AKP ve Çözüm Süreci
Gündem Son Sayımız Yazarlar

AKP ve Çözüm Süreci

Çözüm süreci, dönemin Başbakanı Erdoğan’ın, üçüncü bir ülkenin koordinatörlüğünde yapılan Oslo görüşmelerinin başarısız olması üzerine, bu görüşmelerin doğrudan İmralı’yla yapılması yönünde irade ortaya koymasıyla başlamıştır. Aslında Erdoğan, Kürt sorunu konusunda ilk ciddi çıkışını 12 Ağustos 2005’de Diyarbakır’daki konuşmasıyla yapmıştı. Erdoğan bu konuşmasında, “Doğu ve Güneydoğu’daki sorunun adı Kürt sorunudur. Bu sorun, bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorunudur. Benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz. Bütün sorunlar Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abaza olsun, Laz olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Büyük devlet, güçlü millet kendisi ile yüzleşerek, hatalarını ve günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürüme güvenine sahip millet ve devlettir. ‘Kürt sorunu ne olacak?’ diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak, o sorun, herkesten önce benim sorunumdur” demiştir. Aslında bu konuşma, aynı zamanda 1920’lerden beri Kürtlere yönelik uygulanan Kemalist politikaların iflası anlamına gelmektedir. Erdoğan’ın başlattığı bu çözüm süreci, Kürtlere, Kemalist rejimin faşizanca gasp ettiği haklarının verilmesi ve akan kanın dur(durul)masına dönük atılan çok önemli bir adımdır. Erdoğan ve hükümetinin ortaya koyduğu bu irade, bu nedenle önemli ve anlamlıdır. Bu iradenin arkasında, önünde başka niyetler vardır, asıl amaç seçimleri kazanmaktır türü iddialar ne kadar doğrudur, bu bilinmez, ama her şeye rağmen atılan bu adım, önemli ve anlamlı bir adımdır.

hakkariRektorluk

 

Türkiye’de, 30-40 seneden beri devam eden ve 30-40 bin cana ve yüzlerce milyar dolar ekonomik kayba neden olan bu problemi çözmek elbette kolay değildir. Çünkü kangren haline gelen bu problemin oluşmasında sadece içerideki azgın güçler değil, aynı zamanda bu güçleri destekleyen, yönlendiren dış emperyal ve Siyonist güçler bulunmaktadır. Türkiye’deki baskıcı, otoriter Kemalist yönetimin halka rağmen ayakta kalmasını ve devamını sağlayan ve 30-40 yıldan beri devam eden PKK/KCK terörünü de besleyen ve destekleyen yine bu güçlerdir. Oysa bu güçler, 1940’lı yılların sonlarından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin müttefiki, hatta stratejik müttefiki ve ortağı olan güçlerdir. Türkiye, bu stratejik ortaklığın bir gereği olarak uzun yıllar, bu emperyal ve Siyonist güçler için Sovyetler Birliği (şimdilerde Rusya) karşısında ileri bir karakol/tampon bölge görevi görmüştür ve halen de görmektedir. Ancak bu sömürgeci güçler, son yıllarda bölgede Türkiye’nin dışında başka ülkelerle (İran gibi) ittifak kurmak ve yeni askeri üsler (Afganistan ve Irak gibi) inşa etmek suretiyle Türkiye’ye, bölgede yeni alternatifler oluşturmaya ya da en azından Türkiye’nin bölgedeki fonksiyonunu azaltmaya dönük politikalar üretmektedir. Amaç, Türkiye’nin Suriye, Mısır, Irak başta olmak üzere, bölgede ABD’nin politik manevralarıyla uyumlu bir çizgiye gelmeye gösterdiği direnci kırmaktır. Bu, Türkiye’nin tamamen gözden çıkarıldığı anlamına asla gelmez. Çünkü Türkiye, bu emperyal güçler için, bu bölgede hala elde tutulması gereken önemli bölgesel bir ülkedir.

Türkiye’nin zaman zaman bu coğrafyada bölgesel aktör bir ülke gibi davranmaya kalkışması ve uluslararası bazı konularda bölge halklarının menfaatinden yana tavır alıyor gibi davranması bile bu emperyal güçleri endişelendirmiştir. Özellikle Hamas, Mısır (Muhammed Mursi’ye karşı yapılan darbe dolayısıyla), Suriye, Irak ve İsrail gibi konularda ABD politikalarına zaman zaman ters düşmesi, ABD’nin işine gelmemiştir. Dolayısıyla son aylarda, çözüm sürecine rağmen terörün azdırılma nedeni, AKP hükümetini yola getirme ve terbiye etmeye yöneliktir. Bu söylediklerimiz, AKP Hükümeti’nin bölgede, ABD’ye rağmen politika üretiyor, bağımsız tavır takınıyor anlamına gelmez. Aksi halde AKP’nin bir darbeyle ya da tehdit ve şantajla milletvekillerinin satın alınarak (Refahyol iktidar döneminde olduğu gibi) içten çökertilmesi, bu küresel güçler için hiç de zor değildir. Dolayısıyla AKP Hükümeti’nin bölgede ortaya koyduğu politikalar, ABD’ye rağmen üretilen politikalar değildir. Ama şu da değildir; AKP hükümeti, ABD’nin her dediğini düğme ilikleyerek, hiç direnmeden kabul ediyor da değildir. Ancak ABD’nin dayatması sonucunda, AKP hükümeti menfaatine uygun olmasa da ABD’nin isteğini kabul etmek zorunda kaldığı da muhakkaktır. Nitekim biz bunu, Nato Genel Sekreterliği’ne Rasmussen’in seçilmesinde, Malatya’nın Akçadağ ilçesine bağlı Kürecik Nahiyesi’nde füze kalkanı radar üssü kurulmasında, Çin’e verilmesi açıklanan Füze Savunması ihalesinde açıkça gördük.

