Halifeliğin Kaldırılması ve TBMM
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Halifeliğin Kaldırılması ve TBMM

Milli Mücadelenin başlangıcından ve özellikle de Mustafa Kemal’in Samsun’a gittiği günden itibaren yaptığı konuşmalarda, çektiği telgraflarda ve yayınladığı tamimlerde gündeme getirdiği tek ve en önemli konu, Hilafet merkezini ve Saltanatı kurtarmaktı. Bu, 27 Ekim 1922’de İngilizler tarafından hem İstanbul, hem de Ankara hükümeti görüşmeler için Lozan’a çağırılmasına kadar devam etmiştir. Bu şekilde çağrılmayı fırsat bilen Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Meclis’te saltanatın İslam’da olmadığına dair tam bir din âlimi gibi uzun bir konuşma yaparak saltanata karşı tavrını açıkça göstermiştir. Bu konuşmada, İslam’da saltanatın olmadığını dört halife dönemindeki uygulamaları anlatarak ispata ve milletvekillerini ikna etmeye çalışmıştır. Neticede saltanat, hilafetten ayrılarak 1 Kasım 1922’de kaldırılmış ve Vahideddin Efendi 17 Kasım 1922’de ülkeden ayrılmış, 18 Kasım’da ise Abdülmecid Efendi Halife olarak seçilmiştir. Halife seçiminden sonra Mustafa Kemal yurt içinde, İsmet İnönü de Lozan görüşmeleri dolayısıyla gittiği Lozan’da Halifeliği övmeye, kanlarının sonuna kadar Hilafet makamını korumaya ve bu makamın Osmanoğullarına ait olduğuna ilişkin açıklamalarda bulunmaktaydı. Ancak bu konuşmaların ve Saltanatın kaldırılmasının üzerinden de çok geçmeden bu sefer Halifeliğin aleyhinde aynı tür konuşmalar yapılmaya başlanmıştır. Aslında İnönü, Kazım Karabekir gibi isimlere göre Mustafa Kemal kendisi Halife olmak istiyordu. İktisat Kongresi için İzmir’e giderken uğradığı her şehirde buna ilişkin konuşmalar yapmaktaydı. Ancak Mustafa Kemal’in bu tavrı, İngiltere’nin Lozan görüşmelerinde Halifeliğin kaldırılmasını şart koşmaya kadar devam etmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk Fotoðraf ve Objeler

 

HİLAFETİN KALDIRILMASI!..

TBMM’deki halife seçilmesinden kısa bir süre sonra Mustafa Kemal’de Halifelikle ilgili bir takım değişikliklerin olduğu görülmeye başlanmıştı. Bu nedenle kimi milletvekilleri Halifeliğe sahip çıkmak için bir takım girişimlerde bulunmaya başlamışlardı. Bunların başında da Afyonkarahisar mebusu İsmail Şükrü Hoca gelmekte idi. İsmail Şükrü Hoca 15 Ocak 1923 tarihinde, önceden bastırılmış olan bir risaleyi meclis üyelerine dağıtarak açıkça harekete geçmişti. Risalenin adı “Hilafeti İslamiyye ve Büyük Millet Meclisi”dir.[1] Medrese öğrenimi yapmış vaiz olan Karahisar-ı Sahip (Afyonkarahisar) mebusu olan Hoca İsmail Şükrü (Çelikalay), (1876–1950) 46 yaşında mebus seçilmiş, ailecek hoca ve müderris yapısına sahipti.[2]

Şükrü Hoca[3], Halifenin varlığından bahisle “onun tanınmasının şer’an vacib olduğunu” Meclisin halifeyi hemen hemen ittifakla seçtiğini ve bu maksatla hilafet aynı zamanda hükümettir. Hilafetin hukuk ve vezaifini iptal etmek hiç kimsenin, hiçbir meclisin elinde değildir” görüşünü savunmuştur.

Şükrü Hoca risalesinin başında, “Bazı ulemayı kiram arkadaşlarımızla birlikte, düşündüklerimizi, kütüb-ü şer’iyye’de mevcut, muayyen ve müstakar (değişmez) İslam buyruklarını neşrederek… ne yazık ki yanılgıya sürüklendiği, aldatıldığı görülen Müslüman kamuoyunu tenvir etmeyi kaçınılmaz bir vecibe telakki ettik” diyerek Müslüman kamuoyuna “Halife meclisindir, meclis halifenindir” demişti.

