Ahd/Ahid lügatta, “bir şeyi korumak, bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, her durumda muhafaza etmek, talimat vermek, söz vermek, tavsiye etmek” anlamlarında kullanılan bir terimdir. İki taraf arasında yapılan sözleşmelere de ahd ve ahidleşme denir ki, çoğulu, uhûd’dur. Ahidleşmenin insanlar arasında inşa edilen biçimine “muâhede” denir.
Vefa ise, görülen iyilikleri unutmama, iyilikte bulunanlara misliyle veya daha güzeliyle karşılık vermeye devam etmedir. “Sözünde durmak, verdiği sözlere ve yaptığı antlaşmalara bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak” anlamlarına gelen Vefa, Kur’ân ahlâkının en önemli ilkelerinden biridir. Bu ilkelere uygun olarak davrananlara da vefakâr denir.
Bu iki kavram genelde ikisi bir arada tek kelime imiş gibi “Ahde Vefa” olarak kullanılmaktadır. Tıpkı “iman edenler ve salih amel işleyenler” ya da “namazlarını kılarlar ve zekâtlarını verirler”de olduğu gibi.
Kur’ân-ı Kerim’de ahid kelimesiyle çok yakın anlama sahip başka kelimeler de mevcuttur: Mîsâk, yemin, akd, zimmet gibi.
Gerek Allah’a ve gerekse insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur’an’da kurtuluşa eren müminlerin sıfatları sayılırken: “Onlar emanetlerini ve ahidlerini yerine getirirler” (Mü’minûn, 23/8) buyurulmaktadır.
Ahd kelimesi, Kur’an’da 46 yerde geçmektedir.
AHDİN GEREKLİLİĞİ
Ahdin gerekliliği naslarla sabittir. İnsanın yaratılışı ile başlayan ahde vefaya Kur’an-ı Kerim ayrıntılı bir şekilde yer vermiştir. Ahid, insan hayatının her merhalesini ve her merhaledeki ilişkilerini çepeçevre kuşatan bir anlama sahiptir. Ayrıca Hz. Peygamber (as)’in pratiğinde, günlük hayatında bu konu çok önemli bir yer tutmuş; ilişkileri belirlemiş, İslam toplumunu disipline etmiş, fertlere dinamizm kazandırmış ve cemaate/harekete bağlılığı güçlendirmiştir.
“(Ey Peygamber insanlara şu zamanı hatırlat ki) hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu) Kıyamet günü: “Biz bundan habersizlerdik” demenizi (önlemek) içindir.” (A’raf, 7/172)
İnsan, nitelik olarak toplumsal bir varlık arz eder. Çünkü yalnızlık, müstağnilik sadece ve sadece Allah’a mahsustur. Dolayısıyla insan, kendi varlığını ancak bir topluluk içinde devam ettirebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de, mü’minlerin Allah’a verdikleri ahdi ancak herkesin Allah’ın ipine sarılarak (Al-i İmran, 3/103) gerçekleştirebileceklerini (Nur, 24/55) bizlere bildirmiş oluyor. Allah’u Teâlâ gerçek anlamıyla bu bir araya geliş olan safı (cemaatı) “kurşunla kaynatılmış bina” olarak tarif ediyor. Bundan anlaşılıyor ki İslam davasını gerçekleştirecek bir harekette/cemaatte yer alma zorunluluğu vardır. İslami cemaatte/harekette yer alma zorunluluğu hem ahdin gerekliliğini ve hem de o ahde sadakat göstermeyi gerekli kılar. Toplumsal bir boyutu olan (cemaat) ibadetler bile ferdi bir şekilde yapılınca mükemmel olarak ikame edilmiş sayılmaz. Mesela namaz, Allah ile kul arasında bir sözleşme olarak kabul edilirse kul, her gün onlarca defa “yalnız sana ibadet ederim” diyerek değil, “yalnız sana ibadet ederiz” diyerek namazı değil, ancak birlikte cemaatle eda edeceğini söylemiş olur. Nasslar bu meseleyi şöylece ortaya koymuştur:
“Hayır; kim ahdine vefa eder ve sakınırsa şüphesiz Allah da muttaki olanları sever.” (Al-i İmran, 3/76)
“Onlar Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri kesin sözü (misakı) bozmazlar.” (Rad, 13/20)
“… Allah’a verdiğiniz sözü tutun…” (En’am, 6/152)
“Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.” (Nahl, 16/91)
“Şüphesiz, sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah’a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.” (Fetih, 48/10)
Hz. Peygamber (as); “Ahdine vefası olmayanın imanı da (dini de) olamaz” buyurmuştur.
“Emanet ehli olmayanın imanı, ahde vefa göstermeyenin dini olmaz.”
