Batı dünyası ve onların yandaşları “denizin taşı ile denizin kuşunu vurma” taktiğini uygulamaktalar. Zira Ortadoğu’da ve neredeyse tüm İslâm coğrafyasında ortaya konulan senaryo ve uygulamalar bunu gösteriyor. Coğrafyamız her halde kaybediyor. Birtakım İslâmî ya da İslamî olmayan örgütler zafer naraları atsalar da bölge olarak hep kaybediyoruz. Muhakkak ki bu kaybedişler bir kader değil belki de kaderde var olanı akletmenin yeterince yerine getirilememesinin bir sonucudur. “Allah, tüm eşyada olduğu gibi eşyanın bir parçası olan insanı da bir kader üzere yaratmıştır.” (54/49) İnsanın akıllı olması onun kaderi iken; bu aklı yerli yerince kullanmak ya da kullanmamak onun/insanın iradesidir. Kendi iradesi dâhilinde olandan da insan sorumludur. Başımıza gelenlerden kaderi sorumlu tutmak tam bir sorumsuzluk örneğidir.
Hiç kimse kendilerinin doğru yol üzerinde olduğu halde başkalarının kendilerine zarar verdiğini söylemesin! Çünkü Allah (C.C.) “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar veremez…” (5/105) buyurmaktadır. Allah’ın bu hükmüne rağmen sapkınlardan sürekli darbe yiyen, zarar gören Müslümanlar bir türlü nefis muhasebesine yanaşmamaktadırlar. Oysa Kur’an aynasında kendilerini hesaba çekseler Hazreti Peygamber’in (a.s) sünneti ya da Kur’an’ı anlama ve yaşama biçimine baksalar, her halde öncelikle hatanın/yanlışın kendilerinde olduğunu idrak edecekler. Kur’an geçmiş kavimlerin ve onlara gönderilen peygamberlerin haber ve hikâyeleri ile doludur. En genelde bütün peygamberler geldikleri toplumlarda tevhid akidesini tebliğ ile birlikte ilkeli ve dürüst olmuşlardır. Hiçbir peygamber başarılı olmayı öncelememiş, önceliği ilkeli ve dürüst olmaya vermişlerdir. Ve yine o peygamberler geldikleri toplumların mallarına, makamlarına, düzenlerine göz dikmemişlerdir. Hatta geldikleri toplumların zenginleri, hükümdarları gelen elçilerin; sahibi oldukları makama, paraya v.b. göz diktiklerini ifade etmelerine karşı da neredeyse istisnasız tüm peygamberler “Ey milletim! Allah’a kulluk edin. O’ndan başka tanrınız yoktur. Yoksa sadece yalan uyduran kimseler olursunuz. Ey milletim! Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Akletmez misiniz?” demişlerdir.
Hazreti Peygamber (a.s.): “Bir mü’min yılana delikten bir kere sokulur” buyurmakta. Heyhat! Müslümanlar gerek bireysel olarak ve gerekse toplumsal olarak defalarca aynı delikten yılana sürekli sokuluyorlar. Olaylar, başımıza gelenler bunun somut örnekleri değil mi? Daha Hazreti Peygamber’in (a.s.) vefatının üzerinden çok kısa bir süre geçtikten sonra Müslümanlar kendi aralarında ihtilafa düşerek birbirlerinin kanlarını dökmediler mi? Sıffin’de ölen 45 bin insan birbirlerinin kardeşleri değil miydi? Kerbela faciasının mucidi gayr-i müslimler miydi? Elbette hayır. Her iki facianın da müsebbibi Müslümanlardı. Oysa onlar ve onlardan sonra gelenler Allah’ın şu veciz uyarısını belki de defalarca okumuşlardı: “Allah’a yönelerek O’na karşı gelmekten sakınınız. Namazı kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız.” (30/31-32)
Ne yazık ki Allah’ın bu hükmüne rağmen “ihtilafta rahmet” arayan Müslümanlar gerçekten de inandıkları gibi yaşamaya başlamışlardır. Yani ihtilaflı olmayı rahmet addetmişler ve bunu da çeşitli vesilelerle ortaya koymuşlardır. Kur’an’ın açık hükmüne rağmen: “De ki, ben de Müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir” (41/33) ayetini göz ardı ederek kendilerine Müslüman olmanın dışında bir yığın sıfatlar takmışlardır. Şucu, bucu, cemaatçi, tarikatçı vs. işin korkunç yanı da zamanla her meşreb, mezhep aidiyeti olanlar, zamanla bağlı bulundukları meşreb ve mezhebi din gibi telakki etmeye başlamışlardır. Bunun en somut örneği Şia’da görülmektedir. Zira Şii olan bir Müslüman’a sorsanız, o, mezhebini din olarak gördüğünü ifade etmekte bir beis görmez.