Bu risale mecliste milletvekillerine dağıtıldığında Mustafa Kemal Eskişehir’de bulunuyordu. Gezi anında meclisteki gelişmeleri duyan Mustafa Kemal, Şükrü Hocanın dağıttığı, “Hilafet-i İslamiye ve BMM” adlı risaleyi gezinin ikinci durağı olan İzmit’e acilen istetmişti. Meclisteki beklenmedik bu gelişmeler ve yeniden halifeliği gerçek anlamında görmek isteyenlerin tavrı Mustafa Kemal’i çok sinirlendirmişti. Mustafa Kemal, meclis içerisindeki bu hareketi düpedüz irtica hareketi olarak yorumluyor ve Şükrü Hocanın taraftarlarına ateş püskürüyordu. (…)[4]

Bu risale, sahibi olduğu matbaada basan da İkinci Grubun önde gelen mensuplarından Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’dir. Deniz yüzbaşısı iken askerlikten istifa ederek siyasete atılan Ali Şükrü Bey sadece dini konularda değil, siyasi konularda da Mustafa Kemal’le sürekli çatışan biriydi. Lozan görüşmeleri sırasında İsmet İnönü’nün hariciyeci olmamasını eleştiren Ali Şükrü, bu dönemde meclis çalışmalarını engelleyerek Mustafa Kemal’in tepesini iyice attırmış, hatta Mustafa Kemal’le birbirlerinin üzerine yürümüşlerdir.[5]

Hoca Şükrü Efendi’nin risalesine karşı, Saltanatın kaldırılmasında da ilk adımı atan Antalya mebusu Rasih Kaplan, Muş mebusu Elhac İlyas Sami ve Siirt mebusu Halil Hulki adlı üç “sarıklı” tarafından değişik halifelik yorumlarına karşı “Milli Hâkimiyet” kavramını savunan ve “İslamiyet’te ruhani ve cismani farkı yoktur. Böyle bir farka delalet edecek şekilde bulunmak kâfiri taklittir” diye bir başka risale yazmışlardır. Bu üç hoca, Hoca Şükrü Efendi’nin risalesinde Saltanatla Hilafetin ayrılığının geçici olduğunu söylemesine itiraz ederek “Hayır efendim! Vaziyet muvakkat değildir. Hal-i tabii ve asli budur!” diyerek resmi görüşü adeta ilan etmişlerdir.[6]

Hoca Şükrü Efendi’nin risalesi Mustafa Kemal’e, İzmit’te ulaşmıştır. İzmit’te bu risale kadar önemli olan bir başka olay ise İzmit Kasrı’nda yapılan basın toplantısıdır. Toplantıya davet edilen gazeteciler sırasıyla Vakit’ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar’dan Velit Ebuzziya, İleri’den Suphi Nuri (İleri), Tanin’den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam’dan Falih Rıfkı (Atay), İkdam’dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı olup, üç de izleyici vardır: Ankara Hükümeti’nin İstanbul’daki temsilcisi Dr. Adnan (Adıvar) Bey ile eşi Halide Edip Hanım İstanbul’a gelene kadar aynı görevi yapmış olan İstanbul Kızılayı’nın başkanı Hamid Bey. Toplantı TBMM’nin yeminli dört kâtibi tarafından zabıt altına alınmış, ancak konuşmaların yayınlanmaması kararlaştırılmıştır. Yine de bazı gazeteciler dönüşlerinde toplantıdan genel olarak söz eden yazılar kaleme alırlar. Toplantı boyunca 60’dan fazla konu başlığı üzerine durulduğu halde, Mustafa Kemal’in gazetecilerle en çok konuşmak istediği konunun Hilafet olduğu, sorduğu sorulardan gayet rahat anlaşılır.[7]

