah’ın hangi amel üzere bizim canımızı alacak oluşudur. Ölürken son nefesimizi verirken bizden açığa çıkacak şeyin ne olduğudur.
Hafız İbn Receb (rahimehullah) diyor ki: “Ölüm anı insanların yapmacıktan en uzak olduğu andır.” Ve sen, ölüm anından önce ne izhar etmişsen ölümden önce ölüm anında ortaya çıkacak olan da odur. Hayatını taat üzere geçirenler -Allah’a yönelenler-, Allah’ı sevenler ve Allah’tan korkanlar, ölürken de bu sevgilerine delalet eden bir şey ağızlarından çıkacak, bu şekilde öleceklerdir.
Hayatlarını masiyetle geçirenler, Allah ile aralarına perdeler koymuş olarak yaşamış olanlar, kalplerinde sıkıntı olanlar; bunlar, zahiren İslam’ı yaşamış olsalar da İslam dışı nefeslerini sonlandıracaktır. Kim ne üzere yaşarsa yaşasın canını, bu üzere verir.
Abdullah ibni Zübeyir’in -radiyallahu anhu- oğlu Urve, öleceği gün ölüm sekeratına giriyor. Bu kişi, sürekli oruç tutan ve Kur’an okuyan bir adamdı. En fazla yaptığı amel buymuş; oruç tutuyor, Kur’an okuyor. Çocuğu diyor ki: Benim babam bayramın beş günü haricinde -Peygamberin yasakladığı bayram günlerinin dışında- hep oruç tutardı. “Durumun kötü, zayıf düştün, durumun iyi değil; gel orucunu aç,” dedilerse de kabul etmedi, “Hayır” dedi. Vallahi ben, Allah Resulünü şöyle derken işittim:
“Kim oruçlu bir şekilde gününü tamamlar ve ölürse Allah -azze ve celle- muhakkak ki onu cennete sokacaktır.” Ben, umuyorum ki Allah benim canımı oruçlu bir şekilde alsın. Cennet, benim için hak olsun. Gerçekten Urve ibni Zübeyr, o gün oruçlu vefat ediyor. Canını veriyor. Sürekli oruçluydu, taat üzereydi, ihlasla bu ameli yerine getirdiği için Allah onun canını (iman) üzere oruçluyken aldı. Osman (ra), sahabe içerisinde en fazla oruç tutan sahabilerdendi. En fazla Kur’an okuyanlardan bir tanesiydi. Fitne gününde ona geldiler, dediler ki:
“Ey Osman, ‘Bu günlerde oruç tutmasan.’ Diyor ki: ‘Ben, dün gece Rasulullah’ı -Sallallahu aleyhi ve sellem-, Ebubekir’i, Ömer’i -Radıyallahu anhum- rüyamda gördüm. Bana dediler ki: ‘Ey Osman, sen yarın bizimle beraber iftar edeceksin, bizim yanımızdasın’ ve ben istiyorum ki o iftara oruçlu varayım, diyor. Ve Kur’an’ı istiyor. Kur’an okurken Hariciler fitne evine daldılar. Osman (ra) oruçlu iken ve Allah’ın kelamını okurken onu katlettiler ve Allah’a canını bu şekilde verdi.
İbn Abbas’ın talebesi “Mücahid (ra)”, hayatını ilim talep etmeye adadı, ibadet ve ilme aşırı düşkündü. O kadar ki bir çocuğun annesinin peşine koşması gibi İbn Abbas’ın peşinden koşardı ve ayet ayet ona Allah’ın kitabını sorardı. Onun talebesi diyor ki: Mücahid -r.a.- secdeye kapandı ve secdedeyken başını kaldırmadı. Ona yaklaştık, baktık ki Mücahid, Allah’a ruhunu teslim etmiş. İşte bu, “Hüsnü’l-Hatim”, Allah’ın razı olacağı bir halde Allah’a canını vermesidir. Bunun zıddı bir de “sui” hatime vardır. Allah, bizi bundan korusun.
Her birimiz amellerimize bakalım. Allah, bizi izlediğinde, bize nazar ettiğinde, bizi hangi amel üzere görüyor? Emin olalım ki bizi en fazla hangi amel üzere görüyorsa Allah -azze ve celle- canımızı da aynen o şekilde ve o amel üzere alacaktır. Kişi, hayatını ne ile geçiriyorsa kişinin hayatında derdi ne ise son nefeste açığa çıkacak olan da odur. Ebu Huzeyfe’nin -radıyallahu anhu-, azatlı kölesi Salim… Yemâme günü savaşa katıldığında sancağı Salim -radıyallahu anh- taşıyor, düşman ona saldırıyor, sağ kulunu koparıyor, sancağı sol koluna alıyor, onu da kesiyorlar, sonra sancağın üzerine gövdesiyle kapanıyor ve tam canını verirken orada bulunanlardan birisi şu ayeti okuyor:
“Muhammed, sadece bir resuldü, kendisinden önce gelip geçen resuller gibi o öldüğünde veya öldürüldüğünde siz ayaklarınızın üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim ayaklarının üzerine gerisin geriye dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükreden toplulukların karşılığını/mükâfatını onlara verecektir” (Al-i İmran, 144).