Bütün bunlara rağmen şunu da söylemek gerekmektedir; AKP hükümeti, Cumhuriyet tarihi boyunca yapılmayan yatırımları Doğu ve Güneydoğu bölgesinde gerçekleştirmiştir. Ancak bu yatırımların tamamına yakını ulaşım sektörüne yönelik olduğu için işsizliği azaltmada etkili olmamıştır. Bu ise, bölgede üretkenliği artırmadığından ekonomiyi canlandırmamıştır. Nitekim bölgenin bazı illerinde işsizlik oranı %15’lerde seyretmektedir. Batman, Siirt, Şırnak gibi illerde ise bu oran %20’ye yaklaşmaktadır. Bu durum ise, PKK için gerek dağda, gerekse şehirlerde kolay kadro elemanı devşirmeye imkân sağlamaktadır.

AKP HÜKÜMETİ ÖCALAN VE PKK’YA ÇOK GÜVENMİŞTİR

Öcalan, dolayısıyla da PKK/KCK, 1970’li yılların sonlarından itibaren Marksist/Leninist çizgide Türkiye toplumuna kirli bir savaşı dayatmış eli kanlı bir terör örgütüdür. Bu kirli savaşta, özellikle 1980’den önce kendileri gibi Kürtçü, Sosyalist ve Marksist olan (Kawa, Rizgari, Ala Rizgari, Özgürlük Yolu vb. gibi) birçok örgütle çatışmakla kalmamış, kendi içerisinde muhalif olan ya da öne çıkan, örgüt tarafından kabul gören lider konumunda birçok PKK’lı da infaz edilmiştir. PKK’nın tarihi seyri de göstermektedir ki, Öcalan da, PKK da, menfaati için yap(a)mayacağı hiçbir şey yoktur; onlar için hedefe götüren her yol mubahtır. Dolayısıyla Öcalan da, PKK da sinsi, pragmatist, egoist ve fırsatçıdır. Zaten PKK’nın şimdiye kadar ayakta kalma nedeni de budur. Bu nedenledir ki, birbirine zıt hatta düşman gibi görünen bütün istihbarat örgütleriyle; Muhaberat, Mossad, CIA, MİT ve diğer istihbarat örgütleriyle ilişkisini devam ettirebilmiştir.

Hükümet, örgüt tarafından 23 Mart 2013’de ateşkes ilan edilince, zaman geçirmeden içerideki KCK’lı teröristleri bırakmaya başlamıştır. Oysa bu KCK’lılar, İstanbul, Adana, Antalya, İzmir, Ankara gibi şehir merkezlerinde araba kundaklayan, silahlı eylem yapan, vatandaşların işyerlerine molotof atarak yakan, belediye otobüslerini içindeki yolcularla birlikte ateşe vermeye çalışan kısacası yol kesen, haraç alan, şantiyeleri basan, iş makinelerini yakan, işçileri kaçıran, merkez KCK’nın verdikleri talimatları yerine getiren vb daha birçok eylem yapan teröristlerdi. Bunların içeri alınmasıyla birlikte kentlerde terör olayları hızını kesmişti. İşte bu caniler 30 Nisan itibariyle kimilerinin de mahkemeleri henüz bitmemişken bırakılmaya başlanmıştır. Ne yazık ki, 6-8 Ekim olaylarında bu bırakılanların etkisi yüzde 80’ler civarındadır.

PKK’lıların sınır dışına çekilmesi gündeme geldiği (8 Mayıs 2013) ilk günlerden itibaren Tayyip Erdoğan PKK’lıların silahlarını bırakarak çekilmelerini şart koşmuştu. Ancak örgüt silahlarıyla çıkacağını ve bundan ısrarlı olunca Erdoğan önce hayır dediyse de sonra kabullenmek zorunda kalmış ya da bırakılmıştır. Bu, hükümetin PKK’ya ilk taviziydi. Çünkü örgüt özellikle de Öcalan, önce ger, sonra bırak taktiğini, neredeyse İmralı’da cezaevine konduğu ilk günlerden itibaren çok iyi kullanmaktaydı. Bunun en son örneği 1 Ekim 2014’te HDP heyetiyle yaptığı görüşmede “…Burada dar anlamda yürütülen görüşmelerden, müzakere yanı ağır basan bir kararlılık ortaya çıkmış ve bu düzeyde mutabakata varılmıştır. Gelinen noktada yol haritasının eylem planı da ortaya çıkmış bulunmaktadır” diyerek geçici bir iyimserlik oluşturmuştu. Ama aradan 5 gün geçtikten sonra bayram ziyareti dolayısıyla yanına gelen kardeşi Mehmet Öcalan ile görüşmesinde ise tam tersini söylemiştir: “Çözüm süreci deniyor, avukatlar kaç seneden beri yanımıza gönderilmiyor’ diyor. ‘Avukatlar gelmiyor, hem hukuksal sorunlarımız vardır hem de uluslararası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde mahkemelerimiz vardır. Yani böyle bir çözüm yürüyebilir midir, çözüm için… 15 Ekim’e kadar yani biz bekleriz, gelen heyetlere dediklerimizi onlara aktarırız, ondan sonra da yapacağımız bir şey kalmaz… Çözüm diye bir şey yoktur. Müzakere diyorlar, müzakere diye bir şey de yoktur… Yapay bir yapıdır… Artık yapacak bir şeyimiz kalmamıştır ve kalmayacaktır… IŞİD’in olduğu yerde ve Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, nerede IŞİD varsa sonuna kadar onlarla mücadele edilecektir. Sonuna kadar direneceğiz, yani IŞİD’e hiçbir taviz vermeyeceğiz.”[1]

Bu açıklama üzerine HDP yönetimi akşam acilen toplanarak: ‘7’den 70’e bütün halklarımızı sokağa, alan tutmaya ve harekete geçmeye çağırıyoruz. Bundan böyle her yer Kobani’dir…’ açıklamasını yapmıştır. 6 Ekim günü olaylar başlamış ve yine 8 Ekim günü geceleyin Öcalan’dan Demirtaş’a gelen durdurun mesajı ile olaylar durulmaya başlamıştır.

