(Ankara-09 Nisan 2023)
Genç Birikim olarak düzenlemiş olduğumuz iftar programına uzak yakın demeden teşrif eden siz kıymetli misafirlerimize “hoş geldiniz” diyor ve sizleri selamların en güzeli, en anlamlısı olan Allah’ın selamı ile selamlıyorum. Ramazan ayınızı tebrik ediyor, İslam âlemine uyanıklık, şuur, bilinç ve hayırlar getirmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum!
Kâinatı yaratan, düzenleyen, şekillendiren; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakilerini yaratan, onları rızıklandıran, onlar için ölümü ve hayatı var eden yegâne güç, Allah’u Teâlâ’dır. Allah’u Teâlâ, tek ilahtır, O’ndan başka ilah da yoktur. O, ezeldir ve ebeddir. Başlangıcı ve sonu da yoktur. Nitekim ayetlerde: “Göklerde ilah olan ve yerde de ilah olan O’dur” (Zuhruf, 43/84). “Eğer yerde ve gökte birden fazla ilah olsaydı yer ve gök fesada uğrardı” (Enbiya, 21/22) buyrulmaktadır.
İnsanlık tarihi, önce kendisi, sonra da kendisinden eşi yaratılan bir tek nefisle başlamıştır. Nisa Suresi’ndeki: “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip-yayan Rabbinizden korkup sakının” (Nisa, 4/1) ayeti de bunu teyid etmektedir. Bu tek nefis, Hz. Âdem’dir (as). Dolayısıyla Hz. Âdem (as), ilk insan ve ilk Peygamber’dir. Çamur ve balçıktan yaratılmıştır (Al-i İmran, 3/59; Hicr, 15/26; Kehf, 18/37; Saffat, 37/11).
Hz. Âdem (as), bugün değişik coğrafyalarda yaşayan, farklı dilleri konuşan, farklı renk, ırk ve dinlerde olan, bütün insanların ilk ve tek atasıdır. Bugün bizim de yaşadığımız hak ve batıl, tevhid ve şirk, iman ve küfür mücadelesi; Hz. Âdem’in (as) oğulları Habil ve Kabil ile birlikte başlamış, bugün ve yarın devam edecek olan bir mücadeledir.
Muhterem Müslümanlar!
Allah (cc) nezdinde din, tektir; o da İslam’dır. Nitekim Al-i İmran suresinde: “Allah indinde din İslam’dır” (Al-i İmran, 3/19) denilirken, bir başka ayette de “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip beğendim” (Maide, 5/3) buyrulmaktadır. Bu ayetlerden anlaşılan, Hz. Adem’den (as) itibaren, son peygamber Hz. Muhammed’e (as) kadar gelen bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri dinin ortak adı, İslam’dır ve her peygamberin ümmeti, Müslüman’dır. Nitekim “İbrahim ne Yahudi ve ne de Hıristiyan’dı; ancak o, hanif (muvahhid) bir Müslüman’dı…” (Al-i İmran, 3/67). Aynı şekilde bu ifade, diğer peygamberler için de geçerlidir. Yani Hz. Musa’nın (as) da, Hz. İbrahim’in (as) de, Hz. İsa’nın (as) da getirdikleri dinin adı İslam’dı ve kendileri, kendi kavimlerinin ilk Müslümanlarıydı.
Muhterem Misafirler!
Allah’u Teâlâ’nın razı olduğu hizip de tektir ki o, Allah’ın hizbidir. Allah’u Teâlâ, insanlığı iki hizbe ayırmakta ve bu iki hizipten birini Allah’ın hizbi, diğerini ise Şeytan’ın hizbi olarak isimlendirmektedir. Nitekim bir ayette, “Kim Allah’ı, O’nun Resulünü ve iman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır” (Maide, 5/56) yani ‘Allah’ın hizbidir’ buyrulurken; diğer bir ayette de, “Şeytan, onları sarıp kuşatmıştır; böylelikle de onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrana uğrayanların ta kendileridir” (Mücadele, 58/19) buyrulmaktadır. Bunun dışında bir ayrım ise makbul ve Allah’ın razı olacağı bir ayrım değildir.