Peki, ne olmuştur da, daha üç ay önce Saltanat’ın kaldırılması sırasında muhafaza edilmesine Mustafa Kemal’in bile itiraz etmediği hatta savunduğu Halifelik böylesine rahatsızlık yaratır olmuştur? Bu rahatsızlığın görünürdeki nedenlerinden ilki, yeni Halife Abdülmecit Efendi’nin biat törenini takiben, teşekkür telgrafını TBMM Başkanlığı yerine “Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine” diye çekmesi; imzasını da “Halifeyi Resullullah Hadimü’l-Haremeyni’ş-şerifeyn Abdülmecid bin Abdülaziz Han” diye atmış olmasıdır. Bilindiği gibi Halife Hazretlerine imzasını “Halife-i Müslimin” veya “Hadimü’l-Haremeyni’ş-şerifeyn” olarak atması, ayrıca “han” gibi hanedan çağrıştıran unvanlar kullanmaması gayet açık biçimde anlatılmıştır. Dahası, Halife olarak atanmasından sadece iki ay sonra Abdülmecit Efendi’nin sakallarını tam boy uzatıp, bütün nişanlarını takıp sağda solda gezmeye başlaması, ardından da Hilafet konusundaki olumlu görüşleri gayet iyi bilinen Doğu Trakya Komutanı ve İstanbul’daki geçici askeri kumandan Refet (Bele) Paşa’nın Abdülmecit Efendi’ye süslenip püslenmiş Konya adlı bir beyaz at hediye etmesi epey can sıkmıştır ki[8] Abdülmecit Efendi Eyüp Camii’ndeki Cuma namazlarından birine Halifelik nişanları ile katılınca, bundan 2,5 ay önce cesaret edilemeyen adımın atılması için uygun atmosfer yakalanmıştır.

İşte böyle bir atmosferde 16-17 Ocak gecesi İzmit Kasrı’nda yapılan toplantının başında “İstanbul’da hilafet ve saltanat meselesi mevzubahis oluyor mu?” diyerek konuyu açan Mustafa Kemal gazetecilerin çekingen biçimde ve kısaca görüşlerini belirtmesinden sonra İstanbul’un coğrafi ve siyasi mevkiinden başlayan, nüfus, meclisteki durum, İkinci Grubun kurulması gibi konuları da kapsayan uzun bir açıklamaya girişir. Gazetecileri halifelik meselesine dair soru sormaları için teşvik eder ancak soruların kendi istediği gibi formüle edilmemesine tahammülü olmadığı da bellidir. Nitekim daha sonra belirttiği gibi İzmit İleri’den Kılıçzade İsmail Hakkı Bey’in “Yeni hükümetin dini olacak mı?” diye sorması kendisini çok rahatsız etmiştir. “Laik hükümet tabirinden dinsizlik manası çıkarmağa mütemayil olanlara fırsat vermemek maksadı” ile “o gün istemeden de olsa “Vardır efendim fakat İslam dini hürriyeti efkâra mani değildir” der. Hakkı Bey’in “Yani hükümet bir din ile tedeyyün edecek mi?” şeklindeki ısrarı üzerine de “Edecek mi, etmeyecek mi bilmem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir. Dini de din-i İslam’dır. Dini reddedecek ortada bir sebep yoktur” demek zorunda kalır.[9] Ancak o gün toplantıyı terk edenlerin büyük bir kısmı, Mustafa Kemal’in Hilafet ve laiklik konusunda radikal adımlar atacağını anlamış olmalıdır.

Mustafa Kemal halife olmak istiyordu!..

Ancak bütün bu yapılanlara rağmen ve yine 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa’ya, 1 Kasım 1922’de kaldırılan Saltanat’a ve 29 Ekim 1923’de ilan edilen Cumhuriyet’e rağmen Halifeliğe ve Anayasa’daki: “Devletin dini İslâm’dır” maddesine dokunulmamıştı. Çünkü Kâzım Karabekir’e göre Mustafa Kemal sultan/halife olmayı düşünüyordu. Balıkesir Hutbesi’nde ve diğer konuşmalarında hiç yoktan sürekli Hilâfet’ten ve Saltanat’tan bahsedip çektirdiği sarıklı, cübbeli fotoğrafın altını “mefkure (ideal) hatırası” yazarak imzalaması bunun en bariz deliliydi. Onu halife/sultan olma fikrinden caydırmak için İnönü ve Karabekir çok uğraşmışlardı. Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’in halife/sultan olma çabalarını ve kendilerinin nasıl engel olmaya çalıştıklarının hikâyesini şu manidar sözlerle noktalar: “Hilâfet ve Saltanat’ı almak için koyu bir mü’min yüzüyle minberlere kadar çıkıp hutbeler okumak, başaramayınca bizzat medh’ü sena edilen mukaddeslere dil uzatmak ve bunları alt üst etmek üzere tek adamlığa çıkmak iki tehlikeli ifratın birinden diğerine atlamak herkesin yapabileceği bir iş değildi.[10]