Öcalan, 6-8 Ekim Olayları’nda görüldüğü gibi, önce havuç, sonra sopa göstererek rolünü çok iyi oynamıştır. Devlet, istediği adımı atmayınca ya da geciktirince, devleti zorlamak için elindeki tek araç PKK’nın silahlı güçlerini devreye sokmaktır. Öcalan, bu terör güçlerini istediği zaman kullanmaktan asla çekinmez. Bu nedenledir ki, PKK’nın silah bırakmasını asla istemez. Çünkü PKK bugünkü konumuna silahlı mücadeleyle, kan dökerek, katliam gerçekleştirerek gelmiştir. Silahı bıraktığı gün dağılacağını, parçalanacağını ve kontrol ettiği 50-60 milyar dolar civarındaki paranın akıbetini düşünmektedir. Bu ve benzeri başka nedenlerle Öcalan da, PKK/KCK da çözüm istemede samimi değildir. Bu tavır ve hedeflerinden de kolay kolay vazgeçmeleri mümkün değildir. Öcalan’ın da, PKK’nın da hedefleri bellidir ve bu hedefler içinde gerçekten birleşik bir Türkiye bulunmamaktadır. Çünkü Öcalan için, çözüm süreci bir amaç değil, hedefe ulaşabilmek için sadece araçlardan biridir… Nitekim Kobani gösterilerinden sadece 15 gün önce Öcalan tüm Kürtlere “yüksek yoğunluklu savaşa hazırlıklı olun, yaşamınızı dahi buna göre ayarlayın” talimatını vermiştir. Başka bir deyişle, Öcalan bir barış havarisi değildir. Hiçbir zaman da böyle olmamıştır…[2]

Kısacası Öcalan’a da, PKK’ya da asla güvenilmez. Fırsatçıdırlar; fırsatını buldukları an, verdikleri sözleri hemen unutur, o anın gereği ne ise onu yaparlar. Pragmatisttirler; menfaatleri, çıkarları neyi gerektirirse onu elde etmeye çalışırlar. Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilip İmralı’ya getirildiği zaman “ülkemi severim; annem de Türk… Türkiye’ye dönünce hizmet edeceğim. Fırsat verirseniz hizmet ederim. Bir hizmet imkânı varsa daha üst düzeylere de bildirirsek, ben seve seve hizmet ederim. Ben hizmet edeceğim, çok iyi edeceğim. Türkiye’yi seviyorum ve Türk halkını da seviyorum. Onlara iyi hizmet edeceğime inanıyorum. Fırsat verirseniz yaparım. Pek sevindiğim bir nokta var. Eğer dikkat edilirse aslında konuşulacak bir konu bu. Ama içime öyle doğuyor ki, gerçekten iyi hizmet yapacağıma inanıyorum” şeklindeki konuşması nasıl bir karaktere sahip olduğunu da açıkça göstermektedir.

PKK, bir taraftan çözüm sürecine evet diyecek ve çekilmeye başladığını söyleyecek, diğer taraftan da Haziran 2013 ayı itibariyle eylemlerini yoğunlaştıracak. Sınır dışına çekilme kararının üzerinde henüz bir ay bile geçmemişken şehir merkezlerinde ve şehirlerarası yollarda eylemleri yoğunlaştırması, şantiyeleri basmaları, işçileri kaçırmaları iş makinalarını yakmaları PKK’ya asla güvenilmeyeceğini açıkça göstermiştir. Eylemlerin artmasının nedeni, çözüm süreci dolayısıyla devletin operasyonları durdurması ve şehir merkezlerinde kundaklama, molotof kokteyli atma, araçları yakma, kitleleri kışkırtarak terörize etme vb. gibi eylemlerde eğitimli olan cezaevindeki KCK’lıların serbest bırakılmış olmasıdır. Nitekim Şırnak’ın Cizre ilçesinde sözde asayiş birimi kurup yol kontrolü yapan, Diyarbakır Lice’de karakola baskın girişiminde bulunan PKK’nın (Haziran 2013’de) son 10 günde 47 şiddet içerikli eylem gerçekleştirmiştir. Güvenlik güçlerinin kayıtlarına yansıyan bilgilere göre, eylemler Adana, Ankara, Diyarbakır, Hakkâri, İstanbul ve Mersin’de yoğunluk göstermiştir. Molotoflu saldırılarla 7 bina kullanılamaz hale getirilmiş, 6 polis aracı ve 1 Jandarma karakolu tahrip edilmiştir. Terör örgütü, yapımı devam eden baraj inşaatları ile yeni yapılan karakolları hedef seçmiştir. Bölgede bazı şantiyelere saldıran teröristler iş makinelerini yakıp işçileri kaçırmış, Hakkâri’de 9 yaşındaki çocuk patlayıcıyla eyleme götürülürken parmakları kopmuştur.

11 Haziran’da Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Ballıkaya köyünde, köy yolu açma çalışması yapmak için gelen 4 işçiyi tartaklayan teröristler iş makinesini yakıp olay yerinden kaçmıştır. Aynı gün Şırnak merkeze bağlı Milli köyünde, yol yapım işlerinde çalışan şantiyeye ait 2 iş makinesi, 1 dozer ve 1 ekskavatör ateşe verilmiştir.