Salim -radıyallahu anh-, sahabe arasında en güzel Kur’an okuyan ve sürekli Kur’an okumaya gayret eden gençlerden bir tanesiydi. Hatta Allah resulü, bir gece baktı ki mescitten Kur’an sesi geliyor. Yaklaştı, baktı Salim Kur’an okuyor: “Allah’a hamd olsun ki,” dedi “benim ümmetimden senin gibi gençler var.” Salim -radıyallahu anh-, ölürken başka bir şekilde değil, sürekli okuduğu Kur’an üzere canını verdi.
Şeyhülislam İbn Teymiyye, bütün ömrünü Kur’an’ı okumak, Kur’an’ı savunmak, Kur’an’ın hakikatlerini insanlara ulaştırmak için yaşadı ve vefat etmeden önce hapse atıldı ve 18 defa Kur’an’ı baştan sona okudu. Hapiste, bir öğrencisine diyor ki: “Vallahi ben, bu sefer Kur’an’dan öyle manalar anladım ki eğer bu manaları daha önce anlamış olsaydım, her şeyi bir kenara bırakırdım, sadece ve sadece Allah’ın kitabını okurdum ve onu fehmetmeye çalışırdım.” İbn Teymiyye de Kur’an okurken ölüyor. Okuduğu ayet şu: “Muhakkak ki muttaki olanlar, cennetlerde ve ırmak kenarlarındadırlar. Doğruluğun hâkim olduğu bir ortamda, gücüne sınır olmayan bir hükümdarın huzurundadırlar” (Kamer, 54-55). Ağzından dökülen en son kelimeler, bunlar oluyor.
İbn-ül Cevzi, “Sıfat us-Safve” kitabında avamdan bir yaşlı kadından bahsediyor; Kadının birisi sürekli diyor ki: “Ah! Benim Rabbimin evi…” Kadın, yüceler yücesi olan Rabbinin evine gitmek istiyor. Rabbimiz önemine binaen “benim evim” demiş; demek ki bu Kâbe, Allah’ın yanında çok değerli. “Ah Rabbimin evi, Ah Rabbimin evi!” Bir gün hacca giden bir topluluğa diyor ki: “Beni de yanınızda götürün, ben Rabbimin evini görmek istiyorum. Artık yaşlanmış, piri fani olmuşum.
Ben Rabbimin evini görmek istiyorum. Benim Rabbimin evi, nasıl bir evdir? Kadını yanlarına alıp götürüyorlar. Sürekli soruyor: Rabbimin evine geldik mi, Rabbimin evi göründü mü, diye. En son diyorlar ki: Ey aciz kadın, ey yaşlı kadın, “bu, senin rabbinin evidir”. Koşuyor, secdeye kapanıyor, “Benim Rabbimin evi, benim Rabbimin evi…” Ve kadının sesi değişiyor, kadına yaklaşıyorlar ki kadın, rabbinin evinde rabbine secde ederken, rabbine en yakın olduğu yerde canını veriyor. İman, amel, ihlas…
Tabii ki bir de bunun karşılığında İmam Zehebi, “Kebahir” kitabında naklediyor: Sürekli satranç oynayan birine, ölüm anında yanına gelip “Ey falan kişi, ‘la ilahe illallah’ de. Der ki “şah”. Tekrar ederler: ‘la ilahe illallah’ de. O, bu defa “mat” der ve bu şekilde canını verir. Hayatını sürekli oyunla, eğlence ile geçirenler, ölecekleri zaman bunu beklemesinler; nasıl yaşamışlar ise sonuç odur. Şarkı söyleyerek ölenler, pislik içinde ölenler vs…
Peki, ne yapacağız? Korkacağız, sahabilerin ve onların yollarını takip edenlerin korktuğu gibi korkacağız. Böyle anlatılanlar gibi ölmekten korkacağız. Korku yeter mi? Hayır! Sürekli Allah’a yalvaracağız; o zaman bizler, ya ölürken Allah -azze ve celle- canımızı güzellik üzere alacak ya da bu örneklerde anlatmış olunduğu gibi -Allah muhafaza- bizi rezil ederek hem ahiretimizi karartacak hem de aynı zamanda dünyada hakikatimizi insanlara gösterecektir. Daha tehlikeli olan nedir biliyor musunuz? İmam Müslim’in rivayet ettiği şu hadis:
“Her kul, Allah’ın huzuruna, öldüğü hal üzere diriltilecek.”