1923 Şubatının ilk günlerinde (7 Şubat’ta) bir öğle namazını Balıkesir Paşa Camii’nde büyük bir kalabalıkla kıldıktan sonra minbere çıkan Mustafa Kemal, İslâm dininin yüceliğini, erdemini, Allah’ın birliğini, şanının yüceliğini, peygamberin Allah tarafından insanlara dinin gerçeklerini telkin için gönderildiklerini, dinin temel kanunu olan yüce Kur’ân-ı Kerim’in değişmez kuralları bulunduğunu, İslâm’ın son ve mükemmel bir din olduğunu belirttikten sonra tarihe “Balıkesir Hutbesi” olarak geçen bir konuşmada bulunmuştur. Bu konuşmanın bir bölümü şöyledir:

“Ey Cemaat! Bu dakikada, Tanrı’nın elinde, Tanrı’nın huzurunda bulunuyoruz. Peygamberimizin inanmış olanlarla toplandığı kutsal yerde bulunuyoruz. Ey Balıkesirliler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatmak, sonra kalkıp gitmek için değildir. Camilerimiz din ve dünya işleriyle ilgili işlerde meşveret (birleşip/görüşme) içindir. Her şey ancak meşveret suretiyle en doğru yola sokulur. Dinimiz, dünyamız, milletimizin mutluluğu ve refahı, milli egemenliğimiz ve bağımsızlığımız için ne düşünüyorsak ortaya koyalım, dertleşelim. Ben yalnız kendi düşüncelerimi söylemek istemiyorum. Milli emanetler, milli irade yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bütün bir milletin arzularının, emellerinin sonucundan ibarettir.”[11]

Halifelik, İngiltere istemediği için kaldırılmıştır!..