Şimdi gelelim “denizin taşı ile denizin kuşunu vurma” meselesine. Hatırlarsanız İran’da İslâm adına devrim 11 Şubat 1979’da oldu. Devrim daha oturmadan kendi içerisinde birçok suikastlarla sarsılmaya başladı. Talagani, Mutahhari, Beheşti, Bahonor, Ali Recai, Abdülhadi Gaffari gibi değerli Ayetullahlar suikaste kurban gittiler. İki kutuplu dünyanın devam ettiği bir dünyada Osmanlı sonrası tarihin karanlıklarına gönderdiklerini düşündükleri İSLÂM hem itikadi, hem ibadî ve hem de siyasî olarak yeniden arz-ı endam etti. “Barış içerisinde birlikte yaşamaya” azmetmiş olan Batı Bloku ve Sovyetler bu durumu hazmedemediler ve devrimin üzerinden daha 20 ay geçmeden (23 Eylül 1980) İran-Irak savaşını başlattılar. Ve bu savaş 8 yıl sürdü. Devrim önderi Humeyni savaş süresince mütemadiyen çağrıda bulundu: “Dünya Müslümanlarının önderleri bir araya gelsinler, Kur’an’ın buyruğu doğrultusunda karar versinler. Saldırganı ve saldırılanı belirlesinler, bizler sonuca, karara razı olacağız ” dedi. Çünkü Kur’an böyle bir ihtimali dikkate alarak yol gösteriyor: “Eğer mü’minlerden iki topluluk birbirleri ile savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa saldırganla Allah’ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşın; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah âdil davrananları sever.”(49/9)
Ne var ki; dünya Müslüman önderleri Allah’ın bu hükmüne aldırış etmediler. Bir kısmı Saddam ve yandaşlarını Sünni diye dışladı. Bir kısım Sünni önderler de İran’ı Şii olduğu için dışladı. Sonuçta her iki taraftan 1 milyon 450 bin insan hayatını kaybetti. Ümmetin yeraltı ve yerüstü kaynakları çift kutuplu dünyanın kutuplarına aktı. Silah tüccarları, İslâm düşmanları ellerini ılıktan soğuğa sokmadan ceplerini doldurdular. Ve asırlardır uyuyan Şiilik-Sünnilik ihtilafını yeniden canlandırdılar. Ve bu minval üzere de halen çatışmalar Irak, Afganistan, Pakistan, Suriye, Yemen gibi ülkelerde bütün şiddeti ile devam ediyor. Yalnızca 20 Mart 2003’ten bu yana ABD’nin Irak’ı fiilen işgal etmesinden günümüze 1 milyondan fazla Irak’lı (Şii-Sünni) öldü/öldürüldü. Benzer bir durum Mart 2011’den beri Suriye’de devam ediyor ve Suriye’de ölenlerin sayısı şimdiden 235 bini bulmuş durumda. Ve hiç kimse akan kanı durdurmak için çaba sarf etmiyor. Hele Müslümanların kılı kıpırdamıyor. Zira onlar işi bir taraftan kadere diğer yandan BM, AB ve diğer uluslararası kuruluşlara havale etmiş durumdalar. Oysa bunların hiçbirisinin akan kanı durdurmak gibi bir hesabı yok. Bilakis kan akarken de, şehirler, kasabalar, köyler yıkılırken de hesapları var, yıkıldıktan sonra da. Zira Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları silahlar ya da Suriye’de, Mısır’da, Irak’ta olduğu gibi halkların üzerine atılan bombalar, silahlar, silah tüccarlarından tedarik edilmekte. Fabrikalar, silah fabrikaları harıl harıl çalışmakta. Geçenlerde Amerikalı bir kuruluş, Suriye’nin yeniden imarı için 233 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söyledi. Bu para şayet Suriye Esed sonrası yeniden inşa edilecekse yine bölge halkının, Müslümanların cebinden çıkacak. Patronluğunu Batılı-Doğulu küresel güç odakları yapacak, taşeronluğunu da mütegallibe sınıfına verecekler. Hep böyle olmuyor mu? İsrail muhtelif zaman dilimlerinde Gazze’yi, Batı Şeria’yı vuruyor, ardından bizler Allah rızası için Gazze’ye yardım adı altında onların yıktıklarını bir daha yıkmaları için yeniden yapıyoruz. Demek istiyorum ki bu işte bir sakatlık var. Bu başımıza gelenleri, insanımızın başına gelenleri yeniden düşünelim. Zalimlere ve onlara meyledenlere biteviye fırsat vermeyelim.
Hazreti Peygamber, fevkalade itibarı olduğu Mekke’de 13 yıl Tevhid akidesini esas alarak ilkeli olma mücadelesi verdi. Mekke Oligarşisinin makamına, mansıbına göz dikmedi, onlardan herhangi bir dünyalık talebi olmadı. Bunun yanında oligarkların, Mekke müşriklerinin, şahsına ve etrafına saldırmalarına meşruiyet zemini oluşturmadı. Yani onlara “denizin taşı ile denizin kuşunu vurma” fırsatı vermedi. O halde bizlerin tüm olup bitenleri yeniden akletmemiz gerekmiyor mu? Unutmayalım insan olarak bir kaderle yaratılışımızın öne çıkan en önemli boyutu/özelliği akletmemizdir.