Bangladeş’te İdamlar ve Cemaat-i İslam
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Bangladeş’te İdamlar ve Cemaat-i İslam

images

‘’Suçum Allah’tan başkasına kulluk etmemekti… Bize kulluk et dediler… Ben de asın dedim!’’

 Şehid Abdulkadir Molla

Bangladeş’te 1971’de kalma hesaplar en ilkel ve en vahşi yöntemlerle şimdilerde görülmeye çalışılmaktadır. Ne yazık ki nüfusunun %90’a yakını Müslüman olan Bangladeş’te, 2010 yılında başlayan ve Türkiye’deki İstiklal Mahkemelerinin benzeri terör mahkemeleri kurularak Müslümanlardan intikam alma davası başlatılmıştır. Ve arkası arkasına göstermelik/uyduruk mahkeme kararları ile Bangladeş’in kıymetli ilim adamları, mütefekkirleri, âlimlerinin kimileri idam sehpalarında sallandırılırken, kimileri ise zindanlarda çürütülmektedir. Tıpkı 1920’lerin Türkiye’sinde olduğu gibi! Uluslararası kuruluşlar, idama karşı olduklarını söyleyen insan hakları savunucuları, bu idamlar karşısında üç maymunu oynamaktadırlar. Gerçi biz bu ikiyüzlüleri, insanlığın yüzü karası Guatanamo, Ebu Gureyb Cezaevi, kara ve deniz üslerinde kurulan işkence merkezleri karşısında sessiz kalışlarından beri biliyor ve tanıyoruz. Çünkü onlara göre Müslümanlar, zaten yaşama hakkı olmayan insanlardır. Dolayısıyla bu sahte insan hakları savunucularına göre, Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen idamlar, zindanlardaki insanlık dışı işkenceler normaldir ve olması gerekir diye düşünüyorlar. Hatta eli kanlı bu katil yönetimlere yardım ve destek de vermektedirler.

Bu idamların arka planı nedir, işbirlikçi Bangladeş yönetiminin bu kininin, bu intikam hırsının arkasında yatan gerçek sebepler nelerdir? Bu durum, anlaşılmadan bugün gerçekleştirilen bu idamlar da tam anlaşılmamış olacaktır. Gerçekten iddia edildiği gibi 1970’lerde öldürülenlerden Cemaat-i İslam’ın idam edilen liderlerinin bir katkısı ya da olaylar karşısında sessizliği söz konusu olmuş mudur? İşte bunlara kısaca değinildikten sonra diktatör Hasina yönetiminin Müslümanlara yönelik kinini anlamak mümkün olacaktır.

Uzun bir zamandan beri Hindistan’da Müslümanlarla Hindular birlikte yaşamaktaydılar. Bu durum, zaman zaman sürtüşmelere neden olmaktaydı. Ancak bu sürtüşmeler 1930 yılından itibaren daha da yoğunlaşmaya başlayarak çatışmalara dönüşmeye başlamıştır. İngiliz sömürge yönetimine son verme mücadelesinde Hindu ve Müslümanların zaman zaman işbirliği yapmaları bile bu sürtüşmeleri durdurmaya yetmemiştir. Dolayısıyla Müslüman-Hindu ayrışması ve iki ayrı devlet olma düşüncesi daha çok konuşulur ve taraftar bulmaya başlamıştır. Ancak uzun zamandan beri devam eden bu sürtüşmelere rağmen Ebu’l Kelam Azad[1] ile Gandi[2], Müslüman-Hindu ayrışmasının doğru olmayacağını, iki devlete ayrılmaları ise İngiliz emperyalizminin bir projesi olduğunu savunmuşlardır. Mevdudi de başlangıçta benzer bir düşünceyi savunmuşsa da, süreç içerisinde Hindu fanatizminin Müslümanlar için çok da birlikte yaşama zemini bırakmadığının farkında varmış ve şartların ayrılmak isteyenlerden yana olduğunu ve sürecin de kaçınılmaz olarak buraya doğru gittiğini gördüğünden dolayı ayrılıktan yana olmuştur. Devam eden sürtüşmeler, zaman zaman çatışmalara dönüşmüş ve bir arada yaşamayı daha da zorlaşmıştır.

Müslümanlarla Hinduların ayrışma fikrinin yaygınlaşmaya başladığı bu dönemde Pakistan fikrini ilk olarak 1930’lu yıllarda gündeme getiren Pakistan’ın milli şairi Muhammed İkbal olmuştur. İki ayrı devlet önerisini ise 1940 yılında Muhammed Ali Cinnah dile getirmiştir.[3] Müslümanların ayrı bir devletlerinin olmasını isteyenler, Müslümanlar ile Hinduların iki ayrı millet olduğunu, bir arada yaşamalarının mümkün olmadığını, Müslümanların hayatlarını kendi inançlarına göre sürdürebilmeleri için ayrı, bağımsız bir vatana/devlete ihtiyaç duyduklarını söylemekteydiler. Bu vatanın/devletin adı, inanç olarak “temizler diyarı” yani Pakistan olmalıydı. Pakistan’ın ise, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu eyaletlerde, yani Batı Pencap, Doğu Bengal, Sind, Beluçistan ve Patanların yoğunlukta olduğu Kuzey Batı Sınır Eyaleti’nin şamil olduğu coğrafyada kurulması[4] hedeflenmekteydi.

