Ahde Vefa ve Sorumluluğumuz -II
Gündem Son Sayımız Yazarlar

Ahde Vefa ve Sorumluluğumuz -II

Hz. Peygamber’in Ahde Vefa Örnekliği

Ahde vefa göstermede ümmeti için örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Peygamberimizin (as) “el-Emîn” sıfatının, düşmanları tarafından verilmesinin, kendisinin ahde vefa ve emanete riayet faziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde, ahde vefa göstermeyi imandan, ahde aykırı davranmayı ise nifak alâmetlerinden saymıştır.  ahdevefa

Kâbe’nin tamiri esnasında mukaddes Hacer-ül-Esved taşını yerine koyma konusunda Mekkeli kabileler arasında ihtilaf çıktığında, Kâbe’ye ertesi sabah ilk giren kişinin taşı yerine koyması kararlaştırılmıştı. O sabah Kâbe’ye ilk gelen Muhammed (sas) olunca, herkes “el-Emîn” ve “es-Sadık”ın gelmesine ve Hacer-ül Esved’i yerine koyacak olmasına çok sevindi.

Ancak, Hz. Muhammed’e (as) peygamberlik geldiğinde Mekkeli müşrikler onu reddettiler. Hakaret ettiler, deli, büyücü dediler, iftira attılar, kötü yolları denediler. Fakat ona hiçbir zaman yalancı diyemediler. Bir defasında Kureyş’in önderleri bir araya gelmiş onun hakkında konuşuyorlardı. En tecrübelileri olan Nadr b. Haris şöyle dedi:

-“Ey Kureyş! Başınıza gelen bu belâdan kurtulmanızı sağlayacak bir plan bulamadınız. Muhammed çocukluğundan itibaren içinizde, gözünüz önünde büyüdü. Aranızda en sevilen, en doğru, en dürüst oydu. Şimdi, o olgunluğa erişip size bunları sunduğunda, bu sefer, o bir sihirbazdır, kâhindir, şairdir, delidir diyorsunuz. Allah için ben onun söylediklerini işittim. O sizin söylediklerinizin hiçbiri değil. Başınıza gelen yepyeni bir derttir.”

Hz. Hatice (r.anhâ), ilk vahiy geldiğinde şaşkınlık içinde olan eşi Muhammed’i (as) şöyle teskin etti:

-”Allah seni esirgesin, Ey Ebû’l Kasım! Allah seni hiçbir zaman yalnız bırakmayacaktır. Çünkü sen doğrusun, emanete riayet edersin, akrabanı gözetirsin, merhametlisin ve güzel ahlaklısın.”

Peygamberimiz (as), açık tebliğe başladığında Kureyşlileri Safa tepesinde toplayıp onlara sormuştu:

-”Ey Kureyş! Şu dağların arkasında size karşı hazırlanan bir ordu var desem, bana inanır mısınız?”

Bu soruya, orada bulunanların istisnasız hepsi tek bir ağızdan şu cevabı verdiler:

-“Evet, çünkü senden hiçbir yalan söz işitmedik!”

Onun dürüstlüğü konusunda hiç kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Hz. Muhammed (sas), aralarında kırk yıl boyunca kusursuz, lekesiz bir hayat yaşamıştı.

Hasımları hicret öncesinde onu nasıl öldüreceklerini tasarlarken, o kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine nasıl iade edeceğini düşünüyordu. Akşam, müşrikler tarafından sarılan evinde, emanet para ve mücevherleri sahiplerine ulaştırması için yeğeni Hz. Ali’yi (ra) yatağında bırakmış ve sessizce Medine’nin yolunu tutmuştu…

Şam’da bulunan Bizans Kayser’inin, ticaret için gelen Ebu Süfyan’a, Hz. Muhammed (sas) hakkında sorduğu sorulardan biri de O’nun sözünde durup durmadığı olmuştu. Ebû Süfyan, Hz. Muhammed’in (as) hiçbir sözünden dönmediğini itiraf etmek zorunda kalmıştı.

Hudeybiye Anlaşması’nın şartlarından biri, Mekke’den Medine’ye Müslüman olarak sığınan kişilerin iade edileceği şeklinde idi. Anlaşmanın imzalanacağı sırada Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayağında zincirlerle, yara bere içinde Mekke’den çıka geldi. Rasûlullah, Süheyl’den bir istisna olarak Ebu Cendel’i serbest bırakmasını istedi. Ancak Süheyl, anlaşmayı iptal etmekle tehdit etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (as) yanındaki Müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebû Cendel’i, yeni imzaladığı antlaşmanın bir gereği olarak müşriklere iade etti. Allah Resulü Ebû Cendel’i teselli ederek:

– “Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allah Teâlâ‘dan bunun mükâfatını dile! Hiç şüphesiz yüce Allah sen ve senin gibi zayıf, kimsesiz Müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış anlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allah’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Sözümüze vefasızlık edemeyiz!” buyurdu.