15 Haziran’da Bingöl’ün Yayladere ilçesine gelen 5 PKK’lı bölgede çalışan işçileri tehdit edip, 30 ton odunla, 5 aracı yakmıştır.

17 Haziran’da Hakkâri’de Kamışlı köyünde bir kişi kaçırılmıştır.

20 Haziran 2013 günü akşam saatlerinde Diyarbakır’ın Kutlu köyüne 8 araçla gelen 25 kişilik PKK’lı grup, köy halkına propaganda yapmıştır. Ardından muhtarı ve 3 bin liralık ziynet eşyası bulunan aracı kaçırmıştır. 23 Haziran’a kadar 50 bin dolar getirmesini istedikleri muhtarı, ailesini öldürmekle tehdit etmişlerdir. Muhtar 19 Haziran’da serbest bırakılmıştır.[3]

PKK/KCK, ülkede sadece terör estirmekle kalmamış, aynı zamanda bir devlet modeline uygun olarak yeniden yapılanmıştır. 30 Haziran-5 Temmuz 2013 tarihleri arasında toplanan PKK/KCK’nın 9. Kongresinde bağımsız bir devlette bulunması gereken kurumları ihdas ederek adeta devletleştiğini ilan etmiştir. Başbakanın karşılığı olarak KCK Yürütme Konseyi oluşturulmuş ve başına eş başkan olarak Cemil Bayık ve Bese Hozat getirilmiştir. KCK Yürütme Konseyi ise Bakanlar Kurulunun karşılığı olup 35 kişiden oluşmaktadır. TSK’nın karşılığı, Halk Savunma Güçleri (HPG)  (Kürtçe: Hêzên Parastina Gel)’dir, PKK’nın askeri kanadıdır ve başına Murat Karayılan getirilmiştir. Parlamentonun karşılığı olarak Kongre Gel bulunmaktadır. Bu kurumun başına ise Hacer Zagros ile Remzi Kartal getirilmiştir. Devlet başkanlığının karşılığı olarak 6 kişiden oluşan Genel Başkanlık Konseyi bulunmakta, başına ise Abdullah Öcalan getirilmiştir.

Çözüm sürecini ve silahsızlanmayı kabul etmiş bir örgütün bu şekilde devletleşme modeline göre yeniden yapılanması ne kadar doğrudur? Yani çözüm sürecinin sonunda silahlarını bırakacak ve dağılacak bir örgüt neden yeniden yapılanmayı öngörmektedir? Demek ki, çözüm sürecine inanmıyor ve daha uzun sürecek bir savaşa hazırlanmaktadır. Gerek ülke içinde ve dışında yaptıkları hazırlıklara bakılırsa kendi deyimleriyle devrimci halk savaşının zemini oluşturuluyor, 6-8 Ekim olayları da bunun bir zemin yoklaması, bir provasıydı. Zaten Abdullah Öcalan’ın 2010 yılında cezaevinden gönderdiği talimatlara ve PKK kongre tutanaklarına bakıldığında, 2010 yılında Öcalan’ın 4’üncü dönemin başlaması talimatını verdiği ve bu dönemin ise “Topyekün Halk Savaşı” olarak adlandırıldığı görülür. Çözüm süreci, terör örgütü açısından -Mao Zedong’un geliştirdiği- Dört Aşamalı Halk Savaşı Stratejisinin son adımı olan Topyekûn Halk Savaşı için son hazırlıkların yapıldığı bir süreç olduğu rahatlıkla anlaşılabilmektedir.

AKP VE ÇÖZÜM SÜRECİ

AKP, iktidara geldiği andan itibaren Kürt sorununun çözümünü kendi iktidarının devamı için hayat memat meselesi olarak görmüştür. Çünkü terör olayları nedeniyle Güneydoğu yaşanılmaz hale gelmiş ve bu durum, bütün ülkeyi etkilemekteydi. Kangren haline dönüşmüş Kürt sorununu çözmek, sadece Güneydoğu’da değil bütünüyle ülkede huzurun sağlanması demekti. Bu ise, aynı zamanda iktidarda uzun süre kalmanın da anahtarı idi. Nitekim Tayyip Erdoğan, 26 Temmuz 2014’de Diyarbakır’da yaptığı konuşmada çözüm sürecine ‘canımızı koyduk, kafamızı koyduk’ açıklaması da bunu teyid etmektedir. Erdoğan’ın çözüm sürecindeki bu kararlığı, PKK/KCK tarafından AKP iktidarının çözüm sürecine mahkûm ve mecbur olduğu şeklinde anlaşıldığından, kendi Marksist egemenliğini oluşturmada bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle, çözüm süreciyle ilgili olarak hükümet tarafından atılan her adım, PKK/KCK tarafından halk nezdinde taban oluşturmada ele geçmez bir imkân olarak değerlendirilmiştir. Oysa Öcalan’ın 21 Mart 2013’deki mesajı, silahların susması, PKK’lı teröristlerin sınır dışına çekilerek terör eylemlerinin son bulması şeklinde kamuoyuna yansıtılmıştı. Bu ise, Türkiye kamuoyunda artık terörün bittiği, silahların bırakılacağı olarak algılanmıştı. Ancak bu, böyle olmamış, 23 Mart 2013’de ilan edilen ateşkese rağmen PKK/KCK eylemlerinin dozajını gittikçe arttırarak halkı kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Güvenlik güçlerinin yapılan bu eylemlere karışmaması, PKK/KCK militanlarını daha da cüretlendirmiş ve devletin bıraktığı boşluğu doldurmaya başlamıştır. PKK/KCK, diğer taraftan da dağ kadrosunu güçlendirmek için gençlere yönelik çabalarını yoğunlaştırmış, halkta da tabanını geliştirmek ve genişletmek için zemin oluşturmuştur. Nitekim Mayıs-Temmuz 2013 arasında dağa çıkan gençlerin sayısının AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu 2 Temmuz 2013’de yaptığı açıklamada 2200 olduğunu söylerken,[4] Siirt Valisi Ahmet Aydın ise 23 Temmuz’da yaptığı açıklamada ise terör örgütünün dağ kadrosuna sadece Siirt’ten 100 kişinin, genelde ise 2500 kişinin katılımının gerçekleştiğini[5] açıklamıştır.  Kandil’de Murat Karayılan’ın sınır dışına çekilmeye başlayacaklarını söylediği 8 Mayıs 2013 tarihinin üzerinde 3 ay bile geçmemişken, çözüm sürecinin PKK açısından nasıl fırsata dönüştüğünü açıkça göstermektedir.