Bir taraftan sürtüşmeler ve yer yer de çatışmalar devam ederken, bir taraftan da Pakistan’ın bağımsızlığı için olaylar, gösteriler ve mitinglerin yapılması Ağustos 1946 yılı itibariyle daha da yoğunlaşmıştır. Özellikle de 16 Ağustos 1946’da Tüm Hindistanlı Müslümanlar Partisi ‘Hareket Günü’ adı altında Kolata şehrinde büyük bir gösteri düzenlemiştir. Gösteri sırasında Hindular ve Müslümanlar arasında çatışma çıkmış ve bir günde 4000’den fazla Hindu ve Müslüman hayatını kaybetmiştir. Kısa sürede diğer şehirlere de yayılan gösteriler nedeniyle ölü sayısı gittikçe artmış ve üç gün süren gösteriler nedeniyle 100.000’den fazla insan da göç etmek zorunda kalmıştır.[5] Güvenlik güçleri bu olayları kanlı bir şekilde bastırmışsa da artık Müslümanlarla Hinduların bir arada yaşaması daha da imkânsız hale gelmiştir. Sömürgeci İngiltere’nin de böl-parçala-yut politikası gereği iki uluslu bir devlet fikrini kabul etmesiyle bağımsız Pakistan’a bir adım daha yaklaşılmıştır.

Çok geçmeden 14 Ağustos 1947’de Muhammed Ali Cinnah tarafından Karaçi şehrinde bağımsız Pakistan’ın kurulduğu tüm dünyaya ilan edilmiştir. Ancak Pakistan-Hindistan ayrışması çok sancılı olmuştur ve milyonlarca Müslüman bundan etkilenmiştir. Müslümanların bir kısmı Hindistan’da kalırken, büyük çoğunluğu birçok zorluğa rağmen doğdukları yerleri terk ederek yeni kurulan Pakistan’a göç etmek zorunda kalmışlardır. Daha da zor olanı ise, eyaletlerin iki ülke arasında paylaşılması esnasında statüsü belirsiz eyaletlerin hangi ülkeye katılacağı sorunu ve özellikle de Müslüman çoğunluğa sahip Keşmir’in statüsü konusunda bir türlü anlaşma sağlanamaması olmuştur. Bu nedenle de Keşmir meselesi için Hindistan ve Pakistan üç kere birbiriyle  (1947-48, 1965 ve 1971 yıllarında) savaşmak zorunda kalmıştır.[6] Bugün statüsü hala belirlenememiş olan Keşmir; Hür Keşmir/ Azad Keşmir İslam Cumhuriyeti (Pakistan denetimi altında), Cammu-Keşmir bölgesi  (Hindistan denetimi altında) ve Çin’in 1962 Savaşı’nda Hindistan’dan ele geçirdiği Aksu/Aksai Çin bölgesi olmak üzere üçe bölünmüştür ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen çözümsüz bir şekilde beklemektedir.

14 Ağustos 1947’de bağımsızlığını ilan eden Pakistan, Doğu ve Batı Pakistan olarak beş eyaletten oluşmaktaydı. Doğu ve Batı Pakistan arasında 2000 km mesafe vardı ve Hindistan da bu iki bölge arasında bulunmaktaydı. Bugünkü Bangladeş, o zamanlar Doğu Pakistan olarak Pakistan’a bağlanmıştı. Ancak yeni kurulan Pakistan’da birleşik/bütünlüklü bir harita birliği söz konusu değildi. Çünkü Pakistan ile Bangladeş arasında Hindistan bulunmaktaydı.