”Ey Ebû Cendel! Sabret. Biz ahdimizden dönemeyiz. Allah sana yakında bir yol açacaktır.”

Sahabeden Huzeyfe b. el-Yemân ve bir arkadaşı (ya da Huzeyfe b. el-Yemân ve oğlu) Mekke’den gelirken müşrikler tarafından yakalanmıştı. Mekkeliler onların Rasûlullah’a (as) gitmemesi için ısrar ediyorlar, fakat onlar da bunu kabul etmiyorlardı. Sonunda, Bedir Savaşı’na Müslümanlar safında katılmamaları şartıyla serbest bırakıldılar. Rasûlullah’a (as) gelerek tüm olayı anlattılar. Onlar için ciddi bir doğruluk sınavıydı bu. Zira Müslümanlar sayıca çok azdılar ve müşriklere karşı savaşacak adama ihtiyaç vardı. İki adamın dahi onlara katılması önemli bir katkı olacaktı. Bu durumda Rasûlullah (sas) onlara şöyle dedi:

-”Siz geriye dönün; her halükârda sözünüze riayet edeceğiz. Bizim, yalnız ve yalnız Allah’ın yardımına ihtiyacımız var.”

Özetle: Hz. Peygamber (as) maliyeti ne olursa olsun, düşmanlarına karşı bile ahdine riayet etmiş ve asla sözünden dönmemiştir. Her konuda olduğu gibi antlaşma ve sözleşme konusunda da Kur’ân’ı öğütlemiş, onu hayatına uygulamış, insanlara da Allah’ın emrettiğini öğretmiş ve talim etmiştir:

“Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini yerine getiriniz. Allah’ı kendinize kefil kılarak sağlama bağladığınız yeminleri bozmayın. Allah yaptıklarınızı şüphesiz bilir.” (Nahl 16/91)

Ve İsrâ suresinde de şöyle buyrulmaktadır:

“… Ahdi de yerine getirin, doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.” (İsra 17/34)

Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) günlük hayatında ve bütün ilişkilerinde ahde vefa ilkesine sadık kalmış; verdiği her sözü mutlaka yerine getirmiş, randevularına kesinlikle uymuştur.

Bu hususta dost-düşman ayırmamış, dostuna verdiği bir sözü yerine getirdiği gibi, düşmanlarıyla yaptığı anlaşmaya da sadık kalmıştır. Konu ile ilgili birkaç örnek vermek yerinde olacaktır:

Müzeyne’den Cüsame isimli hanımla fazlaca ilgilenmesinin sebebini soran Aişe’ye:

“Hatice hayatta iken, bu hanım bize gelir, giderdi. Yâ Âişe, ahde vefa imandandır” buyurmuştu.

Allah Resulünü örnek alan başta dört halife olmak üzere bütün sahabe ve zamanımıza kadar güzel Müslümanlar ahde vefanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Süleyman bin Amr diyor ki, Muaviye ile Bizans arasında antlaşma vardı. Muaviye antlaşma bitince hücuma geçmek için Bizans’a doğru hareket etti. O esnada bineğinin üzerinde oturan yaşlı bir zat şöyle dedi: “Allah’u Ekber! Allah’u Ekber! Ahde vefa gerekir. İhanet etmek yoktur. Zira Resulullah (as) şöyle buyurmuştur: “Kiminle başka insanlar arasında bir antlaşma bulunursa, onun müddeti bitinceye kadar ne düğümü çözün ne de sıkıca bağlatın. Yahut da antlaşmalarını bozacaklarından korkarsa, o da onlara karşı antlaşmayı bozarak aynı şekilde davransın.” Bu haber Muaviye’ye ulaşınca geri dönmüştür. O ihtiyar zatın Amr bin Abese olduğu anlaşılmıştır. (Müsned, İmam Ahmed, c.4.s.111,113)

Günümüzle ilgili olarak da Mithat Cemal Kuntay anlatıyor:

“Meşrutiyetin ilk seneleri bir cuma adam boyu kar yağmış ve o gün, ne tramvay ne araba ne şimendifer ne vapur işliyor. Çapa’daki bizim eve ne sütçü gelmiş ne de ekmekçi ve öğlen yemeğinden sonra kapı çalındı. Biz ekmekçi geldi zannettik, baktık Akif gelmiş ve şaşırdım, nasıl geldiğini merak ettim Beylerbeyi’nden Beşiktaş’a nasılsa bir vapur işlemişti ve ‘bu kadar’ dedi. Bu kadar mı dedim; ‘evet’ dedi. Beşiktaş’a geçmiş Beylerbeyi’nden ve tabii, oradan Çapa’ya kadar yayan yürümüş. Nasıl yaparsın bunu dediğimde ‘nasıl yapmam; söz vermiştim, geleceğim demiştim; gelmeme, sözümü çiğnememe, ancak ecelim mâni olabilirdi’ diyor Akif!” İşte ahde vefa; işte söz; işte sözünde durmak ve işte bir insan örneği.

Mehmet Akif, bütün ömrü boyunca, hep verdiği söze bağlı olarak yaşadı. Vefa duygusu onun en belli başlı özelliklerinden birisiydi. Arkadaşları, Onun bir defa olsun yalan söylediğini duymadılar. Verdiği sözden caydığına şahit olmadılar.

Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor;

Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Aramızda geçen bir olayı anlatayım: Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde! Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeği, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş  «Selam söyleyin» demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim.

– “Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir, dedi ve benimle altı ay dargın kaldı ”

Cenabı Hak bizleri ahde vefa kervanının yolcuları olarak topluca, cennetinde buluşturduğu mü’minlerden eylesin.

“Allah’ım! Ben Sen’in kulunum. Gücüm yettiği kadar ahdine ve va’dine sadakat gösteriyorum!” (Buhari, Davet, 16) diye istiğfar ederdi.

Kur’an-ı Kerim gerekse Resulullah’ın sünneti seniyesi son derece kuvvetli ve tesirli izler bırakmıştır. Uzun müddet bu izler İslam devletinin ve Müslümanların umumi karakteri haline gelmiştir.

Ahde Vefa, Mü’minlerin Temel Özelliklerindendir

İman, uyulması, yerine getirilmesi gereken bir akittir. Çünkü mü’min, Allah’a iman ettiğini söylediği andan itibaren bir takım mükellefiyetlerin altına girdiğini de taahhüt etmiş olur. Dolayısıyla mü’min,  iman ettiği andan itibaren bu taahhütleri yerine getirmekle mükelleftir. Zaten dinin esası da, Allah’a iman etmiş olmak da bunu gerektirir. İman, aynı zamanda bir ahiddir; ahid ise bir sorumluluk, bir mükellefiyettir. Zaten ahid, hem Allah’ın insanlara teklif etmiş olduğu hükümleri ve hem de insanların Allah’a karşı veya Allah namına birbirlerine karşı yerine getirmeyi taahhüt etmiş oldukları hususları kapsar. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın ahdini yerine getiriniz” (En’am, 6/152) buyurulmaktadır.

İslam dini, ahid ve akitlere çok önem verir ve taraflardan, yapılan sözleşmelerine sadık kalmalarını ister. Onun için bu hususta gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse hadisi şeriflerde Müslümanlar defalarca uyarılmış, güven ortamına zarar verecek, kişilerin birbirlerine karşı olan itimatlarını sarsacak davranışlardan, verdikleri sözleri yerine getirmemekten, yaptıkları sözleşmeleri bozmaktan men edilmiştir.

Allah’u Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de müminlerin vasıflarını açıklarken şöyle buyurmuştur;

“Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve sözleşmeyi bozmayanlardır” (Ra’d 13/20).

Mü’minun Suresinde, “mü’minlerin, Allah’a verdikleri sözün gereği olarak ibadetlerine devam ettikleri, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirdikleri, ırzlarını; namus ve haysiyetlerini, emanetleri koruyup verdikleri sözleri yerine getirdikleri” (23/1-8);

Mearic suresinde ise: “Emanetlerine ve ahitlerine riayet edenler; Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; Namazlarını koruyanlar; İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.” (El Mearic, 70/32-33)