Allah’a karşı ahid:
En önemli ve en kapsamlı ahid, Allah’a karşı verilen ahiddir. Çünkü Allah’a verilen ahid, aynı zamanda Allah’ın peygamberleri kanalıyla göndermiş olduğu vahyin gereklerini de yerine getirmeyi gerektiren ahiddir. Dolayısıyla Allah’a verilen ahdin gereği yerine getirilirse, diğer ahidler kendiliğinden ve kolaylıkla yerine getirilebilir. Allah’u Teâlâ, bizleri kendisine kulluk/ibadet etmek için yaratmıştır (Zariyat, 51/56). Kulluğun gereği olarak da kendisini tanımamız ve gereği gibi kendisine kulluk yapmamız için bizden söz/ahid almıştır. Bu söz alış şekli tartışmalı olsa da, ama genel olarak kabul edilen şekli, Allah’u Teâlâ’nın kendisini tanıyıp, ibadet edeceğimize dair bizim kendisine söz vermiş olmamızdır.
Kur’an-ı Kerim’de Allah ile insan arasında birçok ahdin gerçekleştiğini, bunlardan bazısının genel, bazısının da özel ahidler olduğunu Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayetten öğrenmekteyiz. Genel ahidle, Allah’ın belirli bir toplulukla değil, bütün insanlıkla yaptığı ahid, özel ahidle ise, Allah’ın peygamberlerle ve Ehl-i Kitap’la yaptığı ahid kastedilmektedir.
Genel Ahit: Allah’ın insanları yaratırken aldığı genel ahid şu ayette ifadesini bulmaktadır: (Ey Peygamber insanlara şu zamanı hatırlat ki) hani Rabbin, Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karşı şahidler kılmıştı: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (demişti de) onlar: “Evet (Rabbimizsin), şahit olduk” demişlerdi. (Bu) Kıyamet günü: “Biz bundan habersizlerdik” demenizi (önlemek) içindir. (A’raf, 7/172)
Bu ayet pasajının vermek istediği mesaj şu olabilir: İnsanoğlu Allah’ın varlığını ve birliğini bilme, kısaca, tevhidi bir inanca sahip olabilme ve en temel ahlâkî gerçekleri görebilme yeteneğine sahiptir. Allah insana bu yeteneği yaratılıştan vermiştir. Dolayısıyla, peygamberlerle karşılaşmasa da, her insan imtihanın konusu olan en temel hakikatleri aklı ve vicdanıyla görebilecek donanıma sahiptir ve bunlardan âhirette hesaba çekilecektir.
Mevdudi tefsirinde A’raf Suresi 172 ve 173. Ayetlerinde geçen olayı birer remzî (sembolik) anlatım olarak ele alanların düşüncelerine katılmadığını belirterek kendi düşüncesini şöyle açıklar: “biz bu te’vilin doğru olmadığına kaniyiz. Çünkü Kur’an ve Sünnet bu olayın bizzat fiilen olduğunu belirtmektedir. Üstelik bu ahitleşme olayının kıyamet gününde, insanlara karşı hakiki bir belge olarak ileri sürüleceğini de iddia etmektedir. Dolayısıyla, bu olayı, temsilî bir kıssa olarak görmemiz için hiç bir neden yoktur. Biz, gerçekten bu olayın fizik dünyada meydana gelmiş olduğuna inanıyoruz. Her şeye gücü yeten Allah, kıyamet gününe kadar yaratacağı Âdem neslinden her bir ferdi varlık alemine getirip ona anlama ve konuşma iktidarı vermiş ve sonra da hepsini bir kerede ve bir yerde huzurunda toplayarak onlardan kendinden başka ilâh ve Rab olmadığı ve Allah’a teslim olup her şeyiyle O’na itaat etmekten (İslâm) başka onlar için de doğru bir yol bulunmadığı hususunda söz almıştı.
Kur’ân’da geçen genel ahitlerden biri de insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve ona yönelip ibadet etmesidir:
“Ey Âdemoğulları! Ben sizinle, Şeytan’a tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır. Ve bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur diye sözleşmedim mi?”
Kur’an’da genel ahitler bağlamında değerlendirebileceğimiz bir başka husus da, ‘emanet’in insanoğlu tarafından alınması, yüklenilmesidir. Allah Teâlâ, ilahi mesajında bu hususa ilişkin olarak şöyle buyurmaktadır:
“Doğrusu, Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etmişizdir de, onlar bunu yüklenmekten çekinmiş ve ondan korkup titremişlerdir. Onu insan yüklenmiştir. Gerçekten insan pek zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 33/72)
Bu ayet hakkında çeşitli yorumlar yapılmış ise de en genel anlamı ile ‘emanet’ten kasıt İslam’ı, Allah’ın razı olacağı şekilde yaşama ve onu insanlara tebliğ etmedir. Bazı müfessirler de buradaki ‘emanet’e, ‘farzlar, namazları kılma, zekâtı verme, ramazan orucunu tutma, haccetme, borcu ödeme, ölçü ve tartıyı tam yapma, ruhi ve bedeni yetenekler, akıl, sorumluluk, taat, marifetullah, dini vecibeler, uzuvlar’ gibi anlamlar yüklenmiştir. Taberi ayetteki emanetin Allah’ın insanlara gönderdiği hak din, bu dinin yüklendiği vecibe ve hükümler olduğunu ifade eden birçok rivayet naklettikten sonra ayetteki emanetle hem dini vecibe ve yükümlülüklerin hem de insanlar arasındaki emanetlerin, daha açık ifadeyle, bütün emanet çeşitlerinin kasd edildiğini belirten görüşün en isabetli yorum olduğunu ifade etmiştir.