İşin ilginç yanı, bütün bunlar olurken yani örgütün süreç kapsamında bölge kırsalında çözüm çadırı, barış nöbeti çadırı, protesto yürüyüşleri, cenaze törenleri, dağ şenlikleri ve çeşitli kültürel etkinlikler adı altında propaganda amaçlı faaliyetler düzenlendiği, teröristlerin silahlarıyla birlikte bu faaliyetlere iştirak ettiği ve halkı yönlendirdiği, halkı bu faaliyetlere katılmaya zorladığı, esnaflara kepenk kapattırdığı ve faaliyetlere katılmak istemeyen vatandaşları ise tehdit ettiği bilinmesine rağmen AKP hükümeti çözüm süreci nedeniyle, bu olup bitenlerin karşısında sessiz kalmış olmasıdır. Bu durum ise, PKK/KCK’nın halk nezdinde devlet gibi davranmasını ve taban bulmasını sağlamıştır. Nitekim AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, çözüm sürecinde gelinen noktayı şöyle değerlendirmiştir:

“Çözüm süreci devam ederken, devletin alanı boşaltması ve örgütün bunu istismar ederek, bu alanları doldurarak haraç toplaması, yol kesmesi, faili meçhul cinayetler işlemesi, paralel yapılar oluşturması kabul edilebilir bir şey değil. Hiçbir devlet ortak kabul etmez. Çözüm süreci var diyeceksin, yol keseceksin, kimlik yoklaması yapacaksın. Esnaftan haraç toplayacaksın, şantiye basacaksın, iş makinesini yakacaksın. İstediğin adamı kaçırıp dağa götüreceksin”.

Ensarioğlu, bir başka konuşmasında ise süreç boyunca PKK’nın kazandığı örgütlenme gücünü ise şu sözlerle ifade etmiştir:

“PKK’nın kontrolsüz bir örgüt olmadığını örgütü iyi tanıyanlar iyi bilir. PKK, 1 milyon insanı Diyarbakır’da yürütür, bir tek taş dahi attırmayabilir. Ama istese 1 milyon insanı bir seferde de terörize edebilir. Öyle barış sürecinin devam ettiği bir dönemde, birilerinin barış sürecini sıkıntıya sokacak, seyrini değiştirecek bir takım suikastlar, faili meçhuller işlemesi örgüt için de kabul edilebilir bir şey değil. Ama siz bu vesayet sistemlerini çoğaltırsanız, kendi içinizde birçok yapı oluşturursanız, bu yapıların bir kısmı gider bir istihbarat birimi ile başka ülkeler ile ilişkilenir.”[6]

Eğer silahlı muhalif bir örgüt, bir bölgede 1 milyon kişiye istediğini yaptırabiliyorsa uygulanagelen çözüm sürecinin kimin işine yaradığı ve kimin bu süreci fırsata dönüştürdüğü açıkça görülmektedir. 2012 yılında tam anlamıyla bir hezimet yaşayan PKK/KCK terör örgütü, çözüm süreci sayesinde bugün ulaştığı teşkilatlanma ve kitleleri harekete geçirme gücü olağanüstüdür. Çünkü örgüt, bu gücüyle sokakları her an savaş alanına rahatlıkla çevirebilme imkânına sahip hale gelmiştir. Bunun kanıtı ise ülke genelinde 6-8 Ekim ve Cizre’de ise 27 Aralık’taki olaylardır.

PKK’ya benzer suçlamaları Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan da yapmıştır. Akdoğan, PKK’nın sözünde durmadığını, “adam gibi davranamadığını” söyleyerek:

“Sen hem ‘eylemsizlik var’ diyeceksin, ‘karakol basmıyormuş’ neymiş, onun dışında her şeyi yapacaksın. Yol keseceksin, adam kaçıracaksın, makine yakacaksın, yatırımı engelleyeceksin, insanları kaçıracaksın, haraç alacaksın, sonra neymiş efendim, ‘eylemsizlik’ varmış. Bırakın bu kandırmacayı. Temel zemin kamu düzenidir. Burada eğer ‘eylemsizlik kararı aldım’ diyorsan adam gibi bunu uygulayacaksın, adam gibi sözünde duracaksın, bir ricada bulunmuyoruz. ‘Sizden rica ediyoruz, bunlara son verin’ demiyoruz. Söz verdiysen, sözünü tutacaksın, tutmuyorsan biz gereğini yaparız, bunu yapma gücüne ve imkânına da sahibiz. Size yalvarmıyoruz ‘bunları yapın’ diye. Kamu düzeni ve güvenliği bundan sonra daha fazla tesis edilecektir.”[7]