Bir Müslüman’ın yapacağı ya da yapması gereken işler, Allah’u Teâla tarafından konulmuş ölçülere uygun olmak zorundadır. Çünkü Allah’a vermiş olduğu ahid bunu gerektirmektedir. Bu ölçülerin dışına çıkmak ya da bu ölçüleri esnetmek/gevşetmek, Müslüman’ın Allah’a verdiği ahdi sıkıntıya sokar. Çünkü bir Müslüman, gerek bir Cemaat/topluluk, gerekse bir birey olarak, Allah Teâlâ’ya ya da Müslümanlara verdiği ahidde/sözde Allah’ı da üzerlerine kefil yapmaktadır. Bu ise, ağır bir yük ve ağır bir sorumluluktur. Bu sorumluluk ise, tercihe de bırakılmamıştır; yerine getirilmesi imanî bir gereklilik ve sorumluluktur.  Dünyevi bir takım çıkarlar için veya bir başka nedenle, bu sorumluluğun yerine getirilmemesi Rabbimizin ikazını gerektirir.  Nitekim;

“Allah’ın ahdini ucuz bir değere karşılık satmayın. Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/95)

“Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (Nahl, 16/91)

Ahdi Bozmak

Kur’an-ı Kerim, ahde vefayı emreder. Ahdi bozmayı, vefasızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi bozmayı kınar. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri sebepleri de reddeder.

“İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan kadın gibi olmayın. Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü, ihtilâf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir. ” (en-Nahl, 16/92)

Bir Müslüman’ın verdiği söz, gerçekten Allah’a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından ahdini bozmayı düşündüğü an, Allah’ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sadık kaldığında Allah katında kendisi için hayırlar hazırlandığının şuurundadır.

“Allah’ın ahdini az bir pahaya satıp değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/95)

Ahde vefa, verdiği sözde durmak, yaptığı anlaşmaya sadık kalmaktır. İnsanın önemli karakterlerinden, kişiliğini oluşturan değerlerden biri de vefalı oluşudur.

Ahde vefa dindendir. Vefasızlık edip ahdini bozmak ise haramdır. Herhangi bir şeyi yapmak için söz verip de o şeyi yapmayan kişiye “Ğâdir”, (vefasız) denir. Vefasızlık ise, münafıklık alâmetlerindendir. Bu gibilere Allah Teâlâ’nın da lâneti vardır. Nitekim Cenabı Hak bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a verdikleri sözü kuvvetle pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın riayet edilmesini emrettiği şeyleri terk edenler ve yeryüzünde fesat çıkaranlar… İşte lânet ve kötü yurt (cehennem) onlar içindir.” (Ra’d, 13/25)

Ahde vefa hususunda dikkat göstermek ve canı pahasına da olsa ahdini bozmamak kişinin imanının kemalini gösterir. Çünkü ahde vefa, kâmil müminlerin işidir. Vefasız olanlar, yalancı ve şahsiyeti zayıf, nankör kişilerdir. Bu kötü vasıflı kişilerle, ciddi işler, kan ve can isteyen davalar yürütülemez.

Dünyada da, ahirette de sonları rüsvalıktır. Ahde vefa ile ilgili birkaç ayeti şöyle sıralayabiliriz:

“Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin.” (Maide: 1)

“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin. Ve Allah’ı üzerinize şahit tutarak, yeminleri pekiştirdikten sonra bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri iyi bilir.” (Nahl, 16/91)

“Muhakkak ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde, vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih, 48/10)

“… Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu gerektirir.” (İsra,17/34)

Bu ayetlerde de belirtildiği gibi ahdi bozmak, ahdin gereğini yerine getirmemek haramdır. Her şeyin bozulduğu, nefis, şahsî görüş ve menfaatlerin ön plâna çıkarıldığı zamanımızda Müslümanlar, söz vermenin ve ahde vefanın dini bir vecibe ve Müslüman’ın en belirgin vasfı olduğunu asla unutmamalıdır. Verilen sözün bir akit ve akdi bozmanın da münafıklıktan bir alamet olduğu çok iyi bilinmelidir. Bu hususta, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır:

“Dört şey kimde bulunursa, o kişi, halis münafık olur. Kimde bunlardan biri bulunursa, onu bırakana kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet kalmış olur: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hıyanet eder, bir şey söylediği zaman yalan söyler, ahidleşince sözünde durmaz, (bir kimse ile) hasımlaşınca haktan ayrılır.” (Müslim)

Ahdi Bozmanın Durumu

Davranışlarımızın boyutlarını belirleyen Kur’an-ı Kerim açık ve net olarak “ ahde vefa”nın mü’minlerin özelliklerinden olduğunu belirler. Yine çok açık ve net bir şekilde de “ahde vefasızlık” ya da “ ahdi nakz”ın onların vasıflarından olmadığını değişik, müşahhas misallerle bize bildirir.