Şarkı söyleyen, dans eden, zina, hırsızlık her neyse sonu onunla olur ya da Kur’an okuyarak ibadet üzere öleceğiz, korkacağız. Yetmez, dua edeceğiz, çalışacağız, koşturacağız, çabalayacağız ama amellerimize güvenmeyeceğiz. Allah’ın rahmetini, Allah’ın affını ve keremini, yine Allah’tan umacağız.
İmam Kurtubi; “Ey insan, sakın ha amellerine ve imanına güvenme, seni bu imana ve amele muvaffak kılan, Allah’tır. İstediğin zaman onu senden alacak olan, gece hayır üzere gecelemene rağmen, sabah kalktığında içinin bomboş olduğunu ve şerre meyilli olduğunu, sana yapacak olan yine Allah’tır. Nice gece bakıldığında insanın gözünü alan çiçek, gece don vurduğunda, sabah kalktığımızda yüzüne bakılmayacak bir hal almıştır. Allah’ın, mümin olan kullarına üzerindeki tasarrufudur. Sakın amellerimize güvenmeyelim. Kalktığımız bir iki namaza tuttuğumuz bir iki aya tekabül eden oruca, okuduğumuz hatimlere güvenip biz Allah’a salih amel takdim ediyoruz, diye bu amellerimize dayanırsak, -Allah muhafaza- Allah bizi kendi nefsimizle baş başa bırakır.
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gereği gibi (takva ehli olun onun hak ettiği gibi) saygılı olun ve ancak Müslüman olarak can verin” (Al-i İmran, 102).
Takva: Allah’a saygı ve onun koyduğu kuralları ihlal etmemek, Allah’ın belirlediği şiarlara İslam’ın alametlerine, temel değerlerine saygı göstermektir. Hükümlerini tahrif etmemektir. Samimi, riyasız, sevgiden kaynaklanan saygıdır, bu da devamlıdır. Takva, bir manada; gerçek Müslüman bilinci, insanda bulunan bir bağışıklık sistemi olduğunu, insanın biyolojik yapısını koruyan, bağışıklık sistemi neyse bizim manevi yapımızda da bulunan takva, böyledir. Her canlının kendisini savunma mekanizması vardır. Aynı şekilde insanın şeytana karşı kötülüklere karşı kendisini savunmasına da “takva” diyoruz.
Manevi mikroplara karşı kalbin, ruhun güçlü olması, insanın kendisini koruması, takvadır. Ölmeyin, Müslüman olmadan sakın ölmeyin. Kamil imana sahip olamazsanız bile Müslüman olarak gelin.
Habl: İp. Aynı zamanda damar manasına da gelir. Vücudumuzda toplardamar, atardamar biyolojik olarak vücudumuzda iki büyük damar var. Birisi, kirli kan getiriyor, kalp temizliyor, tekrar vücuda temizi taşıyor; öbürü, kanı taşıyor, kalpten alıp dağıtıyor.
Kaf suresi 16. ayette Allah’u Teâlâ şöyle buyuruyor: “And olsun ki insanı, biz yarattık ve elbette nefsinin ona neler fısıldadığını biliriz ve biz ona (habl-i verid) can damarından daha yakınız.”
Ali İmran suresi 103. ayette geçen “habl”, Kur’an demektir. “Sarılın yapışın ki ayrılığa düşmeyesiniz; hepiniz birlikte sarılın, kurtulmanız için ipe tutunun, kuyudan çıkmak ipsiz olmaz, ayrılığa düşmeyin.”
Allah, Kur’an’la eğitir. Bilgiden sonra uygulama. Sonra imtihan. Azabından kaçmak, korunmak için ona iltica etmenin adı da takvadır. Takva, Allah’a karşı olan sevgimizi kaybetmemek, ona karşı gelmemek, emirlerini saygılı olmak bilmek, örnek olarak yaşamak. Aslında bilmek demek, davranış değişikliğine gitmek demektir. Kuru bilgiye ilim denmez. Kur’an, bu durumda olanlara “kitap yüklüler” demiştir. Takva, bilinenle yaşamaktır; ne kadar bilinirse bilinsin o bilgi içselleştirilmedikçe o bilgi, insana fazla bir fayda sağlamaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, takvayı, kalbini göstererek ne güzel açıklamıştır: “Takva, buradadır; takva, buradadır; takva, buradadır.” Bunu, üç kez söylemiştir. Dilini veya herhangi bir uzvunu söylememiş, kalbin ne kadar önemli olduğunu bilmeliyiz. Şunu anlıyoruz ki imandan sonra amel, olmazsa olmaz takviyedir müminler için. Mümin olanın şartı iman, mümin kalabilmenin şartı da ameldir.
En Emin olana emanet olunuz.
Sümeyye DEMİRCİ