Böyle bir açıklamayı muhalif milletvekillerinden biri ya da normal bir vatandaş yapsa yeridir ve hakkıdır denebilir. Ama iktidar partisinin bir milletvekili, üstelik de Başbakan Yardımcısı birileri söylerse bu, anormaldir. Acaba sözünde durmayan, yol kesen makine yakan bu insanları durdurmak için daha nasıl bir yetki ve göreve sahip olunması bekleniyor? Kendisi zaten en üst derecede yetkili olan birisi değil midir? Başbakan Davutoğlu’nun da “her türlü tedbir alınmıştır, çözüm süreci rayına girmiştir” sözlerinin mürekkebi bile kurumadan terörün nasıl azdığını Türkiye toplumu yakinen görmüş ve yaşamıştır. Yalçın Akdoğan’ın ya da bir başka yetkilinin şikâyet etme hakkı yoktur. Başta Akdoğan olmak üzere her yetkilinin, terörün her türlüsünü engelleyecek çözümler üretmek zorunda olduğu asla unutulmamalıdır. PKK’nın sözünde durmadığı, eylemlerini yapmaya devam ettiği zaman hükümetin sorumlu bir üyesi olarak Akdoğan neden gerekli önlemleri alarak, PKK’nın bu eylemlerini durdurmamıştır? Terörün Cizre’de ulaştığı boyut, hamile bir kadın ve çocuklarını yakmak için harekete geçtiğinde, Akdoğan’ın eli kanlı teröristlerin Kandil’e nanik yaptıklarını söylemesi, tam anlamıyla bir aymazlık değil midir? Aslında, Akdoğan bu tavrıyla, kendisini iktidara getiren halka nanik yapmaktadır, ama farkında değildir. AKP ve hükümet yetkilileri her defasında çözüm süreci rayına girmiştir dedikten hemen sonra ya Kandil’deki teröristlerin zehir zemberek açıklamaları ya da PKK/KCK’nın ülke içerisindeki gençlik yapılanması YDG-H’nin eylemleri kamuoyundaki ümitsizliği daha da arttırmaktadır. Bu açıklamalar ve eylemler, her defasında hükümetin verdiği yeni bir tavizle İmralı tarafından durdurulmaktadır. Bu ise, PKK/KCK’yı halk nezdinde daha da güçlendirmektedir. Murat Karayılan “PKK 2011’deki PKK değildir; PKK şimdi daha da güçlüdür. Aynı zamanda 6-8 Ekim olaylarında da görüldüğü gibi Kürt halkı da büyük bir serhildan kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla kimse yanlış hesaplara dayanarak hareket etmemeli ve olası bir savaşın eskisi gibi olacağını düşünmemelidir”[8] şeklindeki açıklaması da bunu açıkça teyid etmektedir.

Bütün bu olup bitenler, çözüm sürecinin PKK/KCK’yı yeniden canlandırdığını göstermektedir. Çünkü PKK/KCK, bu süreçte bir tek silah bırakmadığı gibi, daha da silahlanmış adeta düzenli bir ordu haline gelmiştir. PKK/KCK’nın bu kadar güçlenmesinin üç nedeni vardır; biri, AKP’nin çözüm süreci dolayısıyla suç işleyen teröristlere yönelik operasyonları durdurması, ikincisi şehir merkezlerinde terör estiren, araba kundaklayan, silahlı eylem yapan ve eylemleri organize eden KCK zanlılarını henüz mahkemeleri bile bitmeden serbest bırakması, üçüncüsü ise Kobani ve diğer Suriye şehirleri üzerinden alan hâkimiyetine ve ağır silahlara kavuşmuş olmasıdır.

Çözüm sürecinde AKP hükümetinin yaptığı hataları şöyle sıralamak mümkündür;

1- Hükümet, Kürtlerin, Kemalist rejim tarafından gaspedilen haklarını önceden belirlenen bir takvim çerçevesinde vermesi gerekirken, PKK’lı teröristlerin eylemlerinden sonra parça parça vermesi, PKK’yı halk nezdinde daha da güçlendirmiştir. Hükümet, Kürtlerin rejim tarafından gasp edilen haklarını PKK ile pazarlık yapmakla en büyük hatayı yapmıştır. Kaldı ki PKK’nın temsil ettiği Kürtlerin oranı genelde Kürtlerle mukayese edildiği zaman çok azınlıkta kalmaktadır. Ayrıca sadece PKK’yı muhatap alması, PKK’nın Kürtler üzerindeki vesayetini daha da arttırmıştır.

2- 1920’lerden sonra ve halen Kemalist rejim tarafından ezilen Kürt halkı, bugün de bir başka zalim PKK/KCK tarafından ezilmektedir. Bugün, bölge halkı, bir zalimden kurtulma ümidin taşırken bir başka zalimin eline düşmenin hayal kırıklığını yaşamaktadır. Bu ise hükümetin yanlış politikalarından kaynaklanmıştır. Şu da unutulmasın ki rejimin zulmü de henüz bitmiş değildir.

3- Bölge halkı, PKK’lı teröristlerin yol kesme, haraç alma, kepenk kapattırma, çocuklarından birini PKK’ya asker olarak alma, KCK mahkemelerinden yargılanma, dağa kaldırılmalardan dolayı bölgeden göç etmeye başlamıştır. Göç edenlerin sayıları günden güne de artmaktadır. Hükümet bu olup bitenler karşısında sadece anlamsız açıklamalarda bulunmuş, ciddi hiçbir adım at(a)mamıştır.