Nasıl ki namaz, oruç, emri bil maruf nehyi anil münker Müslümanların değişmez vasıfları ise, ahde vefa da (bu ister Allah ile yapılan andlaşma olsun, ister fertler veya devletlerarası ilişkilerde mevzu bahis olsun) mü’minin değişmez vasıfları arasında yer almaktadır. Nasıl ki mükellef olduğumuz ibadetleri yapmamak dünyevi ve uhrevi bir sorumluluk getirecektir, aynı bunun gibi ibadet olayı içinde bir yeri olan ahdi yerine getirmeme de, bu anlamda bir sorumluluk getirecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de;

“Ahdinizi tastamam yerine getirin. Zira ahdi yerine getirmemekten sorumluluk vardır” buyurulmaktadır. (İsra, 17/34)

Bu sorumluluğun yanında ahde vefanın veya vefasızlığın toplumsal bir boyutu vardır. Öyle ki ahde vefa göstermeme Müslümanlar arasında güveni zedeler, beraberliğe gölge düşürür, istikrarsızlığa vesile olur. Ayrıca bu kişisel zaaf, salt kendi yanında kalmaz, hem dünyada hem de ahrette karşılığını görür. Ya da sahtekârlıkla suçlanır, ahrette de herkesin baktığında ne olduğunu anlayacağı bir “Alamet-i Farika”sı olacaktır. Abdullah (ibn Mes’ud) ile Enes ibn Malik’den rivayet edilen bir hadisi şerifte Resulullah (as)’ın ahdini bozan her kişi için kıyamet gününde (halk arasında teşhir olmak üzere) bir alamet vardır” buyurduğu rivayet olmuştur. (Sahih-i Buhari, c.8.s.477)

Allah’a verdikleri ahdi bozan insanlar önceki ümmetlerden Yahudiler, Hıristiyanlardır, bu ümmetten de münafıklar ve ahde vefa etmeyen, onda ciddi olmayan Müslümanlardır.

Allah’u Teâlâ Yahudiler için şöyle buyurmaktadır:

“Hani sizden kesin söz almış ve Tur’u üstünüze yükseltmiştik (ve) : “Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı yapışın ve dinleyin” (demiştik) . Demişlerdi ki: “Dinledik ve başkaldırdık.” Küfürleri yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine sindirilmişti. De ki: “İnanıyorsanız, inancınız size ne kötü şey emredip-önermektedir?” (Bakara, 2/93)

“Onlar, ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, içlerinden bir bölümü onu atıp-bozmadı mı? Hayır, onların çoğu iman etmezler.” (Bakara, 2/100)

Hıristiyanlar için de şöyle buyurulmaktadır:

“Ve: “Biz Hıristiyanlarız” diyenlerden kesin söz almıştık. Sonunda onlar kendilerine hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. Böylece biz de, kıyamete kadar aralarında kin ve düşmanlık saldık. Allah, yapageldikleri şeyi onlara haber verecektir.” (Maide, 5/14)

Münafıkların durumu ise şöyledir:

“Andolsun, onlar sürülüp çıkarılacak olurlarsa, kendileri onlarla birlikte çıkmazlar. Onlara karşı savaşılırsa da kendilerine yardımda bulunmazlar; yardım etseler bile (arkalarına) dönüp-kaçarlar. Sonra kendilerine yardım edilmez.” (Haşr, 59/12)

Medine’de İslam cemaatine yakınlığı ile tanınan, ama söz ve davranışlarıyla ancak münafıklarla yaraşır bir iş yapanlar hakkında ise Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Onlardan kimi de: “Andolsun, eğer bize bol ihsanından verirse gerçekten sadaka vereceğiz ve salihlerden olacağız” diye Allah’a ahdetmişti.

Onlara kendi bol ihsanından verince ise, onunla cimrilik yaptılar ve yüz çevirdiler; onlar böyle sırt dönenlerdir.

Böylece O da, Allah’a verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeleri nedeniyle, kendisiyle karşılaşacakları güne kadar, kalplerinde nifakı (sonuçta köklü bir duygu olarak) yerleşik kıldı.” (Tevbe, 9/75-77)

Kısacası İslam’da sözleşmelerin çiğnenmesi haramdır. Yüce Allah yapılan sözleşmelerin gereklerinin yerine getirilmesini vacip kılmıştır. Ayet ve hadisler bu yolda ölçüler koymuş ve fertleri sözleşmelerine uymaya çağırmıştır:

“Ey iman edenler! Akitleri titizlikle yerine getirin. Size dört ayaklı tüm otlayan hayvanlar helâl kılındı, ancak size okunanlar ve ihramlıyken avlanmayı helâl kılmamamız başka. Şüphesiz Allah dilediği hükmü koyar.” (Maide, 5/1)

