Orta Doğu’da hatta bütünüyle İslam dünyasında olup bitenlerin suçlusu olarak daima, yalnızca Siyonist İsrail görülmekte ve gösterilmektedir. Elbette bu doğrudur ama acaba sadece İsrail mi suçludur? Elbette Siyonist İsrail suçludur; ırkçıdır, işgalcidir, soykırımcıdır, katliamcıdır, kısacası insanlık düşmanıdır. Peki, küresel küfür güçlerin, özellikle de ABD’nin hiç mi suçu yoktur? Acaba ABD olmasaydı Siyonist katiller, çoluk çocuk, yaşlı ve hasta demeden tarihte benzerine az rastlanan türden bunca katliamı gerçekleştirebilir miydi? Her nedense sürekli sadece Siyonist İsrail gündeme getirilmekte, kimi ülkeler de Siyonist İsrail ile ilişkilerini dondurmakta, ticaretini askıya almaktadır. Aslında Siyonist, ırkçı İsrail bunu da bundan çok daha fazlasını da hak etmektedir. Çünkü Siyonist katillere karşı alınan bu tavırlar, sadece 9 Nisan 1948’de Deir Yasin köyünde gerçekleştirilen katliamın binde birine bile karşılık değildir. Diğer katliamların –Sabra, Şatilla, Cenin, Kana, Refah ve Aksa Tufanı’ndan sonra işlenenlerin- karşılığı ise sadece Siyonist İsrail’i değil, bilumum küresel güçleri ve bölgedeki iş birlikçilerini de katarak verilecek katmerli cezalar da bilinmelidir ki az gelecektir. Bu eli kanlı katillere ne tür cezalar verilirse verilsin, bırakın şeyh Ahmet Yasin’in, İsmail Heniyye’nin ve Yahya Sinvar’ın, yeni doğmuş masum bir bebeğin dökülen kanlarının bile karşılığı ol(a)maz.
Ayrıca şu da bilinmelidir ki İsrail, ABD demektir; ABD de İsrail. Bölgede, İsrailsiz ABD olmayacağı gibi, ABD’siz de İsrail olmaz! Bunları birbirinden ayrı görmek, bölgede uygulanan insanlık dışı olayları gereği gibi okuyamamak anlamına gelir. Siyonist İsrail tetikçidir, bölgede emperyal amaçları korumak için oluşturulan ucube bir karakoldur. ABD olmadan İsrail tek başına kendini bile koruyamaz. Dolayısıyla asıl suçlu, daha doğrusu asıl düşman ABD’dir. Çünkü bölgede meydana gelen her türlü terörün arkasında ABD bulunmaktadır. Bölgede faaliyet gösteren bütün terör örgütleri de ABD tarafından kullanılan birer stratejik aparattan başka bir şey değildir. ABD bölge halkları için, PKK’dan da akla gelen ya da gelmeyen diğer bütün terör örgütlerinden de daha tehlikelidir. Dolayısıyla ABD, hedef tahtasına konmadan ve asıl düşman olarak görülmeden bölgedeki terörün de işgal ve istilaların da arkası gelmeyecektir.
Sadece bir örnek bile ABD’nin, Türkiye hatta bütünüyle bölge halkları için nasıl tehlikeli bir düşman olduğu açıkça görülecektir. Türkiye’nin stratejik müttefiki ABD, bir taraftan Türkiye’ye 40 km uzaklıkta –Dedeağaç’ta- Türkiye’nin burnunun dibinde yeni üsler kurarken diğer taraftan da Suriye’nin kuzeyinde, yani Türkiye’nin sınırında yeni bir PKK-PYD-İsrail devletçiği kurmaya çalışmaktadır. Aslında kuzu postuna girmiş vahşi bir kurt misali, Türkiye yetkililerini oyalayarak hatta uyutarak bu devletçiği kurma aşamasına gelmiştir. Türkiye, ABD’yi stratejik müttefik olarak görse de ABD, geçmişte olduğu gibi bugün de Türkiye için hiçbir zaman müttefik olmamıştır. Çünkü her dönemde kendi menfaatleri gereği ya bir kanlı darbeyle ya bir iç kargaşayla yahut da terörle binlerce masum insanın katledilmesinin arkasında da önünde de içinde de hep ABD ve tetikçileri vardır.