4- Bölgede, uzun yıllardan beri KCK Mahkemeleri faaliyet göstermektedir. Bu illegal mahkemelerde yıllardır çok sayıda masum insan yargılanmıştır ve halen de yargılanmaktadır. Hatta 20 Kasım 2014’de basına yansıyan bir haberde, bu mahkemeler tarafından bir ilin mülki amirine de sorgulamak üzere celp gönderilmiştir.[9] Bu kadar yaygın ve açıkta çalışan mahkemelerin varlığının bilinmemesi, duyulmaması mümkün değildir. Şayet buna rağmen bu mahkemelerin varlığından devlet haberdar değilse, bu çok vahimdir, eğer biliyor ama ses çıkarmıyorsa, bu daha da vahimdir. Bu mahkemelerde esnaf, iş adamları, PKK yanlısı olmayanların yargılandıkları bölgede herkes tarafından bilinmektedir. Hükümetin de bilmemesi, duymaması mümkün değildir. Peki, neden bu terörist mahkemelerin çalışmasına izin veriliyor? Fethullah Gülen ekibi paraleldir de, KCK örgütlenmesi paralel değil midir? Fethullah Gülen ile ölüm kalım savaşı veren Hükümet/devlet neden, en az Fethullah Gülen kadar tehlikeli olan PKK/KCK terör örgütü ile aynı savaşı ver(e)miyor? Yoksa burada da mı üst akıl devrededir?

5- PKK/KCK, Şanlıurfa’da hastane kuruyor, Kobani’de yaralanan PKK’lı teröristleri tedavi ediyor. Bu, basına yansıyınca hükümet baskın yaparak bu hastaneyi kapatma yoluna gitmiştir. Peki, bu hastanenin açılma aşamasında devletin hiç mi haberi olmamıştır? Basına yansıdıktan sonra kapatıldığına göre demek ki anlı şanlı MİT’in bundan haberi olmamıştır? Anlaşılan MİT sadece Müslümanları izliyor, ilgili ilgisiz Müslümanları El Kaide diye tutuklanmasını sağlıyor. Aynı şekilde 27 Aralık’tan günler öncesinde Cizre merkezinde belediyenin iş makineleri ile hendekler kazılıyor, YDG-H teröristleri hazırlıklar yapıyor, dağda silahlarıyla teröristler şehre iniyor, bundan da mı istihbaratın, dolayısıyla hükümetin haberi olmuyor? Hatta basına yansıyan haberlere göre Şırnak Valisinin çatışmaların üzerinden 7 saat geçtikten sonra bu baskından haberi oluyor. Evleri ateşe verilen vatandaşlar emniyeti aradıklarında başınızın çaresine bakın deniyor. Ülkenin bir bölgesinde Müslüman halkı, ateist, sosyalist ve İslam düşmanı bir terör örgütü ile karşı karşıya bırakmak, hükümetin de, devletin de iflas ettiği anlamına gelmiyor mu? Devlet devletliğini, hükümet hükümetliğini yap(a)mıyorsa çıksın bunu açıkça ilan etsin ki,  vatandaşlar da emniyetin dediği gibi başının çaresine bakmak için çareler üretsinler.

6- AKP’li bir milletvekili, devletin bir valisi dağa çıkan gençlerin sayısının arttığını, çözüm sürecinin ilk üç ayında birisi 2200, diğerinin 2500 civarında gencin dağa çıktığını söylemesine rağmen hükümet bu konuda da ciddi hiç bir adım atmamıştır. Bu sayı, daha sonraki aylarda -yapılan eylemler göz önüne alındığında- çok daha fazla olduğu kolaylıkla tahmin edilebilir. Devlet bu konuda da hiç bir şey yap(a)mamıştır. Çocukları dağa çıkarılan/kaçırılan aileler, eylemlerini hem Diyarbakır’da, hem de başkentte devam ettirmişlerdir. Hatta hükümet yetkilileri ile de görüştüklerinde birçok sözler de verilmiştir. Ancak bu sözler yerine getirilmemiş ve aileler boşuna umutlandırılmışlardır. Bu, hükümet açısından acziyet değil midir? PKK/KCK tarafından, dağa çıkarılan bu ve benzeri gençler, gerilla eğitiminden geçirildikten sonra şehirlere gönderilerek, dağda aldıkları eğitimlerin pratikleri yaptırılmaktadır. 6-8 Ekim olaylarında taş taş üzerinde bırakmayanlar, işyerlerini yağmalayanlar, Müslümanlara saldıranlar, işte bu gençlerdir. Bu durumdan Valinin de, milletvekilinin de şikâyetlenmeye hakları yoktur. Onların, o çocukları dağa göndermeme gibi bir mükellefiyetleri vardır. Konuşmak kolaydır; önemli olan, bu gençlerin dağa çıkmasını engellemek ve dağa götürenleri ise –şayet kalmışsa adalete teslim ederek-  yargılanmalarını sağlamaktır.

7- PKK’lı militanlar, Cizre’de özerklik ilan etmişlerdir. Özerklik bir iki mahalleyi kapsamaktadır, çok da önemli değildir denilemez. Bir devlet, sınırları içerisinde bir başka güce özerklik ilan etme hakkı ver(e)mez. Cizre, Nusaybin, Kızıltepe, Hakkâri, Yüksekova vb. yerler zaten kurtarılmış bölgeler haline gelmiş olmasının nedeni aslında bu aymazlıktır. Cizre’de ilan edilen özerkliğin üzerine gidilmediği, failleri yakalanmadığı için, İpek yolu defalarca yüzü maskeli teröristler tarafından kapatılarak kimlik kontrolü yapılmıştır. Bunun anlamı, biz burada özerkiz, devlet biziz, TC bize karışabilecek bir gücü yoktur anlamına gelmektedir. Daha da vahimi Diyarbakır merkezde, PKK/YDG-H grup lideri elinde megafonla olay yerine gelen polis gruplarına sesleniyor: “TC polisi! Size sesleniyoruz. Derhal dağılın ve meydanı terk edin. Yoksa müdahale etmek zorunda kalacağız! Tekrar ediyorum yoksa müdahale edeceğiz sonrasında yolları kesiyor kimlik yoklaması yapıyor.”[10] Diyarbakır merkezinde devlet bu şekilde kuşatılmış ise, diğer yerlerdeki durumu varın siz düşünün, eğer hala sağlıklı düşünebiliyorsanız!