“Ahde vefa edin. Çünkü ahid bir sorumluluktur.” (İsra, 17/34)

Bu apaçık bir gerçektir ki akıllı, sadık ve inanmış kimseler ahde vefa gösterirler, bilmeden istemeden bozmak dışında ona aykırı davranmazlar. İyice sağlamlaştırdıktan sonra ahdini bozan kimseler hakkında Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir misal getirilir:

“İpini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın.” (Nahl, 16/92)

Müslüman, verdiği sözün, gerçekten Allah’a verilmiş bir söz olduğunu bilir ve ona göre hareket eder. Bundan dolayı da ahdini bozmaz, gereğini yerine getirir. Çünkü Müslüman, makul ve kabul edilebilir bir gerekçesi olmadığı takdirde, ahdini bozması halinde Allah tarafından hesaba çekileceğini bilir.

Sonuç Olarak:

Yukarıdan beri anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere, ahid, ahidleşme ve ahde vefa ya da yaygın olarak bilinen şekliyle söz verme, sözünde durma, vefakâr olma özelliği, bir Müslüman’da bulunması gereken en temel özelliklerdendir. Allah’u Teâlâ da, bu özellikleri taşıyan fertleri ya da toplumları sever ve kendilerinden razı olur. Zaten Allah’ın razı olacağı bir toplum da, bu özellikleri taşıyan, ahdine sadık, vefakâr Müslümanlar tarafından ancak inşa edilebilir. Bugün eğer, Müslümanlar tarafından böyle bir toplum oluşturulamamışsa/ oluşturulamıyorsa, bunun temel nedeni, bu özelliklerin yani ahde vefa duygusunun kayboluşundan kaynaklanmaktadır. Hatta bir buçuk milyar nüfusu olduğu söylenen Dünya Müslümanlarının, bugün zelil bir şekilde, emperyal ve Siyonist güçlerin işgali ve tasallutu altında yaşamak zorunda kalmalarının nedeni de, yine Allah’a verilen ahdin gereğinin yerine getirilememesinden kaynaklanmaktadır. Allah’a verilen ahdi ve bu ahdin sorumluluğunu unutan veya gereğini yerine getirmeyen bir toplum, zaten zillet içerisinde yaşamayı da hak eden bir toplumdur. Çünkü ahde vefa duygusunu unutmuş bir topluma Allah, rahmet de etmez, merhamet de etmez.

Üzülerek belirtelim ki Müslümanlar olarak bizler de, kendi aramızda ahde vefa duygusunu kaybettiğimizden ya da yeterince yerine getiremediğimizden dolayı sıkıntılar, problemler yaşamaktayız. Müslümanlar olarak şu ya da bu nedenle birbirimizin kıymetini bilmez hale gelmiş, ufak tefek hata ve yanlışlarımızdan dolayı Fetih Suresindeki (48/29) ayeti tersine çevirerek birbirimize karşı şedid yaklaşabilmekteyiz. Yıllardır birlikteliğimiz, kardeşliğimiz, bir arada, bir takım zorluklara omuz verişimiz, bazı tehlikelere birlikte göğüs gerişimiz hemen çabucak unutulabiliyor ve yapılan küçücük bir hata bile büyütülerek bölünmeler/parçalanmalar ve vefasızlıklar yaşanabiliyor. İşin üzücü tarafı bu kadarla da kalınmıyor, ilişkilerde selam sabah da kesilerek birbirine adeta düşman hale gelinebiliyor. Kardeşlik, Müslümanlık, cemaat, ahid ve bu konudaki Allah’ın diğer emirleri bir çırpıda unutuluveriyor! Birbirimizin hatalarına ve yanlışlarına karşı mensubu olduğumuz din, gece gibi olmamızı emrederken, bunları açığa çıkarmayı, aleyhte kullanmayı bir marifet haline getirmekteyiz. Evet, ne yazık ki, ahde vefa ve bunun gerektirdiği bu güzel özellikler, bu güzel hasletler hep sözde kalmış, nedense Müslümanlar arasında bir türlü pratiğe aktarıl(a)mamıştır! Sanki bu özellikler sadece o ‘Örnek Kur’an Nesli’ sahabenin özellikleriymiş, bizleri hiç ilgilendirmiyormuş gibi geliyor. Oysa bir zamanlar bu güzel özellikler, ümmeti kıyama kaldırmış ve yeryüzünde İslam’ın anlatılmadığı/ulaştırılmadığı –neredeyse- bir karış toprak parçası bile bırakılmamıştı.