Allah’u Teâlâ, insanları, ikiye ayırmaktadır. Bunlar; iman edenler ve iman etmeyenler yani küfredenler/müşrikler/kâfirler… Kur’an, iman edenlerin, kendi içinde ırk, renk, dil ve coğrafya ayrımı yapmaksızın kardeş olduklarını belirtmiştir. Bunu en güzel şekilde ifade eden ise, “Ancak mü’minler kardeştir” (Hucurat, 49/10) ayetidir. Aynı anadan ve babadan doğanlar; aynı ırktan, aynı topraktan, aynı coğrafyadan, aynı aşiretten, aynı kabileden olanları demiyor; “ancak iman edenler kardeştir” diyor. Nitekim Bedir Savaşı’nda kardeşin kardeşle, babanın oğulla, amcanın yeğenle, velhasıl akrabanın akrabayla savaşmasının bir anlamı kalır mıydı? Demek ki Allah’ı tek ilah, peygamberi O’nun Resulü kabul eden ve bu kabulün gereği olarak da hayatını Müslümanlaştıran herkes; siyah derili, kızıl derili, Yunan, Ermeni, Zenci, beyaz ve dünyanın en ücra köşesinde yaşıyor olsalar bile kardeştirler.
Allah’u Teâlâ nezdinde sistem de tektir ki o, vahye göre şekillenen sistemdir. Bu sistemde hâkimiyet/egemenlik, kayıtsız şartsız Allah’ındır. Hukukta, eğitimde, siyasette, yönetimde ve mahkemelerde kısacası hayatın her alanında hüküm/kanun/şeriat koymak, sadece ve sadece Allah’a ait bir hak ve yetkidir. Dolayısıyla Allah’a rağmen hiç kimse kanun koyamaz. Çünkü kanun/hüküm/şeriat koymak Rabblıkla/İlahlıkla ilgili bir konudur. Yani kim kanun koyuyor ve hâkimiyet hakkının kendisinde olduğunu söylüyorsa, aslında o, ilahlık ve Rabblik iddiasında bulunuyor demektir. Çünkü “Hüküm, ancak Allah’ın’dır” (Yusuf, 12/40) ve dolayısıyla kanun/şeriat koymada Allah’ın şeriki/ortağı yoktur. Allah’a kanun koymada şerik koşanların durumunu şu ayette şöyle belirtmiştir: “Yoksa onların birtakım ortakları mı var ki, Allah’ın izin vermediği şeyleri, dinden kendilerine teşri’ ettiler (bir şeriat kıldılar). Eğer o fasıl kelimesi olmasaydı, elbette aralarında hüküm (karar) verilirdi” (Şura, 42/21; Kehf, 18/26).
İnsanların ürettiği tüm sistemler, izmler, kanunlar, şeriatlar, hayat programları, Allah’ın dininin karşısında ortaya atılmış birer yeni dindir. Onlar nasıl ki Allah’ın izni olmadan, Allah’ın dinine rağmen bu dinleri ortaya koyarak küfre girmişlerse, Allah’ın izni olmadan onlara uyanlar da, onların bu hayat programlarını uygulayanlar da, aynen onların dinlerine uymuş ve şirke düşmüş kimselerdir. Ayet, çok açık ve net bir biçimde bize bunu anlatmaktadır. Dolayısıyla İslâm’da gerçeğin ölçüsü ve yegâne hak, Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünneti olduğundan, herkesin bu hükümleri kabul etmesi gerekir. Çünkü Yüce Rabbimiz, mü’minlerin geçerli bir imana sahip olmaları için aralarındaki anlaşmazlıklarda Resul’ün hükmüne başvurmayı şart koşmakla kalmamış; içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, verdiği hükme teslim olmayı öngörmüş bulunuyor (4/Nisa, 65). Bir başka ayette de Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, mü’min kadın ve erkekler için o konuda farklı istekleri tercih etme yetkisi yoktur (Ahzâb, 33/36) buyrulmaktadır.