Halife ve Hilafete bu kadar övgü ve medh ü senâdan ve Balıkesir’deki hutbe iradından kısa bir süre sonra 3 Mart 1924 günü niçin Halifeliğin kaldırılmasına karar verilmişti? Elbette Halifeliğin kaldırılmasının bir perde arkası vardı ve bu Mustafa Kemal’in Hilafete yönelik düşüncelerinin değişmesine sebep olmuştu. Perde arkası olayların başında Lozan Konferansı ve bu konferansta İngiltere’nin alenileşen Hilafete karşı olan ezeli tavrı gösterilmektedir. Çünkü üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk kuran İngiltere, bu asrın başlarında çok sayıda İslâm ülkesini sömürgesi altına almıştı. Fakat bütün İslâm dünyası manen İstanbul’daki halifeye bağlı olduğu için o topraklarda hâkimiyetini tam manasıyla kuramıyordu. Bu yüzden önünde en büyük engel olarak Hilafeti görüyordu.[12] Dolayısıyla İngiltere’nin çıkarları için Hilafetin son bulması gerekiyordu. Bu sebeple Lozan Konferansı, İngiltere için iyi bir fırsat oluşturmuştu. Bu fırsatı çok iyi değerlendiren İngiltere, Türk delegelerine: “Ya Hilâfet kaldırılır ya da sizinle tekrar savaşılır” tehdidinde bulununca heyet başkanı İnönü, bu tehditten korkmuştu. Ancak, İnönü’nün yapacağı bir şey yoktu. Çünkü o tarihlerde Türkiye’de Mustafa Kemal tarafından Hilâfet konusunda övücü, medh edici konuşmalar, hutbeler irad ediliyordu. Nitekim Lozan Konferansı’nda bulunan Lord Curzon’a Türkiye’den ulaşan haberlere bakılırsa, Mustafa Kemal’in İnönü’ye paralel olarak Hilafeti göklere çıkardığı ve daha emin bir tabirle söylemek gerekirse Halife olmak istediği anlaşılmakta idi. Böyle bir gelişmeyi kabul etmek istemeyen Lord Curzon İsmet İnönü’nün müşaviri sıfatını haiz bulunan İstanbul Haham başısı Hayim Naum Efendi’yi çağırarak daha önceki taahhütlere uygun olarak “Hilâfet ilga edilmediği takdirde sulhün gerçekleşemeyeceği”ni söylemiştir. Esasen bu mesele ile öteden beri meşgul bulunan Hayim Naum Efendi, İsmet İnönü ile Lord Curzon arasında bu mesele ile ilgili haberleri getirip götürmek suretiyle ciddi bir gayret sarf etmişti.[13] Türk delegeleri ile Hilâfet konusundaki pazarlık bitirilemeyince Hayim Naum Efendi, İnönü’den evvel Türkiye’ye gelmiştir. Bu sırada toplanan İzmir İktisat Kongresi’ne katılmak üzere muhtelif şehir ve kasabalara uğraya uğraya seyahat eden Mustafa Kemal, her yerde Hilafeti methediyor ve bir ‘halife namzedi’ gibi konuşmalar yapıyordu.[14]  Sözgelimi tam Lord Curzon’un Lozan’ı terk ettiği güne tesadüf eden 4 Şubat’ta Balıkesir’deki Zağnos Paşa Camii’nde yukarıda nakledilmiş olan hutbeyi okumuştur.[15] Fakat İzmir’de kendisine mülâki olan Hayim Naum Efendi’den İngilizler’in Hilâfet hakkındaki kararlarını öğrenen Mustafa Kemal, takip etmekte olduğu “Hilâfet Siyaseti”nin politikasına uygun olmadığını anlayınca rota değiştirmiş ve ilk önce İzmir İktisat Kongresi’nde Hilafete hücum eden bir konuşma yaparak yeni siyasetinin ilk işaretini vermiştir.[16] Ayrıca bu görüşmede “iddiaya göre Hayim Naum Efendi’ye Lord Curzon’a verilmek üzere “yazılı bir taahhüt”te de bulunulmuştur.[17] Lozan Konferansı için yeniden davet edilen Türk delegeleriyle konferansın ikinci devresi başlamış ve bu devre gayet kısa sürmüştür. Burada varılan resmî neticelerin dışında ayrıca gizli bir anlaşma daha yapılmıştır ki, bu anlaşma başta “Hilâfet’in ilgası” olmak üzere bütün inkılâp hamlelerini içine almaktadır.[18] Rauf Orbay’ın hatıralarında bu konuya şöyle yer verilmektedir: “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre Lozan’da İngilizler’le bir nevi gizli arabuluculuk rolü oynayan Hayim Naum Efendi’nin telkinleriyle “Hilâfet’in artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu” fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu. Peki, ya dört-beş ay önceki Hilâfet’e bağlılık, hatta Hilâfet’in kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kati ifadeler ve İslâm âlemine bunun duyurulması hususundaki telâş ve heyecan ne olmuştu?”[19] Lozan Muahedesi’nden sonra İngiltere Avam Kamarası’nda ‘Türkler’in istiklâlini niçin tanıdınız?’ diye yükselen itirazlara Lord Curzon’un verdiği cevap: ‘İşte asıl bundan sonra Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz’ idi. Bu çerçevede Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’ların verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır. Artık bunun üzerinde her şey apaçık anlaşılıyor değil mi?[20]

Ağustos’ta durum Hilafet yanlılarının aleyhine dönmeye başlayacaktır. Çünkü yeni seçimlerde sadece İkinci Grup üyeleri değil, eski İttihat ve Terakki mensuplarının da varlık göstermeleri önlenmiştir. Seçilenlerin ezici çoğunluğu Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu üyelerindendir. 11 Ağustos’ta Meclis açılmış, iki gün sonra Meclis Başkanlığına Mustafa Kemal seçilmiş, aynı gün Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile ters düşen Rauf Bey başbakanlıktan çekilmiş ve yeni başbakan Fethi (Okyar) Bey döneminde 23 Ağustos’ta Lozan Barış Anlaşması Mecliste onaylanmış ve 29 Ekim 1923’de bir oldubittiyle Cumhuriyet ilan edilmiştir.[21]