Yeniden ümmet olarak ayağa kalkmamız, ancak sorumluluklarımızı hatırlamak ve ahdimize sadık kalmakla mümkün olabilir. Bunun gereği olarak da, birbirimize karşı müsamahakâr ve kâfirlere karşı ise şedid olmak durumundayız. Oysa bugün bizler, kâfirlere, müşriklere gösterdiğimiz tahammülü, sabrı ve hoşgörüyü, bir kardeşimize gösteremez hale gelmişiz. Bu nedenle bizlerin, bugün, Müslümanlar olarak başımıza gelen musibetlerden dolayı kızmaya, hayıflanmaya hakkımız hiç yok! Gerçi, artık zaten kız(a)mıyoruz da! Tepkilerimiz gittikçe azaldı, sıradanlaştık, neredeyse münkerle hatta küfürle, şirkle yan yana, iç içe yaşar hale geldik. Her şeye, her düşünceye müsait; öyle de olur, böyle de olur bir hale geldik/getirildik! Allah’ın gönderdiği dini değil de, başka bir din bize dayatıldı, kimilerimiz de ufak tefek tepkilerden sonra bu yeni nevzuhur dini –Allah korusun- kabullenir hale geldik. İçinde yaşadığımız bu hale kızanlarımız, tepki gösterenlerimiz de, çoğunlukla suçu ya Siyonistlere ya da emperyal kâfir güçlerin üzerine atarak kızgınlığımızı gidermeye çalıştık. Bu eli kanlı katiller güruhunun hiç günahı yok demiyorum, elbette ki vardır; ancak bilinmelidir ki zaten bu, onların görevidir. Ama bütünüyle de suç bunlardadır diyerek rahatlamaya hiç birimizin de hakkı yoktur. Vurulacak ensemiz, Malik Bin Nebi’nin deyimiyle ‘sömürülmeye müsait olma” halimiz yoksa, bir tarafa vurulduğu zaman diğer yanağımızı çevirmiyorsak bu kâfirler güruhu, bırakın topraklarımızı işgal etmeyi yanımıza bile yaklaşamazlar. Bugün topraklarımız, yani bütünüyle İslam coğrafyası işgal altında ve yangın yerine dönmüşse, biraz da –belki de çoğunlukla- suçu kendimizde aramalıyız.

Ahde vefa göstermek, bize yapılan iyilikleri unutmamak akidemizin bir gereğidir. Bu, tercihimize de bırakılmamıştır. Bunu yapmadığımız zaman, bilmeliyiz ki yapmadığımız oranda sorumluyuz ve mahşer günü bundan dolayı da hesaba çekileceğiz. Rabbimiz Müminlerin özelliklerinden bahsederken “Onlar ahdini yerine getiririler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar” “Yine onlar, Allah’ın sürdürülmesini emrettiği ilişkileri sürdürürler. Rabblerinden korkarlar ve kötü hesaplaşmadan ürkerler” (Ra’d, 13/20-21) buyurmaktadır.

Allah’a verdiğimiz ahid, sadece ve sadece kendisine ibadet etmemizi ve bu ibadete hiçbir gücü, hiçbir otoriteyi ortak etmememizi emretmektedir. Hayatımızın her anını, yapacağımız her işi, atacağımız her adımı ve kuracağımız her ilişkiyi – velev ki aleyhimize bile olsa- bu kulluk bilinciyle yapmamız gerektirmektedir.

Allah’a verdiğimiz ahidde, kula kulluk yoktur. Tam tersine Rabbimiz, yeryüzünün hiçbir yerinde kula kulluğun en küçük emaresi bile kalmayıncaya kadar mücadele etmemizi emretmektedir. Nitekim ‘din yalnız Allah’ın oluncaya ve fitne yeryüzünden kalkıncaya kadar mücadele edin’ ayeti de bunu buyurmaktadır.

Allah’a verdiğimiz ahid, kardeş olmamızı, ilişkilerimizi kardeşlik temeli üzerine kurmamızı emretmektedir. Tıpkı, ‘Ensar ve Muhacir’ kardeşliğinde olduğu gibi. Zaten ‘Ancak Mü’minler kardeştir’ ayeti de bunu emretmektedir. Allah’a verdiğimiz ahdin bir gereği olarak, her türlü farklılığımıza rağmen ve dünyanın neresinde yaşıyor olursak olalım birbirimizi kardeş bilmek ve gereğini yerine getirmekle mükellefiz. Bir Hadis-i Şerif’te de Allah Resulü şöyle buyurmuştur; İman etmedikçe cennete gidemezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” Kırgınlıklarımızı, husumetlerimizi, kavmi, mezhebi farklılıklarımızı bir tarafa bırakarak kardeş olmak ve kardeşçe davranmak Allah’a verdiğimiz ahdin bir gereğidir. Bu, iman etmiş olmamızın, sahip olduğumuz akidenin de bir gereğidir.