BANGLADEŞ’İN PAKİSTAN’DAN AYRILIŞI

Pakistan ile Bangladeş arasında asıl sorun, Hindistan’dan ayrılıktan sonra başlamıştır. Batı Pakistan ile Doğu Pakistan arasında Hindistan topraklarının bulunması nedeniyle kara yolu bağlantısı bulunmamaktaydı. Bu ise, iki coğrafyanın tek ülke halinde yönetilmesini zorlaştırmaktaydı. Yönetim merkezi, Batı Pakistan’daydı ve bu nedenle de Doğu Pakistan’a gereği gibi nüfuz edememekteydi. Bu idari parçalanmışlığın meydana getirdiği zorluğa, Bengal-Peştun halkları arasındaki etnik farklılıklardan (Batı Pakistan’ın dili Urduca, Doğu Pakistan’ın ise Bengalce idi) kaynaklanan problemler ve problemlerin Hindistan tarafından istismar edilmesi de eklenince, tek ülke/tek devlet olarak devamını imkânsız hale getirmişti. Zaten Hindistan, Bangladeş’teki ayrılıkçı, laik ve seküler kesimleri, ayrılıktan bu yana kışkırtmaktaydı. Çok geçmeden zemin de müsait hale gelince Bangladeş’te ayrılık fikri, güçlü bir şekilde oluşmaya ve savunulmaya başlanmıştır. Nitekim Mucibu’r-Rahman liderliğindeki Awami Partisi, özerklik çağrısını ilk olarak 1969’da yapmıştır. Bangladeş’te yerleşik Pakistan ordusu ise bu çağrıya şiddetle tepki göstermiştir. Buna tepki duyan ikinci bir kesim ise, tüm Pakistan’da önemli bir güce sahip Mevdudi’nin önderliğindeki Cemaat-i İslamî Partisi olmuştur.

Aslında Bangladeş’in Pakistan’dan ayrışmasını tetikleyen asıl önemli faktör ‘dil’ konusu olmuştur. Bu da, Pakistan’ın bağımsızlığına kavuşmasından kısa bir süre sonra meydana gelmiştir. Nitekim 26 Ocak 1949 tarihinde Batı Pakistan’ın, resmi dil olarak Urduca’yı belirlemesi ve diğer dillerin konuşulmasını yasaklamasının ardından, ana dilin Bengalce olduğu Doğu Pakistan’da büyük tepkilere neden olmuştur. Oysa Bengalce konuşan kişi sayısı Urduca konuşan kişi sayısından da çok daha fazla idi. Bu haksızlık ve ayrımcılık, ta o tarihlerde milliyetçilik hareketlerinin başlamasına ve protestolara neden olmuştur. Protestoların büyüyerek genişlemesi üzerine hükümet, yürüyüş ve protesto mitinglerini yasaklama yoluna gitmiştir. Nitekim 21 Şubat 1952’de Bengal dilinin ve alfabesinin yazımını sürdürmek amacıyla yapılan protestolarda birçok insan ölmüştür. O günden bu yana 21 Şubat günü, Bangladeş’te Dil Hareket Günü olarak anılmaktadır.[7] Bu protestolar ve gösterilerin artması üzerine Pakistan, Bengalce’yi ikinci anadil olarak kabul etmek zorunda kalmıştır. Bugün halen katliamın gerçekleştiği gün, Bengal Anadil Günü olarak kutlanmaktadır. Tarih, ‘Bengal Dil Hareketi’ olarak bu olayı kayıtlara geçirmiştir.[8]

Bangladeş’in kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Hindistan’ın desteklediği Mucibu’r Rahman olmuştur. Mucibu’r Rahman[9], 1953 yılında Awami partisinin genel sekreteri seçilmiş, 1958 yılında ise General Eyyub Han tarafından yapılan askeri darbeye karşı halkı örgütleme çabasından dolayı tutuklanmış ve 1961 yılına kadar hapiste kalmıştır. 1963 yılında Awami Partisi’nin başına geçen Mucibu’r Rahman, kısa sürede partiyi Pakistan’ın önemli partilerinden biri haline getirmiştir. Ancak nüfusunun %90’nına yakını Müslüman olan Bangladeş’te yaptığı ilk iş, Awami Müslüman Parti’nin adından ‘Müslüman’ kelimesini çıkarmak olmuştur. Bu ise, İslami kesimden büyük tepki almasına sebep olmuştur. Bununla da yetinmeyen Mucibu’r Rahman, kısa bir süre sonra da 6 maddelik bir özerklik planını açıklamıştır. Mucibu’r Rahman, bu açıklama üzerine, Pakistan’ı bölmek, birliğini, düzenini, milli güvenliğini Hint hükümet ajanlarıyla danışıklı olarak bozmaya teşebbüsten suçlanarak tekrar tutuklanmış, ama kısa bir süre sonra da halk tepkisi nedeniyle serbest bırakılmıştır. Mucibu’r Rahman serbest kaldıktan sonra, Doğu Pakistan’da bir halk kahramanı olarak karşılanmıştır. Ancak buna rağmen General Eyyub Han, özerklik planını reddetmiştir. Bu planın reddedilmesi üzerine yürüyüşe geçen Mucibu’r Rahman, 5 Aralık 1969 günü Doğu Pakistan’ın adının, halka açık bir toplantıda Bangladeş olacağını dile getirmiş ve zımnen bağımsızlık mesajı vermiştir. Mucibu’r Rahman’ın bu beyanı, ülke çapında gerginliğin artmasına neden olmuştur.[10]