Yüce Allah’ın, Resulü Muhammed’e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir; çünkü hak, yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygamber’e insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hak ile hükmetsin diye indirilmiştir (Nisâ, 4/105).
İslam’da hâkimiyet/egemenlik de kayıtsız şartsız yalnızca Allah’a aittir. Bu, İslam akidesinin temel bir gereği ve sonucudur. “Yoksa onlar (İslâm öncesi) câhiliyye hükmünü (idare) mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükmü, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (Mâide, 5/50). Bu ayette geçen “hüküm” kelimesi, yalnızca siyasal anlam taşımamakta aynı zamanda, her türlü “yargı”yı da kapsamaktadır. Böylece İslâm’a göre yapılanmış ve her türlü değer yargısı İslâm’a göre şekillenmiş olan toplumun hükmü İslâmî; böyle olmayan toplumun hükmü ise cahili hükümdür. İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm’ın değer yargıları dışında kalan her çeşit değerlendirme “cahili hâkimiyet”tir.
“Yaratmak da, emir de (yalnızca) O’nundur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir” (A’raf, 7/54). İslam, hayatı çepeçevre kuşatan bir dindir. Hiçbir şey boşuna yaratılmadığı gibi başıboş da bırakılmamıştır. Hayatın her alanını düzenleyen ya bir ayet ya bir hadis ya da ayet ve hadise uygun bir içtihadi hüküm söz konusudur. Dolayısıyla “Ben Müslüman’ım” diyen bir kimsenin Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışması mümkün olmadığı gibi, böyle yapanlarla birlikte olması, onları kabul etmesi ve desteklemesi de söz konusu olamaz. Çünkü böyle yapmanın şirk olacağını, şirkin de asla affedilmeyeceğini (Nisa, 4/48,116), sahibini cehenneme götüreceğini bilir.
Muhterem Müslümanlar!
Allah’u Teâlâ nezdinde ümmet de tektir ki o, İslam ümmetidir. Kur’an-ı Kerim, aynı akideyi paylaşan Müslümanların bir tek ümmet olduğundan bahsetmektedir. Nitekim bir ayette, “İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim; öyleyse benden korkup, sakının” (Mü’minun, 23/52) denilmektedir. Bir başka ayette ise, “Gerçek şu ki, sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz” (Enbiya, 21/92) buyrulmaktadır. Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, mensubu olduğumuz ümmet, tek ümmettir. Müslümanların dışında kalanlar yani Müslüman olmayanlar, ayrı ve farklı bir ümmettirler. Nitekim bir Hadis-i Şerif’te, Peygamber Efendimiz (as): “Bu ümmet (İslâm ümmeti), diğer ümmetlere karşı üstün kılındı” (Ahmed b. Hanbel, V, 383) buyurmak suretiyle İslam ümmetinin dışındakilerin farklı ümmetler olduğunu bize bildirmiştir. Zaten ümmetin ıstılahi tanımından da bu anlaşılmaktadır. Âlimlerin çoğu, ümmet kelimesini aynı dine tabii olanlar yani Müslümanlar için kullanmışlardır. Dolayısıyla Allah’ı tek ilah olarak kabul eden, Peygamberi O’nun resulü ve elçisi olarak tanıyıp ona itaat eden, sünnetine tabi olanlar Müslüman’dır, kardeştir ve aynı ümmete mensupturlar. Irkı, konuştuğu dili, rengi, yaşadığı topraklar farklı da olsa, aynı akideyi paylaşan insanlar mü’mindirler, mü’minlerin kardeşidirler ve İslam ümmetinin de bir ferdidirler.