Stratejik Müttefik ABD ve PKK-PYD ya da SDG Devletçiği
Abdullah Öcalan’ın başında bulunduğu PKK’nın bir üst organı Kürdistan Topluluklar Birliği (Kürtçe: Koma Civakên Kurdistanê) yani KCK’dır. KCK’nın altında; İran’da, Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK); Irak’ta, Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi (PÇDK); Türkiye’de, Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Suriye’de, Demokratik Birlik Partisi (PYD) bulunmaktadır.
KCK, Suriye’de örgütlenmesini 17 Ekim 2003 yılında Demokratik Birlik Partisi (PYD) ismiyle gerçekleştirmiştir. Bu örgüt kurulduğu günden bu yana hem Suriye hem Türkiye hem de bölge için çıbanbaşı olmuştur. En çok da Suriye’deki Kürtlere zarar vermiştir. Kendilerinden yana olmayan Kürtlerin bir kısmını suikastla katletmiş , bir kısmını dağa kaldırmış, bir kısmını da Türkiye’ye ya da Irak’ın kuzeyine göçmek zorunda bırakmıştır. Arap Baharı, özellikle de IŞİD’in 2014’ten itibaren Irak ve Suriye’de etkinlik kazanması, ABD’yi ve bölgedeki iş birlikçilerini rahatsız etmiştir. Bunun üzerine ABD, güya IŞİD’i engellemek için KCK’nın (yani PKK’nın) Suriye’deki uzantısı PYD’yi devreye sokmuştur. ABD, PKK’yı terör listesine aldığı için PYD’nin PKK ile ilişkisinin olmadığını ısrarla iddia etmiş ancak mızrak çuvala sığmayınca PKK-PYD-YPG ’nin etkin hatta tek egemen güç olduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’yi kurdurmuştur. Güya bu örgüt; Kürt, Arap, Süryani, Ermeni ve Türkmenlerden oluşmaktadır. Aslında tamamen göstermelik ve yeni isimle kurulduğu iddia edilen SDG, PYD’dir; PYD ise KCK’nın Suriye koludur, yani PKK’dır.
Bilindiği gibi ABD’nin Türkiye ile ilişkileri 1940’ların sonlarından itibaren başlamış ve 1950’lerden itibaren, günümüze kadar da stratejik müttefik olarak devam etmiştir. Ama bu ilişkiler hiçbir dönem iki bağımsız ve her iki ülkenin menfaatleri çerçevesinde devam eden ilişkiler olmamıştır. Bunu Türkiye yetkilileri de ABD’liler de bilmektedirler. Ancak buna rağmen Türkiye devleti –günümüzde de- ABD’nin Türkiye üzerinde kurduğu tek taraflı hegemonyasına karşı bir dik duruş ortaya koyamamıştır. Hatta zaman zaman bundan memnun da olunmuş, nitekim zor durumda kalan kimi iktidarlar, muhalefet destek için ABD’yi yardıma bile çağırmışlardır. Yakın tarihe göz gezdirenlerin, bunun birçok örneğini görmeleri mümkündür. ABD, Türkiye’yi iliklerine kadar sömürmesine rağmen, PKK-PYD devletçiğiyle ya da Yunanistan’da kurduğu üsleriyle Türkiye’yi çepeçevre kuşatmıştır. ABD, herhalde gelecekte herhangi bir zamanda Türkiye’de, Afganistan’da olduğu gibi kendini bu topraklardan kovacak bir gücün ortaya çıkmasından korkmakta ve bu günden tedbir almaya çalışmaktadır. Ama bilinmelidir ki korkunun ecele bir faydası yoktur.
ABD, Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde de bazen alttan alarak bazen de sopa göstererek Türkiye’nin bağımsız politika üretmesine engel olmaya devam etmektedir. Türkiye, bu nedenledir ki bölge politikalarında bir adım öne, iki adım da geriye atacak tarzda politika üretmektedir. Nitekim Suriye’nin kuzeyinde kurulmakta olan, daha doğrusu kurulmuş olan PKK-İsrail devletçiğine karşı net, elle tutulur bir politika ortaya koyamamış olmasının nedeni de ABD’nin gösterdiği sopa politikasıdır. Korkak ve ürkek adımlarla bölge aktörü olunamayacağı gibi, bölgesel güç hiç olunamaz. Gazze’de gerçekleştirilen bunca katliama, akabinde Lübnan ve Suriye’ye yönelik saldırıların vahşice devam etmesine rağmen, sadece konuşmakla yetinilmektedir. Siyonist İsrail ve arkasındaki küresel emperyal güçler, züccaciye dükkânına giren fil gibi, taş üzerinde taş bırakmadan, her tarafı yakıp yıkarak ilerlemeye çalışmaktadır. Ama hâlâ ABD seçimlerinde seçilecek kişiye umut bağlanmış gibi görünüyor. Oysa ABD’nin bu bölgedeki politikaları, bu tavır(sızlık)la asla değişmez. Çünkü ABD, dün de böyle idi, bugün de yarın da böyle olacaktır.