Özel Ahit: Kur’ân-ı Kerîm’de, yukarıdaki genel ahitlerden başka, Allah Teâlâ’nın, Hz. Âdem, Hz. Nuh, Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (Bakara, 2/125; Taha, 20/115; Ahzab, 33/7) gibi bizzat adlarını zikrederek bazı peygamberlerden özel söz aldığı çeşitli ayetlerde ifade edilmektedir. Hz. Muhammed’in ismi açıkça zikredilmeyip “senden” zamiri ile ifade edilmiştir ki, bütün yorumcuların ittifakına göre, bu zamirle kastedilen Hz. Peygamber’dir.
Allah’ın isim zikrederek peygamberlerinden ahid aldığı gibi, isimlerini anmadan genel olarak bütün peygamberlerinden de özel ahid almıştır:
“Allah peygamberlerden: ‘Ben size Kitab’ı ve hikmeti verdikten sonra size, sizde bulunanı doğrulayan bir peygamber geldiğinde, ona inanacaksınız ve ona yardım edeceksiniz’ diye söz aldığında onlara: ‘Kabul ediyor ve buna dair bana söz veriyor musunuz?’ demiş, (onlar da ‘Kabul ettik’ demişlerdi. (Allah ‘O halde, Benim de sizinle beraber şahitlerden olduğuma tanıklık edin’ dedi. Kim bundan yüz çevirirse, işte onlar yoldan çıkanlardır.”.(Al-i İmran, 3/81-82)
Özel ahitlerden bir başkası Allah’ın Ehl-i Kitap’tan aldığı ahittir:
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacak, gizlemeyeceksiniz’ diye söz almıştı. Fakat onlar, verdikleri sözü kulak ardı ettiler ve onu az bir kazançla değiştirdiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü” (Al-i İmran, 3/187).
Bu ayette Allah’ın Ehl-i Kitap’tan insanlara açıklamalarını istediği şeyin ne olduğu belli olmamakla birlikte tefsirlerde genel olarak şu şekilde izah edilmiştir: Son Peygamber’in gelişi ki, hem Tevrat’ta hem de İncil’de önceden haber verilmişti ve kitap ehlinden, bu haberi, fiilen yaptıkları gibi örtbas etmeleri değil, onu insanlara yaymaları istenmiştir. Allah Teâlâ, genel olarak Ehl-i Kitap’tan ahit aldığını bildirmekle birlikte Ehl-i Kitab’ın her iki kanadı olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da ayrı ayrı ahit aldığından bahseder.
“Ey İsrâiloğulları size verdiğim nimetimi hatırlayın. Siz bana verdiğiniz sözde durun ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim”. (Bakara, 2/40)
Ayette geçen “Allah’ın ahdi” ve “İsrâiloğulları’nın ahdi”nin ne olduğundan bahsedilmemektedir. Çeşitli ayet pasajlarından öğrendiğimize göre, Allah’ın İsrâiloğulları’ndan şu sözleri aldığını öğrenmekteyiz: Namazı kılmaları, zekâtı vermeleri, peygamberlere inanmaları ve onlara yardım etmeleri ve Allah’a güzel borç vermeleri; (Maide, 5/12) Allah’tan başkasına kulluk etmemeleri, akrabaya, anaya, babaya, yakınlara, yetimlere ve fakirlere iyilik etmeleri, bütün insanlarla güzellikle konuşmaları, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri; (Bakara, 2/83) birbirlerinin kanlarını dökmemeleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları (Bakara, 2/83-85) ve Allah’a yalnızca doğru ve gerçek olanı isnat etmeleri .(A’raf, 7/169)
Allah’ın onlara verdiği söz ise, Mâide 12’de, Allah’ın onların günahlarını bağışlayacağı ve içinden ırmaklar akan cennetlere girdireceği şeklinde izah edilmektedir. Sözlerinde durmadıkları takdirde ise hak yoldan sapmış olacakları ifade edilmektedir.
Ehl-i Kitab’ın bir diğer kanadı olan Hıristiyanlardan da söz alındığı, ancak onların da Yahudiler gibi, Allah’a verdikleri sözleri unuttukları şu ayette anlatılmaktadır:
“’Biz Hıristiyanlarız’ diyenlerden de kesin söz almıştık; ama onlar da akıllarından çıkarmamaları emredilen şeylerin önemli bir bölümünü unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah, onlara ne yaptıklarını haber verecektir” (Maide, 5/14).
Hıristiyanların buradaki akıllarından çıkarmamaları emredilen hususlar tefsirlerde şöyle sıralanmaktadır: Allah’a iman ve itaat, farzları eda, peygamberlere tâbi olma, onları tasdik etme ve hayır işler yapma, Hz. Muhammed’e iman ve itaat. Ahde vefa konusunda İslâm son derece titiz davranır. İnsanlar arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz.
“Ama Allah’a verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah’ın bitiştirilmesini istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar… İşte lânet onlara (dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır.” (er-Ra’d, 13/25)