2 Kasım 1923’de Hüseyin Cahid’in gazetesi Tanin “Çok Yaşa Cumhuriyet” başlığını atar, Vatan ve Tevhid-i Efkâr’da Cumhuriyet’in ilanına karşı olduğu bilinen Rauf Bey’in görüşleri yayınlanır. İstanbul Barosu başkanı ve Dersim mebusu Lütfi Fikri Bey ise Halife’nin kendiliğinden çekileceği dedikodularına karşı yazdığı “Huzûr-u Hazret-i Hilâfetpenâhî’ye açık ariza” başlıklı mektubunu Tanin gazetesinde yayınlatır. 10 Kasım 1923 tarihli mektupta, yazar Abdülmecid Efendi’nin halifelikten istifa edeceği dedikodularına değinerek, eğer Abdülmecid Efendi Halifelikten kendi rızasıyla ayrılırsa, İslam dünyasına büyük hizmetleri dokunan Osmanlılar üzerinde büyük dış baskıların meydana çıkacağından dem vurmakta, Halife Efendi’nin kesinlikle böyle bir şeye kalkışmaması için adeta yalvarılmaktadır. Lütfi Fikri Bey’e göre Halifelik “manevi hazine” olup “istifa bir intihar”dır.[22] Aslında Mustafa Kemal’in Halifeliği kaldırmasından değil, Halifeliği üzerine almasından endişe ettiği hissedilen Hüseyin Cahit (Yalçın) ise Tanin’de “Şimdi de Hilafet Meselesi” başlıklı başyazısında Lütfi Bey’e destek vererek Halife’nin Türklerin gücünün kaynağı olduğunu, Halifeliği Türkiye sınırları dışına çıkarmanın intihardan farksız olduğunu söylemektedir. Hüseyin Cahid bu yayınlarını Kasım ayı boyunca da sürdürecektir.[23] Rauf Bey ise Cumhuriyet’in ilanı üzerine verdiği demeçle 15 Kasım 1923 arasında kendisi gibi düşünen Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Refet paşalar ile Dr. Adnan Bey’i bir araya getirdiğini açık eder. Hatta bu arada Kazım Karabekir Paşa Halife Hazretlerine bir ziyaret yapıvermiştir.[24] Mustafa Kemal fırsatı kaçırmaz ve Rauf Bey’i, 22 Kasım 1923 tarihli Halk Fırkası görüşmelerinde 8 saat boyunca sıkıştırır, ama sonunda kamuoyuna fırkada bir ayrılık olmadığı açıklanarak iş tatlıya bağlanmıştır.[25]

Dış dünyadaki Müslümanlar da Hilafet konusunda endişelenirler ve bir takım girişimlerde bulunurlar. Nitekim Güney Asyalı Şii Müslümanların önde gelen liderlerinden ve Londra’daki İslam Cemiyeti’nin reisi Seyit Emir Ali ve İsmailiye mezhebinin lideri Ali Ağa Han, 9 Kasım 1923’de Halifelik makamı üzerine uzun bir mektup kaleme alır ve bunu The Times gazetesinde yayınlar. Emir Ali mektubunda, dinsel meseleleri tartıştıktan sonra Halifelik eğer Osmanlı Hanedanından ayrılacaksa, bunun Sünni Müslümanların ittifakı ile olması gerektiğini yeni halifenin ise tüm Müslümanların yapacağı seçimle seçilmesini önermektedir. Bazı çevrelerce “İngiliz Hükümetinin Kalemi” olarak tanıtılan Emir Ali 1919’da toplanan Paris Konferansı’na, yine “Britanya ajanı” diye takdim edilen İsmailiye Mezhebinin lideri Ali Ağa Han ile birlikte katılan Şii temsilcidir. İngiltere’nin kadim düşmanı Rusya’nın doğal olarak karşıtı olan bu iki önemli şahsiyet İngiliz-Osmanlı işbirliğinin faziletlerine yürekten inanmakta ve bu işbirliğinin Rusların tehdidi altında olan Asyalı Müslümanlara güç vereceğini düşünmektedirler.[26]