Türkiye’nin, Suriye’nin bugünkü hâle gelmesinde sorumluluğu vardır. Çünkü ABD’ye çok güvenmiş, ABD ise bir taraftan Türkiye’yi oyalarken diğer taraftan da PKK-PYD’yi de eğiterek, donatarak devletçik aşamasına getirmiştir. Eğer bugün PYD, SDG’leşmiş ve SDG de devletçik aşamasına gelmiş ise bunda Türkiye’nin ihmalkârlığı ve sorumluluğunun olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Suriye’nin kuzeyinde oluşan devletçik, adım adım ve Türkiye’nin gözleri önünde ve Türkiye oyalanarak gerçekleştirilmiştir. Bunu Barış Pınarı operasyonunda da çok açık olarak görmek mümkündür. ABD tarafından verilen sözler yerine getirilmemesine rağmen Türkiye yönetimi, bir şey olmamış gibi ABD ile dostluğuna devam etmiştir. Bu nedenledir ki bugün gelinen noktada kimine göre 65 bin, kimine göre de 100 bin civarında eğitilmiş, donatılmış, petrol gelirleri olan bir devletçik, stratejik müttefik ABD’nin desteğiyle kurulmuştur.
Artık sıra, bu devletçiğin bağımsızlığına gelmiştir. Bu bağımsızlık bilenen anlamda bir bağımsızlık değildir, Suriye’den ayrılarak ABD ve Siyonist İsrail’e bağlanmak anlamındadır. Bu nedenle de uluslararası hukuka aykırı, korsan bir seçim gündeme getirilmiştir. Oysa seçimler bağımsız, sınırları belli olan bir ülkede, bağımsızlığın bir nişanesi olarak yapılır. Bu korsan seçim ise BM üyesi olan bir devletin, yani Suriye’nin işgal edilen topraklarında yapılmak istenmektedir. Bu seçim, sadece Suriye’ye hatta sadece Türkiye’ye, Irak’a karşı değil, bütünüyle bölgeye, aynı zamanda BM’ye yönelik bir tavırdır. Tıpkı 1948’de Filistin topraklarında önce İngiltere, sonra da ABD ile birlikte bir terör örgütünün kurulması gibidir. Bunun başka bir adı yoktur. Nasıl ki 1948’de bölge ülkelerine rağmen, uluslararası hukuk eğilerek, bükülerek Siyonist terör devleti kurulmuşsa şimdi de benzeri yeni bir devletçik kurulmaktadır. Ne yazık ki terör devleti ABD, Hollywood kovboyları gibi, kendini istediğini yapabilecek güçte görüyor. Çünkü bu bölgede kendisine karşı çıkabilecek bir güç olmadığını görüyor. İşte bu nedenle Suriye’nin kuzeyinde, halkın kabul etmediği bir seçimi, Siyonist İsrail ile birlikte halka ve bölgeye dayatmaktadır. Dolayısıyla bu seçim sadece Suriye’yi değil, bütünüyle bölgeyi etkileyecek ve hatta bazı ülkelerin sınırlarını da değiştirecek bir seçim olacaktır.