Ümmet olmak, kardeş olmak, ihtiyari ya da isteğe bağlı; olsa da olur, olmasa da olur tarzı bir şey de değildir. Ümmet olmak, kardeş olmak, akidevi bir zorunluluktur, imani bir gerekliliktir. “Ben Müslüman’ım” diyen ve gereğini, Kur’an ve Sünnet doğrultusunda yerine getiren herkes, İslam Ümmetinin bir parçasıdır. Ümmet, asıl bedendir, ana gövdedir; topluluklar, cemaatler, fırkalar ve Müslümanlar ise bu asıl bedenin bir uzvudurlar, bir parçasıdırlar. İslam yani Kur’an-ı Kerim’in emir ve nehiyleri ancak ümmet halinde ve devlet olarak yaşanabilir. Kur’an-ı Kerim’e ve Resul’ün (as) hayatına baktığımızda bunu açıkça görebiliyoruz. Çünkü bu din, hem bireysel hem de toplumsal hayatı bütünüyle kuşatan bir dindir. Bir kısmını uygulayıp bir kısmını terk etmek, bu dinin ruhuna ve indiriliş amacına aykırıdır. Bu nedenle Kur’an, bizi birlik olmaya ve ayrılmamaya çağırıyor. Nitekim şu ayet, bu durumu çok iyi açıklamaktadır:
“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin; birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da rîhınız (rüzgârınız, gücünüz, devletiniz) gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir” (Enfâl, 8/46). Allah Teâlâ, “bölük bölük olmayın” parçalanmayın aksi halde “Korkuya kapılırsınız, kalbi zaafa düşersiniz. İradeniz çözülür” diyor. Kur’an’da “Rîh” kelimesi kullanılıyor. Bu, sözlük anlamı itibariyle “Rüzgâr” anlamına geliyor. “Rüzgâr” yani etkileme gücü olan varlık demek; müfessirler bunu “Gücünüz, devletiniz gider” şeklinde anlamışlar. Bu ayet; bize, Mü’minlerin birbirinin gücü–kudreti–rüzgârı olduğunu, bölünüp parçalanma halinde bu gücün birbirini besleyen değil, birbirini azaltan güce dönüştüğünü anlatıyor. Bu ise rüzgârın yani gücün, dolayısıyla da “Devletin kaybı” noktasına kadar varabileceğini bildiriyor. İslam dünyasının bugünkü haline baktığımızda bu ayetin nasıl gerçekleştiğini açıkça görüyoruz. Bugün, halkı Müslüman olan hiçbir ülkede Allah’ın hükümlerini uygulayan bir devlet maalesef yoktur. Bu anlamda umutlarımızı yeşerten bir “Afganistan” var, inşallah bu ülkede kurulan ve devam edecek olan yönetim/devlet, “Müslümanların Medine’si olur” diye umut ve temenni ediyorum.
Bu nedenle Kur’an, biz Müslümanların bir ve beraber olarak Allah’ın ipine sarılmamızı emrediyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a, Kur’an’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sâyesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki, doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmrân, 3/103) Bu ayetin iniş nedeni olarak; Evs ve Hazreç kabilesi arasındaki savaşlar dolayısıyla düşmanlıklar gösterilmişse de ancak bizler için de bir uyarıdır. Bu ayette, Allah’ın aziz dini İslam’ın, yıllarca savaşan iki düşman kabilenin kalpleri arasında ülfet meydana getirdiği ve onları kardeşler yaptığı anlatılmaktadır. Eğer Allah’ın yardımı olmasa idi bu kardeşliğin meydana gelmesi ve dolayısıyla da savaşın durması mümkün olmayacaktı. Allah, bu iki kabileyi ateş çukurunun kenarında iken kurtarıyor. İslam, bizler için de güzel ve hayırlı bir nimettir. Çünkü İslam nimeti sayesinde nasıl ki on yıllardır savaşan Evs ve Hazreç kardeş olmuşsa, bugün de aynı işlevi/ fonksiyonu görecektir. Önemli olan bizlerin samimi bir şekilde inanmamız ve gereğini yapmamızdır. Unutmayalım ki o gün olduğu gibi bugün de ayrılık çıkararak Müslümanları zaafa düşürenler, güçsüzleştirenler bilmeliler ki ateş çukurunun kenarındadırlar. Ateş çukuruna düşmekten kurtulmak ise rüzgârımızı -Rih’imizi- güçlendirecek ameller işlemekle yani Allah için kardeş olmakla gerçekleşecektir.