8- Bölgede, çözüm sürecinin ruhuna aykırı özellikle de 6-8 Ekim’de yapılan ve 50 civarında insanın ölmesine ve milyarlarca dolar zarara yol açan eylemlerden dolayı Öcalan’a bunun hesabı sorulması gerekmiyor muydu? Çünkü herkes biliyor ki, bu olaylardan Öcalan’ın haberi ve onayı vardır. Eğer Öcalan’ın haberi ve onayı yok ise, o zaman Öcalan ile görüşmeleri devam ettirmenin bir anlamı var mıdır? Öcalan ve Kandil,  iyi polis, kötü polis oyununu oynamaktadırlar. Buna engel olmak hükümetin görevi değil midir? Öcalan, 6-8 Ekim olaylarını 8 Ekim gecesi Selahattin Demirtaş’a gönderdiği bir mesajla (bu mesajın nasıl gönderildiği ayrı bir soru işareti) durdurabiliyorsa, o zaman olup biten olayların tamamından Öcalan sorumludur ve bunun hesabı mutlaka sorulmalıdır. Bu olaylar 50 civarında insanın ölümüne milyarlarca dolar ekonomik kayba neden olmuştur.

9- AKP Hükümeti, 6-8 Ekim olaylarından sonra PKK/KCK (İmralı, Kandil ve HDP) ile görüşmelerin devamı için Kamu güvenliğinin sağlanmasını şart koşmuştur. PKK’nın gençlik yapılanması Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’nin de yer aldığı 21-24 Kasım tarihleri arasında Kandil’de yapılan toplantı neticesinde “kitlesel eylemlerde yüz kapatma, kitlenin içerisinden provokasyon girişiminde bulunma, halkın malına ve canına zarar verme, halk otobüslerini yakma, her eylemde kepenk kapattırma gibi eylem tarzlarının reddedildiği, bu tür girişimlerde bulunanların sömürgeci güçlerin ajanları olarak değerlendirileceği” kararı alınmıştır. Bu karar, Kandil tarafından çok önemli bir kararmış gibi 26 Aralık 2014’de açıklanmıştır. Ancak bu kararın üzerinden 24 saat bile geçmeden yani 27 Aralık günü Cizre’ye dağdan inen silahlı teröristler ortalığı savaş alanına çevirmişlerdir. İşin ilginç yanı ise, bu terör olayları devam ederken ortalıkta polisin de, diğer güvenlik güçlerinin de bulunmamasıdır. Hala Davutoğlu çıkıp her türlü tedbir alınmıştır, failleri yakalanmıştır türü açıklamalar yapmaktadır. Kim inanır? Önemli olan olaylar olmadan ya da olaylar esnasında vatandaşın can ve malının güvenliğinin sağlamasıdır. Hükümete sormak lazım, bu olayların olma ihtimali önceden belli olmasına rağmen neden gerekli tedbir alınmamıştır? Çünkü Cizre merkezinde hendekler önceden kazılmış, silahlı teröristler sokaklarda gezer hale gelmişler, neden bu, önceden engellenmemiştir? Cizre merkezindeki hendekler, Belediye iş makineleri tarafından kazılmıştır. Hükümet, emniyet müdürünü görevden almıştır, peki ya belediye Başkanı? Onun hiç mi suçu yoktur? Cizre Belediye Başkanı Leyla İmret, halk ikna oluncaya kadar bu hendekleri kapatmayacağız diyor. Peki, halk dediği kimdir? Leyla Hanım’ın halk dediği elbette PKK/KCK’nın gençlik terör örgütü YDG-H’dir. Bu konuda, hükümet caydırıcı bir adım at(a)madığı için, PKK/KCK’lılar terör olaylarına devam etmektedirler.

Hükümet, bir an önce bu acziyetten kurtularak çözüm sürecini PKK/KCK’nın tekelinden kurtarması gerekmektedir. Aksi halde, çözüm sürecinin altında sadece bölge halkı kalmaz, aynı zamanda AKP’liler de, PKK/KCK’lılar da kalır. Bu unutulmamalıdır.

 

[1] http://www.gazetevatan.com/ocalan-15-ekim-e-kadar-beklerim-684554-gundem/

[2] Sedat Laçiner, Çözüm Süreci Çöktü mü? Başlıklı makalesi için bkz; http://www.internethaber.com/cozum-sureci-coktu-mu-16740y.htm

[3] http://www.haberkritik.net/cekildigi-soylenen-pkkdan-son-on-gunde-47-saldiri-9498.html

[4] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/07/130701_cozum_sureci_lice ; ayrıca bkz;Türkiye Gazetesi, 15 Temmuz 2013, http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/53797.aspx

[5] http://www.bilgesam.org/incele/1201/-cozum-sureci-kronolojisi–28-aralik-2012-22-eylul-2013/#.VKh1iSusVqU; ayrıca bkz; Aktif Haber, 23 Temmuz 2013, http://www.aktifhaber.com/vali-pkkya-katilimda-ciddi-artis-var-826674h.htm

[6] http://www.milliyet.com.tr/-pkk-1-milyonu-sokaga-dokup-tek/siyaset/detay/1967723/default.htm

[7] http://t24.com.tr/haber/yalcin-akdogandan-pkkya-birakin-bu-kandirmacayi,278784

[8] Daha geniş bilgi için, Ali Kaçar’ın  ‘Çözüm Süreci ve KCK/PKK’ makalesi, Genç Birikim Dergisi, Aralık 2014 sayısı.

[9] http://www.internethaber.com/mulki-amir-itirafi-pkk-mahkeme-kurdu-ve…-740963h.htm

[10] http://farukarslan.com/konuk-yazar/cozum-surecinde-oynanan-oyun/

GRUBA KATIL