Seçim için önce 11 Haziran 2024 tarihi belirlenmişti. Daha sonra 10 Temmuz’a ertelenmiş, ancak bu tarihte de yapılmayarak zamanı belli olmayan bir tarihe ertelenmiştir. Ancak seçim yapılmış olsaydı Batılı 9 ülke, hiçbir uluslararası meşruiyeti olmayan bu korsan seçime gözlemci gönderme kararı almıştı. Çünkü aralarında Kanada, Avustralya, ABD, Almanya, Fransa, Danimarka, Belçika gibi ülkelerin yer aldığı Batı bloku, seçim sonrası PKK ile petrol ve maden anlaşmaları yapmaya hazırlanmışlardı. Seçim tarihinin tekrar tekrar ertelenmiş olması, seçimin yapılmayacağı anlamına gelmeyecektir. Seçim için uygun bir zaman kollanmaktadır. Bu zaman gelince seçimler yapılacaktır. Buna korkak, basiretsiz bölge ülke yönetimleri de –koltukları uğruna- engel olamayacaklardır. Eğer halklar olayın vahametini anlarlarsa belki o zaman seçim engellenmiş olur. Nitekim Suriye’de, özellikle PKK-PYD muhalifi Kürtlerin karşı çıkışları, bu yönde umut vermektedir.
ABD, bu seçimlerin yapılmasına prensip olarak karşı olmadığını, uygun zaman beklediğini söyleyerek seçimin erteleme nedenini de açıklamış oluyor. Elbette Ankara’nın kararlılığı da bu süreçte önemli rol oynamıştır. Ancak ABD, PKK işgal bölgesine yasal statü kazandırma ısrarından vazgeçmiş değildir. Zamanı gelince tekrar seçimin yapılması için, yeni bir tarih gündeme ge(tiri)lecektir. ABD’nin, dolayısıyla Siyonist İsrail’in asıl amacı, SDG öncülüğünde kurulmuş olan devletçiğe yasal bir statü kazandırmaktır.
DAVUT KORİDORU
PKK-PYD ya da SDG öncülüğünde kurulacak ikinci İsrail devletçiği, aslında Siyonizm’in bu bölgede gerçekleştirmek istediği bir projenin perdesi olarak kullanılmaktadır. Bu proje, şimdilik arz-ı mevud projesidir. Bununla yetinmeyecekleri ve Yahudi ırkı dışındaki bütün ırkların, kendilerine hizmet etmek üzere yaratıldıklarına inandıkları için, bunu gerçekleştirinceye kadar ırk ayrımı yapmaksızın katliamlarına devam edeceklerdir. Çünkü asıl amaçları, sapkın inançları gereği adım adım dünyayı ele geçirerek insansı hayvan olarak gördükleri bütün insanlığı, kendi egemenliklerine almaktır. Ama bu amaçlarını şimdilik diğer emperyal güçlerin de emperyal amaçlı desteklerini alarak bu bölgede gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Eğer ellerine imkân geçerse sıranın diğer bölgelerde yaşayan diğer ırklara da geleceği muhakkaktır.
Siyonistler, bu hayallerine ulaşmak için başlangıçta Ermeni ve Kürtleri kullanmayı temel strateji olarak benimsemişlerdir. Hatta İsrail, bu kapsamda Ermeni ve Kürtlere ‘kayıp 12. Yahudi kabile sizsiniz’ yalanını söyleyerek olayı farklı boyutlara taşımışlardır. Nitekim Asala ve PKK’nın çeşitli suikastlarda ve eylemlerde (Türkiye’de 23 Ekim 2024’te TUSAŞ eylemi de bunun bir tezahürüdür) tetikçi olarak kullanılma nedeni de budur. Buna Irak, İran ve Suriye’deki Kürtçü yapılar da dâhildir. Elbette bu terör örgütlerinin arkasında sadece Siyonist İsrail yoktur. Bu terör örgütlerinin de Siyonist terör örgütü İsrail’in de arkasında emperyal ABD bulunmaktadır.
Artık hedefleri, şimdiye kadar çok da gündeme getirmedikleri Davud koridorunu açmaktır. Bunun için de bu koridorun önündeki engeller bir bir kaldırılmaya çalışılmaktadır. Aynı emperyal ve Siyonist güçler, daha önce Irak’tan, Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e bir PKK koridoru açacaklardı. Aslında ilk etapta gerçekleştirmek istedikleri hedefleri bu idi. Çünkü bu koridorla İran ve Irak’a ait enerji kaynaklarının, Türkiye’yi devre dışı bırakacak şekilde dünya piyasalarına ulaştırılması planlanmıştı. Bu koridor, Türkiye’nin Fırat Kalkanı (24 Ağustos 2016) , Zeytin Dalı (Afrin) Harekâtı (20 Ocak 2018) ve Barış Pınarı (9 Ekim 2019) operasyonları ile akamete uğratılmıştır.