Ümmet olmak, kardeşler olarak birlik ve beraberliği engelleyenleri, arada var olan ihtilafları derinleştirenleri Rabbimiz, şu ayetle azaba uğratılacaklarıyla tehdit etmektedir: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ihtilâf ederek ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için pek büyük bir azap vardır” (Âl-i İmrân, 105). Hz. Ebubekir’e Hz. Ömer’e, Hz. Bilal-i Habeş’e, Ammar b. Yasir’e ve diğer sahabelere gelen deliller bize de gelmiştir. Biz de okuyoruz, mukabeleler yapıyoruz, hıfz ediyoruz, bu delilleri! Ayda, bazen birden fazla hatim yapıyoruz. Ama nedense bu deliller sahabeyi etkilediği gibi bizleri etkilemiyor ki ayrılıklara düşüyoruz ve bir türlü toparlanamıyoruz, istenilen kardeşliği de oluşturamıyoruz. Okuma şeklimiz, kalbimizde arzu edilen etkiyi de oluşturmuyor. Dolayısıyla da aramızda tefrikalar, ayrılık ve ihtilaflar eksik olmuyor. Sahabeyi, her şeyini; eşini, çoluk, çocuğunu, malını ve mülkünü geride bırakarak Mekke’den Medine’ye hicrete sevk eden bu deliller, ne yazık ki bizleri dünyevileşmekten alıkoymuyor. Oysa sahabeyi, ‘Örnek Kur’an Nesli’ yapan bu deliller, bizim de okuyup durduğumuz delillerdi. Bu delillerde bir değişiklik yok, o zaman bu delillere yaklaşımımızda, okuma şeklimizde bir yanlışlık var, bir eksiklik var. O zaman bu delillere yaklaşma ve okuma şeklimizi değiştirmemiz lazım. Hz. Peygamber’in dediği “Onlar, Kur’an okurlar ama okudukları boğazlarından aşağı inmez”lerden olmayacağız. Bizler, “Kur’an’ı hakkını vererek okuyacağız” (2/121). Çünkü Kitabı, hakkını gözeterek okumak Kitab’a imanla ilgilidir. Eğer hakkını vererek/gözeterek okursak, işte o zaman bu okuma şeklimiz “bizi doğru yola iletir” (17/9).
İşte bizler, bu delilleri, ancak sahabenin okuduğu ve yaklaştığı tarzda okursak Silm’e girmiş oluruz. Aksi halde -Allah korusun- yuvarlanmak üzere ‘ateş çukurunun kenarında’ oluruz. Bu ise şeytanın ve dostlarının istediği bir durumdur. Bu tercih, bize aittir. Yani ya “topyekûn silm içinde olmayı” ya da şeytanın adımları arkasında yürümeyi tercih edeceğiz. Demek ki, ‘Silm’de olmak için, Kur’an’ı başucu kitabı olmaktan çıkarmayacağız. Kur’an’ı ‘mehcur bırakmayacağız. (Furkan, 25/30). ‘Kur’an’ı okuyup anlayan, anladığını da hayatına aktaran konumda olmalıyız. Bu mübarek Ramazan ayı vesilesiyle Kitabımızı/bize gelen delilleri, sadece yüzünden okuyup geçenlerden olmamalıyız. Kur’an, hayatımıza müdahale etmeli, bireysel, ailevi ve toplumsal hayatımızı tanzim etmelidir.