Bu sıkıntılar devam ederken Aralık 1970’te seçimler yapılmış, bu seçimlerde Awami Partisi 313 sandalyeden 167’sini kazanmıştır. Bunu hazmedemeyen Pakistan yönetimi 1 Mart 1971’de Millet Meclisinin oluşumunu ertelemiş, daha sonra da meclisi süresiz kapatmıştır. Bunun üzerine Mucibu’r Rahman, 7 Mart 1971’de Doğu Pakistan’ı, Batı Pakistan’dan ayıran bağımsızlık hareketini başlatmış ve yaklaşık üç hafta sonra 26 Mart’ta, Bangladeş adıyla bağımsızlık ilan etmiş ve halkı, Pakistan ordusuna karşı savaşmaya çağırmıştır. Bu açıklamasının ardından da Mucibu’r Rahman tekrar tutuklanarak Pakistan’a götürülmüş ve askerî mahkemede yargılanmaya başlanmıştır.

Bu ve benzeri problemlerden dolayı iç kargaşalıkların artması, iki –Batı ve Doğu- Pakistan’ı 1971’de bir iç savaşa sürüklemiştir. İç savaşta, Hindu’ların da etkilendiğini bahane eden Hindistan, Mucibu’r Rahman’ın lehinde iç savaşa müdahale etmiştir. Hindistan’ın müdahalesine, Pakistan kuvvetleri daha fazla direnemeyerek 16 Kasım 1971’de Doğu Pakistan’ı kendi haline bırakmıştır. Hindistan’ın bu işgali Mart 1973’e kadar devam etmiştir. Hindistan’ın amacı kendi güdümünde bağımsız bir Bangladeş’in kurulmasıydı. Bu gerçekleşince Hindistan, Bangladeş’ten çekilmiş ve Bangladeş’in cumhurbaşkanlığına da Hindistan’ın desteklediği Mucibu’r-Rahman getirilmiştir. Mucibu’r-Rahman, yönetime gelir gelmez yaptığı ilk iş Pakistan’ın İslami kimliğinin aksine Bangladeş’te sosyalist ve laik bir yönetim kurmak olmuştur.

Batı ve Doğu Pakistan’da bu iç savaşda üç milyon Bengalli’nin öldürüldüğü, iki yüz bin kadına tecavüz edildiği ve bu süreçte gazeteci, öğretmen gibi entelektüellerin Pakistan ordusu tarafından öldürüldüğü iddia edilmiştir. Bangladeş’in bağımsızlığına ve Mucibu’r-Rahman’ın cumhurbaşkanı olmasına rağmen iç kargaşalık devam etmiş ve 15 Ağustos 1975’te yapılan darbe ile Mucibu’r Rahman devrilmiştir. Darbe esnasında, Mucibu’r-Rahman, yurt dışında bulunan Bangladeş’in şu anki başbakanı Hasina ile kız kardeşi hariç diğer aile fertleriyle birlikte öldürülmüştür. Ne yazık ki, bu darbe de son olmamış ve bu darbeyi kısa aralıklarla gerçekleşen diğer darbeler izlemiştir.[11]

İDAMLAR VE ÖZEL SAVAŞ MAHKEMELERİ

19 Eylül 1991 tarihinde yapılan seçimleri (Ziyaü’r Rahman’ın dul eşi) Halide Ziya kazanarak hükümeti kurmuştur. Ancak siyasi kargaşalıklar durmamış, hatta artarak devam etmiştir. 2008 yılında yapılan seçimlerde ise Awami Parti başkanı Mucibu’r Rahman’ın kızı Şeyh Hasina Vecid’i seçimleri kazanarak başbakanlık koltuğuna oturmuştur. Bangladeş Başbakanı Awami Partisi lideri Hasina Vecid, 2008 yılındaki seçimlerde en önemli vaadi savaş suçlularının yargılanacağı taahhüdünde bulunması olmuştur. Seçimin üzerinden bir sene geçtikten sonra, 1973 tarihli Bangladeş Uluslararası Ceza Mahkemesi Kanunu’nda değişiklik yapılmış ve hükümet, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nin (ICT) yargıç, savcı ve tahkikat komisyonu üyelerini tayin etmiştir. 21 Mart 2010 tarihinde söz konusu mahkeme, aralarında eski bakan, milletvekillerinin olduğu, son seçimde ittifak yapan Cemaat-i İslami ve Bangladeş Nasyonalist Partisi (BNP) liderlerini (91 yaşındaki Cemaat-i İslami lideri Prof. Dr. Gulam Azam dâhil) 1971 yılındaki bağımsızlık savaşında Pakistan ordusuyla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle yargılamaya başlamıştır.[12]