PKK koridorunun engellenmiş olması, ABD ve Siyonist İsrail’i amacından vazgeçirmemişti. Bu sefer gündemlerinin bir köşesinde sürekli tuttukları koridoru gündeme getirmeye başlamışlardır. Bu koridor, “Davut koridoruydu”. İsrail’in bu planı yeni değildi. Aslında Davud koridoru, arz-ı mevuda uzanan yolun da ismidir. Bu nedenle PKK’lı teröristleri Gazze işgalinde lejyoner olarak kullanması ve onlara Siyonist İsrail kimliği vermesi, bu koridoru gerçekleştirmeye dönüktür. Gazze işgali, Gazze’yi ikiye bölecek tarzda, Netzarim koridorunu açmaya çalışmasının nedeni budur. Davud koridoruyla, güneyden Türkiye sınırına inmeyi, daha sonra Bağdat’a genişleme hesapları yapıyorlar. Suriye’nin mevcut durumunu, askerî açıdan hesaplarını kolaylaştırıcı bir fırsat olarak görüyorlar. Hatta şu an, bu şeride yerleştirilecek Yahudilerin listesini çıkarıyorlar. Dera, Tenef, El-Suhne Çölü, Deyr Ez-Zor, Haseke, ve Fırat-Dicle nehir boyu onlar için hayati önem taşımaktadır.
Davud koridoru, İsrail ve ABD’nin eşgüdümü ile tatbik edilmeye çalışılmaktadır. Bu şeridin en az maliyetle tesisi için, Türkiye ve İran’ı savaştırma senaryosu bile hazırlamışlardır. Suriye’deki durumdan hareketle planlanan savaş tuzağına iki ülke de düşmemiştir. İran’da yaşanan son olaylar da bu perspektif dâhilindeki gelişmelerdir.
Siyonist İsrail’in uzun zamandan beri Suriye’ye havadan ve karadan saldırmasının nedeni de Golan’dan başlayan koridorun; Suveyda, Tenef, Humus’tan geçerek Deyrizor’a ulaşmasını sağlamak amaçlıydı. Eğer bu koridor gerçekleşirse terör örgütü YPG’nin kontrolündeki bölge, doğrudan Tel Aviv’e bağlanmış olacaktır.
Deyrizor bölgesinin PKK terör örgütüne petrol için değil, İsrail’in güneyden geçireceği bir koridorun güvenliği için verildiğini aktaran Emekli Tuğgeneral Prof. Dr. Fahri Erenel, “Deyrizor’dan geçen ve güneyden Irak’la Suriye arası sınır kapısından Irak’a geçen bir hat. Kuzey yerine ve bu hat doğrudan doğruya tepelerinden denize açılıyordu.” şeklinde konuşmuştur. Golan Tepelerini yıllardır işgal altında tutan işgalci İsrail’in, bu konuda hiç geri adım atmamasının nedeni de yine bu koridordur. Çünkü Suriye toprağı olan bu tepeler, “koridor güzergâhını kontrol” için önem arz etmektedir.
Sonuç olarak Davud koridoru, İsrail’in Suriye üzerinden Irak’a bağlanmasını sağlayacak, stratejik önemi olan bir koridordur. Bu koridor, ‘PKK-PYD-YPG-SDG üzerinden Irak-İsrail arasında hem ekonomik hem de güvenlik koridoru’ olarak da fonksiyon görecektir. Bu koridorun işleyişini sağlayan temel güçler ise PKK-YPG’dir. Bu oluşumlar, yalnızca ABD tarafından değil, İsrail tarafından da açıkça desteklenmektedir.
Bu koridor, Tel Aviv’den başlıyor; Golan Tepeleri, Suveyda, Tenef, Humus, Deyrizor ve Haseke’den Irak’a uzanmaktadır. Davud koridoru, sadece bir ulaşım hattı değil, aynı zamanda stratejik bir koridor olarak değerlendirilmektedir.
Bu koridoru da kurulmak istenen PKK-PYD-Siyonist devletçiğini de onların başına çalacak olan, halkın ortak iradesidir. Ancak bu irade ile bu topraklarda hem PKK-PYD terörünün hem de Siyonist İsrail ve ABD’nin kökü kazınmış olur.