Allah’a verdiğimiz ahid, ümmet olmamızı emretmektedir. “Ve işte bu sizin ümmetiniz bir tek ümmet ve ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise benden sakının.” (23/52) ayeti bunu teyid etmektedir. İslâm dini, bir ümmet dinidir. Ümmetçi olmak, vahdeti gerçekleştirmek, ihtiyarî değildir, tersine şer’i bir sorumluluk, akidevî bir gerekliliktir. Bu, “Ben Müslüman’ım” diyen hiç kimsenin vazgeçmeyeceği, erteleyemeyeceği bir sorumluluktur. Ancak bu gerçekleşti(rildi)ği zaman, Müslümanlar, Allah’a verdikleri ahdin gereğini yerine getirmiş olurlar.

Allah’a verdiğimiz ahid, birbirimize karşı hoşgörülü, müsamahakâr davranmayı, kâfirlere, müşriklere karşı ise şedid davranmamızı (Fetih, 48/29), ehli kitabı dost edinmemizi (Maide, 5/51) emretmektedir. Birbirimize karşı Müslüman’ca davranmanın, kardeş olmanın getirdiği bir takım mükellefiyetler vardır, bunları unutmadan, aksatmadan yerine getirme sorumluluğumuz bulunmaktadır. Bir Hadis-i Şerif’te ‘kıldığınız namaz son namazınızmış gibi kılın’ buyuruyor. Birbirimize karşı söylediğimiz bir söz ya da yaptığımız bir hareket, takındığımız bir tavır, son sözümüz, son hareketimiz ve son tavrımız olabilir. Onu düzeltmeye, kardeşimizden helallik dilemeye zamanımız olmayabilir. Allah’ın huzuruna haklı ya da bir kardeşin kalbini kırarak gitmek, herhalde hesaptan korkan hiç kimsenin arzulayacağı bir şey olamaz.

Allah’a verdiğimiz ahid,  gıybeti, dedikoduyu, tecessüsü, sui-zannı, alaya almayı, lakab takmayı yasaklamaktadır. Müslümanlar, Allah’a verdikleri ahidi düşünerek, bu kötü özelliklerden uzak durmaları gerekmektedir.

Eğer ben Müslüman’ım diyen insanlar, -gerek Allah’a ve gerekse birbirlerine verdikleri- ahidlerinin gereğini yerine getirmiş olsalardı, bugün İslam dünyasında devam eden insanlık dışı işgal ve istilalar devam etmezdi; Mısır’da darbe, Suriye’de her gün çoluk, çocuk ve kadın demeden bir katliam gerçekleştirilemezdi. ABD de kılcal damarlarımıza kadar bizi ya da hiçbir İslam toprağını sömüremezdi. Siyonist İsrail de, bir hançer gibi bağrımıza saplanamazdı. Çünkü dünyanın neresinde olursa olsun ben Müslüman’ın diyen herkes, bu işgal ve istilalara karşı yekvücut halinde mücadele etmeyi ahidlerinin bir gereği olarak bilirlerdi.

O halde, bugün, bu vesileyle tekrar yeniden Allah’a olan ahdimizi hatırlayalım ve bu ahdin gereğini yerine getirmek için çaba gösterelim. Bu ahdin gereği olarak kendi aramızdaki ilişkilerimizi de yeniden gözden geçirelim; Irak’taki, Suriye’deki Müslüman kardeşimiz olduğu gibi dünyanın en ücra köşesindeki Müslüman’ın da kardeşimiz olduğu bilinciyle, onların başına gelen bir musibet bizim de başımıza gelmiş gibi acısını, sıkıntısını duyalım.

”Müslümanların derdini dert edinmeyen, bizden değildir.”

”Müslümanlar bir vücudun azaları gibiydi, azalardan birisi acıdığında bütün vücut onu hissedecektir”.

”Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz. Mümin, mümin için bir binanın tuğlaları gibidir. Onlar birbirini tamamlarlar.” (Riyazussalihin)

“Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman etmiş olanlara karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin.”(Haşr, 59/10)

 

GRUBA KATIL