Birçok lider vatana ihanetten dolayı yargılanmıştır. Ne yazık ki, kökleri ta Bangladeş’in kuruluşuna kadar giden ve binlerce insanı mağdur eden bu “ihanet-i vatan” davasından dolayı Bengal zindanlarına binlerce kişi atılmıştır. Cemaat-i İslami’nin lideri Gulam Azam da dâhil olmak üzere hareketin 10’u aşkın tutuklu yöneticisi idam edilmiştir. Oysa bu mahkemelerin 1973’de kuruluş amacı Pakistan askerlerinin yargılanması için “1973 ACT” yasası çıkartılmıştır. Bu yasa gereğince 195 Pakistan askeri yargılanmış ancak 1974’te Pakistan’ın Bangladeş’i tanıması üzerine bunların tümü serbest bırakılarak dosya kapatılmıştır. 1973 Kasım ayında öldürme, tecavüz ve kundakçılık gibi ciddi suçlar hariç genel af ilan edilmiş, tutuklananların ve suçlananların çoğu serbest bırakılmıştır. Tecavüz ve kundakçılık gibi ciddi suçlarla yargılanmasına devam edilenlerin ise çoğu beraat etmiştir.[13]

Kaldı ki “İhanet-i Vatan” davasından yargılananlar ana muhalefet partisi BNP ve Cemaat-i İslami partisi yöneticileri, 91 yaşında olan Gulam Azam dışındaki sanıklar, bu savaş esnasında öğrenci idiler. Hasina hükümeti ise, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde yargılananları, “Pakistan askerleriyle işbirliği yaparak yaklaşık 3 milyon kişinin ölümüne, 200 bin kadına tecavüz edilmesine, milyonlarca kişinin evlerini terk etmesine” sebep olmakla suçlamış, Gulam Azam’ın[14] da bu suçlananlara önderlik ettiğini iddia etmiştir.

Sanık avukatlarının beyanına göre, Prof. Dr. Gulam Azam 1971’de başlayan Bangladeş’in Pakistan’a karşı bağımsızlık savaşına destek vermemiştir. Savaşın Doğu Pakistan’ın sorunlarını çözeceğine inanmadığını beyanla Müslümanların bir kez daha bölünmesinin zararlarına dikkat çekmiştir. Komşusu Hindistan’ın desteği ile bağımsızlık kazanmasının Bangladeş’i dolaylı olarak Hindistan’ın kontrolüne sokacağı endişesini dile getirmiş, bağımsızlık savaşı sırasında da ‘Birleşik Pakistan’ yönündeki kampanyasına devam etmiştir. Pakistan ordusu tarafından Bangladeş halkına uygulanan şiddete tepki göstermiş, saldırıların durması için General Tikka Han da dâhil olmak üzere, Pakistan Ordusu’na sürekli çağrılarda bulunmuştur.[15]

Oysa Bangladeş Uluslararası Ceza Mahkemesi Kanunu, 1973 yılında, Bangladeş’in bağımsızlığından sonra, Bangladeş Parlamentosu tarafından kabul edilmiştir. Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi ise, 1973 yılında Pakistan subaylarının yargılanması için kurulmuş ve aradan geçen 38 yıldan sonra da, katliamı bizzat gerçekleştirdiği ileri sürülen Pakistan ordusunun subaylarına yönelik değil de, tersine Bangladeş vatandaşlarına (hatta özellikle de politik kimlikleri olan kişilere) teşmil edilmiştir. Bu nedenle aradan geçen süre zarfında söz konusu şahıslara bir suçlamada bulunulmamış, yargılanmamışlardır. 2009 yılında ise bu kanun Parlamento tarafından yapılan değişiklikle günümüzdeki haline getirilmiştir.

Bugün Bangladeş zindanlarında hukuki kılıflara uydurulmuş bu uyduruk dava yüzünden, binlerce Müslüman başta İslam dünyası olmak üzere uluslararası toplumun geneli tarafından unutulmuş vaziyettedir. Bundan cesaret alan Hasina diktatörlüğü arka arkaya idam kararları vermekten çekinmemiştir. Nitekim Cemaat-i İslam Partisi’nin Genel Sekreter Yardımcısı Abdülkadir Molla, Şubat 2013’te ömür boyu hapse mahkûm edilmiş iken, ancak bu ceza sonradan 17 Eylül’de, Temyiz Mahkemesi tarafından idama çevrilmişti. Molla, 12 Aralık 2013’te cezası infaz edilen ilk Cemaat-i İslami lideri olmuştur. Yaşlılığından dolayı idam cezası 90 yıl hapse dönüştürülen Cemaat-i İslami’nin 92 yaşındaki lideri Gulam Azzam da 23 Ekim’de hapishanede ölmüştü.