Kitabımızda bize yapılan bir başka uyarı da “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmamızdır.” Kendimize karşı doğru olacağız, ailemize karşı doğru olacağız, komşumuza, arkadaşlarımıza, çevremize karşı da doğru olacağız. Ama daha da önemlisi Allah’a karşı doğru olacağız. O’na verdiğimiz ‘Müslümanız’, ‘elestu birabbikum kâlû belâ’ (A’raf, 7/172) misakımızın gereğini, gereği gibi yerine getireceğiz. Sadece doğru olmak da yetmez, doğru olanlarla da birlikte olacağız (Tevbe, 9/119). Evet, doğru olmak yetmez, doğrularla da birlikte olmalıyız. Doğruları savunanlar yalnız da kalsalar, dokuz köyden de kovulsalar, onlarla birlikte olmak ve onların doğrularını savunmak, sadece bu ayetin gereği değil, aynı zamanda Müslüman olmamızın da bir gereğidir. Aksi halde zulme meyletmiş oluruz ki Allah, zulme meyletmeyi, ateşe dokunmakla uyarmaktadır. Bu duruma kimse düşmek istemez, istememelidir.
Bize yapılan önemli bir uyarı da adil olmamızdır. Adil olmak, adaleti ayakta tutmak, Müslüman olarak Allah’ın huzuruna, O’nun rızasını kazanmış olarak çıkmamız için gereklidir hatta şarttır. Adalet, bir şeyi ait olduğu yere koymaktır. Tersi ise zulümdür. Ne yazık ki adil olmanın unutulduğu, adaletli davranmanın rafa kaldırıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Bu ortam, zulüm ortamıdır, fitne ve fesat ortamıdır. Çünkü İslam’ın ve dolayısıyla “adalet”in olmadığı yerde zulüm vardır, fitne ve fesad vardır. Müslüman, isteyerek ve rızaen böyle bir ortamda yaşamak istemez. Böyle bir ortamın devamı için destek de vermeyeceği gibi “bana değmeyen yılan bin yaşasın” da demez. Değiştirmek için üzerine düşen gayreti göstermesi, Müslüman olmanın bir gereğidir. Çünkü Rabbimiz, bizlere, “Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun” buyuruyor. Bunu, “kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa” (Nisa, 4/135) yapın buyuruyor. Bir başka ayette ise: “Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun” dedikten sonra “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının” (Maide, 5/8) buyuruyor. Bu nedenledir ki bugün bizler, hemen hemen her yerde itilen kakılan ve dışlanan konumundayız. Zulme, katliama, tecavüze uğrayan, yer altı ve yer üstü kaynakları yağmalanan, talan edilen, bizleriz.
1948’den beri bir hançer gibi bağrımıza saplanan Siyonist terör örgütü İsrail, her ay ama özellikle de her ramazan ayında saldırı gerçekleştirmekte ve kutsallarımıza, mahremlerimize tecavüz etmektedir. İçinde yaşadığımız ülke dâhil İslam dünyasında hep aynı, birbirinin tekrarı türünde açıklamalar yapılmaktadır. Ciddi olarak Siyonist katillere geri adım attıracak hiçbir adım atılmamaktadır. Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın mübarekliği, kendisini korumaya çalışan bir avuç Müslüman’a cesaret vermekte ve onları, yüzbinlerce şehide rağmen direnişe sevk etmektedir. Ne mutlu onlara! Aslında onlar, ümmetin namusunu, şerefini, onurunu kurtarmaktadır.
Bilinmelidir ki İslam dünyasında Siyonist İsrail ile diplomatik ilişki kuran, normalleşme girişimlerinde bulunarak anlaşmalar yapanlar; Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya ve Selahaddin Eyyubi’ye ihanet etmektedir. Bu, onların alınlarına sürülmüş kara lekedir ve asla silinmeyecektir.
İşin ilginç yanı, dün “terör devleti” diyenler, “Siyonist İsrail ile asla normalleşme olmaz” diyenler; sanki bunlar hiç söylenmemiş gibi tekrar ilişkiye geçerek karşılıklı diplomatik ilişki başlatmışlardır. Katledilen 10 şehidin kanı henüz kurumamışken ve “bu, savaş nedenidir” sözü de hafızalarda tazeliğini korurken, nasıl olur da hiçbir şey olmamış gibi Siyonist terör örgütü ile diplomatik ilişki kurulabiliyor? Bunu anlamak mümkün değildir. Siyonist İsrail, terörden ya da yeni yerleşim alanları oluşturmaktan mı vazgeçti? Ya da Filistin’de abluka mı kaldırıldı? Hayır! Siyonist İsrail, hem katliama hem de yeni yerleşim alanları açmaya devam etmektedir. Kurulan bu diplomatik ilişkiden sonra ne derlerse desinler ne söylerlerse söylesinler, hiçbir anlamı yoktur. Ve dolayısıyla Siyonist İsrail’in gerçekleştirdiği her katliamda ve yeni yerleşim alanlarından, en az Siyonist terör devleti kadar diplomatik ilişki kuranların da vebali vardır. Bu, böyle bilinmelidir!