Emir Ali ve Ali Ağa Han 24 Kasım 1923’de Ankara’ya bir mektup gönderirler. Mektupta, kendilerini Türkiye’nin dostu ve gerçek destekçileri olarak tanıtmakta ve Halifeliğin şu andaki belirsiz durumundan ve Halifenin Türkiye’nin politik yaşamından dışlanmasından duydukları üzüntüyü belirtmektedirler. Yazarlara göre bu durum İslam’ın moral gücünü bozarak uzun vadede İslam dünyasının parçalanmasına yol açabilir. Ancak mektup Başbakan İsmet İnönü’den önce İstanbul basınının eline geçer. İkdam, Tanin ve Tevhid-i Efkar gazeteleri, 5 ve 6 Aralık 1923 tarihlerinde mektubu yayınlarlar.[27] Mektubun içeriği ve Sünni olmayan iki liderin Halifelik konusuna bu kadar dahil olmasının yarattığı kuşkular bir yana, mektubun Ankara yerine İstanbul’da ortaya çıkması büyük gerginlik yaratmıştır. Hâlbuki mektubun içeriği Hindistan Müslümanlarının yıllardır dile getirdikleri sempatinin tekrarından ibarettir. Hint Hilafet Komitesi’nin büyük çoğunluğu da Sünni’dir. Türkiye’den gelen tepkiler üzerine Ağa Han Londra’da The Times gazetesine bir açıklama yaparak “İngiliz telkini” ve “Padişahçıları teşvik” suçlamalarını reddeder.[28] İki Hintli soylunun mektubuyla Türkiye’nin tehlikeye girmeyeceğini gayet iyi bilen Mustafa Kemal’in bu olayı siyasi muhaliflerini sıkıştırmak için kullanması yakındır. (Devam edecek)

 

[1] Sebilürreşat başyazarı Eşref Edip Fergan tarihçi Kadir Mısırlıoğlu’na bu risaleyi kendisinin yazdığını, fakat yasama dokunulmazlığından yararlanmak için Hoca Şükrü Efendi’nin adıyla yayınlandığını söyler. Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet, Sebil Yayınları, İstanbul, 1993, s.295, dipnot 295; ayrıca bkz;  http://www.tevhidhaber.com/halifeligin-kaldirilmasi-2813h.htm

[2] Mete Tunçay, Tek Parti Yönetiminin Kurulması, s.64, Yurt Yayınları, Ankara-1981

[3] Hoca Şükrü Efendi “Milli Mücadele’ye katılanların katli vaciptir” şeklindeki Şeyhülislam Dürrizade Es Seyyid Abdullah’ın fetvasına karşı çıkarılan ve fetvayı veren Rıfat Börekçi’nin adından dolayı Börekçi Fetvası diye bilinen fetvaya imza veren Anadolu’lu hocalardan biridir. Meclisin en faal üyelerinden biri olduğu halde mebusların da savaşa gitmeleri kararı verildiğinde İslamköy yakınlarında kurulan ve gösterdiği kahramanlık yüzünden daha sonra Çelik Alay diye anılan alayla savaşa katılan ve daha sonra Çelikalay soyadını alan Hoca Şükrü Efendi’nin yayınladığı risale yüzünden gördüğü tepki gayet ironiktir. Daha geniş bilgi için bkz; http://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=353592

[4] Naşit Hakkı Uluğ, Halifeliğin Sonu, İş Bankası Yayınları, tarihsiz, s.101-102

[5] Ali Şükrü Bey, son olarak 26/27 Mart akşamı, Karaoğlan Çarşısı’ndaki Kuyulu Kahve’de dostlarıyla sohbet edip ve nargile içtikten sonra Mustafa Kemal’in muhafızlığını yapan Topal Osman’ın adamlarından Mustafa Kaptan’la kol kola yürürken görülmüştür. Kayboluşunun üçüncü günü kardeşi Şevket Bey, Başbakan Rauf (Orbay) Bey’e başvurur. İkinci Grup üyeleri tarafından Meclis gündemine taşınan konu, vekillerce ateşli biçimde tartışılır, “kaybolan tavuk değildir, bir milletvekilidir! Meclis derhal harekete geçmelidir” çağrısı üzerine Ankara Valisi Abdülkadir Bey’in emriyle tüm polis ve jandarma teşkilatı seferber edilir.