Abdülkadir Molla’nın idamı ile ilgili olarak ailesinin verdiği bilgiye göre, Abdülkadir Molla, idamdan önce, “Ben sadece İslami bir partinin lideri olduğum için öldürülüyorum. Ben hiçbir suç işlemedim. Sadece bir Müslüman olduğum için asılıyorum. Bu hükümet benim bu suçlardan hiçbirini işlemediğimi çok iyi bildiği halde beni öldürüyor. Sadece Cemaat-i İslami’nin lideri olduğum için. Benim şehadetimi Bangladeş İslam devleti için kullanın” demiştir. Eşine yazdığı mektupta ise;

“Dün yine Tevbe Suresi’ni  (9,17-24) okudum.  19. ayette, canla ve malla Allah yolunda cihadın ödülünün Allah’ın evine (Kâbe’ye) hizmet etmekten ve hacılara su vermekten daha önemli olduğu yazıyordu. Yani, Allah bizzat kendisi belirtiyor ki, Allah yolunda adil bir İslam toplumu oluşturmak için, adaletsizliğe karşı savaşırken canlarını verenler, ecelleriyle ölenlerden, daha yüksek bir mertebeye sahiptir. Eğer Allah beni cennetinde böyle onurlu bir yere getirmek istiyorsa böyle bir ölümü, kucaklayabilmek için hazır olmalıyım. Çünkü zalimlerin elinde adaletsiz bir ölüm cennete kesin bir bilettir.

Yanlış hatırlamıyorsam 1966 yılında, Mısır’ın tiranı Albay Nasır, Seyyid Kutub, Dr. Abdulkadir Udeh ve birçok diğerlerini ölüme mahkûm etmişti. “İslami Hareket yolunda dava ve sıkıntılar” konulu birçok vaaz dinledim. Bu tip vaazları dinlerken, birçok kez Profesör Gulam Azam sol eliyle omzuma dokunur ve derdi ki, “Bir gün darağacından sarkan urgan bu omuzlara da düşebilir”. Ben de ellerimi omuzlarıma götürür ve bunu düşünürdüm. Eğer Allah gerçekten kararını yerine getirecek, İslami Hareketi ve beni, bu zalim rejimin düşüşü için ileriye taşıyacaksa, bunda kayıp nedir ki?”[16]

Cemaat-i İslami Partisi Genel Sekreter Yardımcısı Muhammed Kamaruzzaman da 11 Nisan 2015’te yine uyduruk bir kararla idam edilmiştir. Kamaruzzaman da diğer Cemaat-i İslam liderleri gibi işbirlikçi Bangladeş’in despot yönetiminden af dilememişti. Nitekim oğlu İkbal, babasını ziyaretinin ardından basına yaptığı açıklamada, Bangladeş Cumhurbaşkanı Abdul Hamid’den özür dilemesi karşılığında idam cezasının affedileceği mesajının iletildiği Kamaruzzaman’ın, bu çağrıyı reddettiğini belirterek, babasının kendisine söylediği şu sözlerini paylaşmıştı:

“Yalnız Allah’tan af dilerim. Başbakan Hasina bana can verecek değildir. Onun gibi münafık zihniyetli birinden af dilemem. Hayalim Bangladeş’te İslam’ın hâkimiyetidir. Ben belki göremem ama genç nesil hayalimi gerçekleştirecek inşaallah. Sizler üzülmeyin, ağlamayın, inşaallah cennette görüşeceğiz.

Ya Rabbi, ben bu ülkenin saadeti ve İslam’ın muzafferiyeti için çalıştım. Lakin bu yüzden bana zulüm ettiler. Kimler bu zulüm için çalıştıysa, dünyada ve ahirette bunun hesabını sor Ya Rabbi. Ben elimle ve dilimle kimseye zulüm etmedim. Rabbim sen benim hakkımda en iyi bilenimsin. Allah’ım şehadetimi kabul et. Aileme, akrabalarıma ve dava arkadaşlarıma sabır niyaz et. Allah’ın selamı dünyadaki bütün müminlerin üzerine olsun.”

Aynı şekilde Cemaat-i İslami Genel Sekreteri Ali İhsan Mücahid de 21 Kasım 2015’de af talebinde bulunmamış ve asılarak idam edilmiştir.[17]

Motiur Rahman Nizami de idam edilirken benzerine az rastlanır bir mü’min edasıyla şehadete yürümüştür. Kâfirlerin yüzüne haykırarak söylenen bu sözler, takdire şayan ve imrenilecek ve kıskanılacak sözlerdir. Gerçekten bu tavır, ancak bir şehide yakışacak tavırdır. Rabbim şehadetini kabul etsin.

Şehidimiz şöyle diyor geri kalanlara;

BEN GİDİYORUM…

Doğduğumda nikâhlandığım ve son nefes diye zaman tayin ettiğim buluşmaya gidiyorum. Korkmuyorum. Ardımda pişmanlıklarım var ama üzgün değilim. Kırgınım. Sözünü unutanlara, kardeşinin elini tutmayanlara, düşeni kaldırmayanlara, Allah için gözyaşlarını sakınanlara, resimlerimizi “layk” için kullanıp gördüklerini yaşanmamış kabul edenlere, zalimin yanında durup mazluma timsah gözyaşları dökenlere, kıyama kalkmayı kolay zannedip elindekini muhafaza etmek için bahane satanlara, alanlara kırgınım. Bu kırgınlıkla kavuşacağım Rabbime. Söyleyeceğim bunları…

Ben gidiyorum…

Ardımda bir fikir kalsın istiyorum. Zorla karşılaşınca ölüm korkusundan istikametini şaşıranlarla biz ölümden aynı şeyi anlamıyoruz. Bu bir imtihandı. Kolay olacağını söylemedi kimse. Sancısız olacağını, bedelsiz olacağını. Bu yola baş koymak, sonunda gerekirse bu uğurda o baştan vazgeçmek demekti. Bizim için karar aldıklarını zanneden ahmaklar var. Bu karar ancak göklerde alınmış olabilir. Siz kimsiniz ki..!