Hepimiz çok iyi biliyoruz ki Siyonist İsrail’i durduracak tek şey, güçtür. Bu güç ortaya konmadan, Siyonist İsrail’in geri adım atması mümkün değildir. Belki bu aşamada Siyonist katillere geri adım attıracak en önemli adım, Siyonist katiller güruhu İsrail’in Büyükelçisini ve bütün görevlilerini sınır dışı etmektir. Aksi halde “mazlumların yanındayız” ya da “Mescid-i Aksa kırmızıçizgimizdir” iddiaları, boş martavaldan ibaret kalacaktır.
Filistin, Kudüs toprakları hemen hemen her peygamberin ya yaşadığı ya da belirli bir süre kaldığı ve Rabbimizin buyruğuyla etrafı bereketli kılınmış kutsal topraklardır. Mescid-i Aksa, ilk kıblemizdir. O ki Hz. Peygamber’in (as), “Ancak üç mescidi ziyaret için yola çıkılır; Mescid-i Haram, Mescid-i Aksâ ve benim şu mescidim!” (Buharî, Fadlus-Salâti fî Mescidi Mekke ve’l-Medîne, 6; Hac, 26; Savm, 67; Müslim, Hac, 288; Tirmizî, Salât, 243/326) dediği mescitlerden birisidir. Hz. Peygamber’in miraca çıktığı kutsal mekândır, bu topraklar! Sıradan yerler değildir. Buraları korumak, sadece Filistinlilerin görevi değildir. En az onlar kadar “ben Müslümanım” diyen herkesin görevidir. Hiç kimsenin “bana ne” demeye, savsaklamaya hakkı yoktur.
Kudüs’ün, Mescid-i Aksa’nın özgürleşmesi için atılacak her adım, önemli ve anlamlıdır. Çünkü Mescid-i Aksa, Kudüs özgürlüğüne kavuşmadan hiçbir Müslüman hatta hiç kimse özgürleşemez. Bugün sadece bölgede değil, bütünüyle dünyada bir kaos varsa bunun nedeni, Kudüs’ün özgür olmamasıdır. Bu nedenle bugün ümmet de, biz de özgür değiliz.
Kudüs için, Mescid-i Aksa için yapılan her eylem, yapılan her açıklama ve atılan her slogan anlamlı ve önemlidir. Ama sadece bununla yetinmemek lazımdır. Sadece bir katliam olduğu ya da bir saldırı gerçekleştiği zaman eyleme kalkışmak yeterli olmuyor. Diğer zamanlarda da Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı gündemden düşürmeyecek tarzda planlar, programlar yapılmalıdır.
Ayrıca yapılan eylemlerin hedeflerinden birisi de Siyonist katillerle işbirliği halinde olan, normalleşme ilişkilerini devam ettiren ülke yönetimleri olmalıdır. Onlara yönelik baskı oluşturulmazsa Siyonist katiller güruhuna geri adım attırılamaz. Dolayısıyla gerek Siyonist İsrail’e ve gerekse işbirlikçi bölge ülke yöneticilerine geri adım attırmanın yolu; anlık, günlük eylemler değil, sürekliliği olan eylemlerdir. Bunu asla unutmayalım.
Sözlerimi şu ayetle bitireyim inşaallah: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes, yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” (Haşr, 59/18).
Ali KAÇAR
Arşiv
Yazarlar
Genç Birikim Ramazan 2023 İftar Konuşması
- by Ali Kaçar
- 23 Haziran 2023
- 0 Comments
- 0 Views