Topal Osman’ın yardımcısı Mustafa Kaptan’ın itiraf ettiğine göre, Mustafa Kaptan tarafından, yemek bahanesiyle Topal Osman’ın Saman Pazarı’ndaki evine götürülen Ali Şükrü Bey, burada Topal Osman ve sekiz adamı tarafından kementle boğulmuştur.

Ali şükrü Bey’i kim, niçin öldürdü? Bu konuda birçok iddia bulunmaktadır. Mahmut Goloğlu, Topal Osman tarafından şahsi husumetten dolayı öldürüldü, o dönemde TBMM zabıt kâtibi olan Mahir İz, Galiba ‘bir taşla iki kuş vurulsun’ diye Ali Şükrü Bey’in vücudunun ortadan kaldırılması Topal Osman’a havale edildi” der. Rıza Nur ise, Topal Osman’ın öldürülmesi emrini bizzat Mustafa Kemal vermiştir. Topal Osman cinayetten sonra Mustafa Kemal tarafından teselli edilmiş, Mustafa Kemal’in evinde saklanmıştır. Yine Rıza Nur’a göre etrafları sarılan Topal Osman ve sekiz adamı mukavemet etmeden Muhafız Alayı Kumandanı İsmail Hakkı Bey’e teslim olmuşlar, İsmail Hakkı Bey bu dokuz kişiyi tabanca ile öldürmüştür. Daha geniş bilgi için bkz; http://yakintarihimiz.org/milli-mucadele-kahramanitopal-osman-ve-ali-sukru-bey-mustafa-kemalin-emriyle-oldurulmustur-bir-tasla-iki-kus-vurulsun-diye.html; ayrıca bkz; Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul,1969, s.339

[6] Ayşe Hür, Toplumsal Tarih Dergisi, S. 148, Nisan 2006, s.14-23

[7] Ayşe Hür, Toplumsal Tarih Dergisi, s. 148, Nisan 2006, s.14-23

[8] Atatürk, 1938, Nutuk, s. 499-500 ve 505-506

 

[9] http://www.tevhidhaber.com/halifeligin-kaldirilmasi-2813h.htm

[10] Mustafa İslâmoğlu, İslâmî Hareket Anadolu/III, Denge Yayınevi, İstanbul 1993, s. 227; Paşalar Kavgası, s.204

[11] Kemal Zeki Gençosman, Altın Yıllar, Hür Yayın, İstanbul 1981, s. 55-56.

[12] Yılmaz Altıparmak, İslâmiyet Açısından Atatürk ve İnkılâplar, 2. bsk, Timaş Yayınevi, İstanbul 1993, s. 279

[13] Mısıroğlu, Lozan, c. I, s. 271-272.

[14] Mısıroğlu, Lozan, c. I, s. 273

[15] Mısıroğlu, Lozan, c. I, s. 273.

[16] Gazi Paşa İzmir Yollarında, s. 102 vd.’den nakl: Mısıroğlu, Lozan, s. 273.

[17] Mısıroğlu, Lozan, s. 274.

[18] Mısıroğlu, Lozan, s. 276.

[19] Mısıroğlu, Lozan, c. I, s. 276.

[20] Yılmaz Altıparmak, İslâmiyet Açısından Atatürk ve İnkılâplar, 2. Baskı, Timaş Yayınevi, İstanbul 1993, s. 281-282.

[21] Daha geniş bilgi için, F. Rıfkı Atay, age. s.376 vd.

[22] Seçil Akgün, Halifeliğin Kaldırılması ve Laikliik, Turhan Kitabevi, tarihsiz, Ankara,138; ayrıca bkz; Mısıroğlu, Hilafet, s.303; Tunçay, age.72; Uluğ, age. s,130

[23] Akgün, age. s.138-139; Uluğ, age. s,130

[24] Akgün, age. s.142

[25] Tunçay, age.s.72

[26] http://www.tevhidhaber.com/halifeligin-kaldirilmasi-2813h.htm; ayrıca bkz; Tunçay, age. s.73-74; Mısıroğlu, Hilafet adlı eseri, s.305 vd.

[27] http://www.tevhidhaber.com/halifeligin-kaldirilmasi-2813h.htm

[28] Tunçay, age. s.74-75

 

GRUBA KATIL