Kulunu razı etmek için Yaratıcıyı üzecek değiliz!

Size son sözlerim şudur;

“Her zaman batılın, zulmün ve haksızlığın karşısında ilmi mücadeleye devam edeceksiniz. Bir mümin asla Allah’tan ümidini kesmez. Hayatınızın sonuna kadar Allah yolunda bir gaye ile görevinizi sürdüreceksiniz. Batılın tüm tuzaklarına ilim yoluyla cevap vereceksiniz. Kadınlarımızın yetiştirilmesine ve ahlâk yoluna önem vereceksiniz. Cemaat-i İslami’de asla bir lider problemi yaşanmayacaktır. Durum ne kadar kötü olursa, o kadar iyi ve kaliteli liderler yetişecektir. Ben yaşlandım. Rabbim her an canımı alabilir. Ben şehit olarak Allah’ın huzuruna gitmek istiyorum. Benim şehadetim ile beraber değişim başlayacaktır. Halkım ve dünya Müslümanlarından dua istiyorum. Eğer dünyada bir daha görüşemezsek, cennette görüşeceğimizi ümit ediyorum inşallah.”[18]

Bangladeş’teki bu son idamla, Motiur Rahman Nizami de şehitler kervanına katılmıştır. Rabbim, şehadetini kabul etsin İnşaallah! Nizami’nin şehadeti ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır. Çünkü emperyal leş kargalarının üşüştüğü bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu nedenledir ki, coğrafyamızda her gün onlarca, hatta bazen yüzlerce şehid vermekteyiz. Filistin, Afganistan, Irak, Arakan, Suriye, Mısır, Libya, Yemen, Doğu Türkistan, Karabağ, Çeçenistan, Kırım ve bütünüyle Afrika’da, ne yazık ki her gün şehidler verilmektedir.

Umut ve temennimiz aleyhimize akmakta olan tarihin bu akışını durdurmaktır. Bu da ancak mücadelemizi, Peygamberler örnekliğinde sağlam zeminlere oturtmakla mümkün olacaktır. Çoklukla, sabitelerden/ilkelerden ayrılmakla, dünyevi bir takım geçici hedeflere odaklanmakla, Peygamber örnekliğini devam ettirmek mümkün değildir. Biz biliyoruz ki, bu Hak ile batıl, iman ile küfür kavgasında nice peygamberler de şehid edilmiş ve nicelerinin de yanında hiç inananı olmadığı halde Allah’a kavuşmuşlardır. Dolayısıyla Müslüman için önemli olan sonuç değil, o sonuca giderken izlediği yol ve yöntemdir. Bu yol ve yöntemin İslami olması halinde hedefe ulaşmışız ya da ulaşmamışız bu çok da önemli değildir. Zekeriya (as), Yahya (as) gibi Peygamberler şehid edilmişler, Hz. Nuh (as) 950 senelik mücadelesine rağmen devlet olamamıştır, bu peygamberler bundan dolayı sorumlu mu tutulacaklardır? Hayır, çünkü biz biliyoruz ki, bu peygamberler üzerlerine düşen sorumluluklarını gereği gibi yerine getirmişlerdir. Bizler için önemli olan da budur, yani Müslüman olarak sorumluluğumuzu yerine getirmektir. Sorumluluğumuzu yerine getirirken gücümüz ve sayımız yok denecek kadar az olabilir, kimilerimiz zindanlara atılabilir hatta kimilerimiz şehid de edilebilir, bunlar hiç de önemli olmaması gerekir. Önemli olan kulluğumuzu/ibadetimizi sadece ve sadece Allah için yapmaktır.  Çünkü yaratılış amacımız sadece Allah’a kulluktur/ibadettir.

Ve Şehid Abdulkadir Molla’nın “Suçum Allah’tan başkasına kulluk etmemekti… Bize kulluk et dediler… Ben de asın dedim!’’ sözünü ömrümüz boyunca kendimize şiar edinmektir.

 

[1] 1888’de Mekke’de doğdu. Azad’ın babası Hindistan’da ve Orta Doğu’da tanınmış seçkin bir İslam lideri, âlimi ve yazardı. İngiliz emperyalizmine karşı çıkması nedeniyle çıkarttığı dergiler (1912’de çıkarttığı Hilal, 1915’de çıkarttığı Belağ) kısa süre içerisinde kapatılmıştır. Mücadelesinden vazgeçmeyen Azad, Hind yönetiminin baskısıyla 3 Mart 1916’da sürgün edilmiştir. Bütün baskılara rağmen mücadelesine devam eden Azad, İngiliz mahkemelerinde yargılanarak 12 yıl hapse mahkûm edilmiştir. Başbakan Yardımcısı ve Milli Eğitim Bakanlığı gibi çeşitli görevlerde de bulunan Azad hiçbir zaman İngilizlerle uzlaşmamış ve Hindistan’ın bölünmesine de karşı çıkmıştır. Ebu’l Kelam Azad, 1958’de vefat etmiştir.

[2] 2 Ekim 1869 doğumlu olan Mahatma Gandi, 30 Ocak 1948’de Yeni Delhi’de Hindu bir radikal olan suikastçı Nathuram Godse tarafından vurularak öldürülmüştür. Gandi de İngiliz emperyalizmine karşı mücadele etmiş ve bir İngiliz politikası olan Hindistan’ın bölünmesine karşı çıkmıştır.

[3] http://www.dunyabizim.com/dunyada-kultur/21981/dunden-bugune-pakistan-muslumanlari-video

[4] http://www.ihh.org.tr/tr/main/pages/temizler-diyari-pakistan/209

[5] http://www.dunyabizim.com/dunyada-kultur/21981/dunden-bugune-pakistan-muslumanlari-video

[6] Daha Geniş bilgi için bkz; http://www.bilgesam.org/incele/80/-pakistan-hindistan-iliskileri-ve-kesmir-meselesi/#.V1EuN0ARt-4

[7] https://tr.wikipedia.org/wiki/Bengalce

[8] http://mesciddergisi.com/islam-dunyasi-banglades-2.html

[9] Mucibur Rahman, 17 Mart 1920 tarihinde doğdu, 1949’da Awami Birliği’nin kurucuları arasında yer aldı ve daha sonra birliğin genel sekreterliğini üstlendi. 1955’te Pakistan Ulusal Meclisi’ne seçildi. 1958’de askeri bir darbeyle başa geçen Eyüb Han’a direnerek halkın sevgisini kazandı. 1965’te Doğu Pakistan’a özerklik verilmesini öngören altı maddelik bir program hazırladı. Ülkeyi bölmeye çalıştığı gerekçesiyle tutuklanması halkın Eyüb Han yönetimine duyduğu tepkiyi daha da arttırdı ve Mucibur Rahman Şubat 1969’da serbest bırakıldı.

[10] Daha geniş bilgi için bkz: http://hudapar.org/Detay/Haber/373/tarihi-sureciyle-banglades-siyaseti-ve-savas-suclari-yargilamasi.aspx

[11] Mucibu’r-Rahman’dan sonra yönetimi Kandahar Mustak Ahmed devralmış, 3 Kasım 1975’te ise Dakka garnizon komutanı Tuğgeneral Halid Müşerref, Mustak Ahmed’i devirmiştir. Ancak kendisi de iktidarda sadece dört gün kalabilmiştir. 7 Kasım 1975 tarihinde General Ziyaür Rahman bir darbe ile Halid Müşerref’i devirerek yönetime gelmiştir. 30 Mayıs 1981 tarihinde bir grup subay ve askerî birlik başarısız bir darbe yapmışlardır. Ziyaür Rahman’a bağlı birlikler darbeyi bastırmışlarsa da darbe esnasında, Ziyaür Rahman öldürülmüştür.

[12] https://dirilissevdasi.wordpress.com/2013/12/12/banglades-ve-cemaat-i-islami/

[13] http://www.haksozhaber.net/idam-sehpasina-oturtulmus-bir-hareket-banglades-cemaat-i-islamisi-70141h.htm

[14] Gulam Azam, 1957 yılında Doğu Pakistan Cemaat-i İslami Partisi’nin genel sekreteri olmuştur. 1964 yılında Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han, Cemaat-i İslami Partisi’ni yasaklamış ve Azam bir kez daha hapse atılmıştır. Hapisten çıktıktan sonra Eyüp Han’ın askeri yönetimine karşı tüm siyasi partilerin direnişine öncülük yapmıştır.

[15] http://www.haberburada.net/bengal-milliyetciliginin-islamcilara-armagani-ihanet-i-vatan-davasi-29052h.htm

[16] http://www.haksozhaber.net/abdulkadir-mollanin-esine-yazdigi-mektup-43224h.htm

[17] İdam edilen Ali İhsan Mücahid’in son anları için bkz; http://www.haksozhaber.net/idam-edilen-lider-ali-ihsan-mucahidin-son-anlari-68772h.htm

[18] http://www.sabah.com.tr/dunya/2016/05/11/iste-idam-edilen-musluman-lider-nizaminin-son-sozleri

 

GRUBA KATIL