Yaptıklarından sorumlu bir varlık olarak yaratılan insan, çoğu zaman bu sorumluluğun bilincinde değilmiş gibi davranır veya davranmak ister. Sorumluluğun ağır bir yük olduğunu zannettiği için, bu sorumluluktan kaçmanın bin bir türlü yolunu arar. Çoğu zaman da bu yolu bulduğunu sanır. Bazen şeytanı tek sorumlu olarak görür ve bütün suçu ona atmaya kalkar; ona göre, bütün hatalarının tek suçlusu, lanet olasıca şeytandır zira şeytan, onun kanına girmeseydi eğer yaptıklarının hiçbirini yapmayacaktı. Elbette nefsini de suçladığı zamanlar vardır. Yani bu kadar açgözlü olmasaydı, dünyaya tamah etmeseydi, hevasının peşinden bu kadar koşturmasaydı elbette ki Allah’ın istediği bir kul olma konusunda daha iyi sonuçlar elde edebilecekti fakat bu düşünce, iş işten geçtikten sonra hasıl olur, benzer bir durumla karşılaştığında aynı hataları yapmaktan geri de durmaz. Aslında iş sadece lafta böyle olur, gerçekte ise insan yine aynı insan, nefsine karşı zalim ve nankör. Daha önce benzer durumlarla hiç karşılaşmamış gibi büyük bir aşkla tekrar aynı nefsanî arzularının kölesi olur ve aynı hataları işler. Sonuç aynı, değişen pek bir şey olmaz. Sonra yine yaşanan bir pişmanlık ve ardından tekrar, tekrar… Bir zaman sonra bu pişmanlıklar da kaybolur ve fiil alışkanlık hâline gelir. Allah (cc) da insanın bu yönünü, “O günahkârları rablerinin huzurunda, başlarını önlerine eğmiş hâlde şöyle derlerken bir görsen: ‘Rabbimiz! Gördük ve işittik, bizi geri gönder de rızana uygun işler yapalım, artık kesin olarak inandık.’ Dileseydik elbette herkesin doğru yolda yürümesini sağlardık. Fakat şu sözüm mutlaka gerçekleşecek: ‘Cehennemi hem cinlerden hem insanlardan bir kısmıyla dolduracağım.’ (Onlara denecek ki) Bu gününüzle karşılaşmayı unutmanız sebebiyle cezayı tadın bakalım. İşte şimdi biz de sizi unuttuk, haydi yaptıklarınızın bedeli olarak ebedî azabı tadın şimdi!” Secde suresi 12-14 ayetleriyle ifade eder. Bu kısır döngünün içine yuvarlanan insanın, hakikatleri görmesi, anlaması ve bu hakikatlere teslim olması pek de kolay ya da mümkün olmuyor. Sorumluluktan kaçmanın bir diğer şekli ise suçu kadere atmak, şeklinde oluyor. Sonuçları beğenilmeyen bir olay ya da durum karşısında, suçun aslında kendisinde olmadığını göstermek isteyenlerin, “Ne yapalım, kaderimiz böyleymiş işte!” demeleri, sorumluluktan kaçmanın başka bir yoludur. Kaderin insan fiili üzerinde yaptırım gücü olduğu inancının bir yansıması olarak ortaya çıkan bu söylem, bilinçli veya bilinçsiz olarak söylenen ve kader karşısında aciz olunduğunu dile getiren bir söylemdir. İblis’in de Allah (cc) karşısında benzer bir tutum sergilediğini görüyoruz: “Şeytan dedi ki (öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de onları saptırmak için, senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” (Araf, 16). Nefsinin kendisine gösterdiği yolda yürüyüp büyüklenen, ateşten yaratıldığı için topraktan yaratılan Hz. Âdem’den daha üstün olduğu çıkarımı yapan ve âlemlerin rabbine karşı çıkan İblis de suçu kendine değil de kadere, kaderin sahibi olan Allah’a atıyor. Böylece kendini temize çıkardığını zannediyor ancak Allah (cc), işte tam da burada ona haddini bildiriyor: “Allah, şimdi in aşağı oradan çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil. Hemen çık çünkü sen aşağılıklardansın!” (Araf, 12-13). Kibrine yenik düşerek serdettiği yanlış davranışların suçunu, nefsinden başkasına yükleyemeyeceğini, ona şiddetli bir şekilde söylüyor. Âdeta yüzüne çarpa çarpa bir cevap veriyor. Aslında anlatılan bu olayda, günümüz insanının yaygın hastalığının ne olduğu da gözler önüne seriliyor: kibir, aklı ilahlaştırma… İblis, Allah’ın emrini yerine getirmek yerine, kendince bir muhakeme işine giriyor ve Allah’ın söylediğinin yanlış olduğu kanaatine varıyor, aklınca. Modern insanın en büyük açmazı da bu işte. O da İblis gibi, aklını ilahlaştırıyor ve her bilginin akıl ile mutlak anlamda doğrulanabileceği zehabına kapılıyor. Yani, aslında modern insan, öyle zannettiği gibi yeni bir şey de keşfetmiş değil. Öncekilerin akıllarını kullanmadığını iddia edenlere, en güzel cevap işte! Bu işin başını İblis çekiyor. O, akıl yürütmenin bu çağın bir buluşu olmadığını gösteriyor.
Peki, gerçekten de kader karşısında bizim hiçbir tercih hakkımız, irademiz söz konusu değil midir? Kader, insanın yaşayabileceği her şeyin önceden belirlenmesi midir? Yani aslında Allah, bizim neler yaşayacağımızı, ne kararlar vereceğimizi, akıbetimizin ne olacağını bir deftere (Levh-i Mahfuz) yazmış da biz orada yazılanları, şuursuz bir biçimde mi yaşıyoruz. İstesek de istemesek de kaderimizde ne yazılmışsa onu mu yaşayacağız. Bizim irademiz söz konusu değil midir? Bu konular asırlar boyunca kelli felli âlimler tarafından tartışılmış, durmuş. Elbette ki haddi aşıp da kader konusunda yeni bir perspektif ortaya koyma iddiasında değiliz. Sadece malumu ilam noktasında söyleyebileceğimiz bir şey olabilir mi, diye bir gayret içerisindeyiz.
Akılperestlerin şirazelerinin kaydığı nokta burası sanırım çünkü bir şeyin hem önceden yazılmış, bilinmiş olması hem de insanın cüzi iradesi üzerinde bir yaptırımının olmaması, onlara göre mantıksız, izahı namümkün bir durum. Çok güvendikleri akılları, bilimleri ile böyle bir durumun izahını yapmakta, anlamakta zorlanıyorlar. Zorlandıkları şeyi de inkâr etmek kolaylarına geldiği için, bunu reddediyorlar.
Aslında kaderi anlamak da doğrudan iman ile ilgili bir mesele zira Allah’a tam anlamıyla iman etmeyenler, Allah’ın imkânsızları bir arada tutabilecek bir kudrete sahip olduğunu idrak edemedikleri için, bu durumu da anlamakta zorlanıyorlar. Her şeyi –ilmi, sebebi, neticeyi, iradeyi, seçmeyi- yaratan Allah ise şayet bütün bunlar hakkında bilgi sahibi olmaması düşünülemez. Yani yarattıklarından bihaber olan bir yaratıcıyı tasavvur etmek, nasıl mümkün olabilir? Hayatı, ölümü, sabrı, merhameti, acıyı vb. aklınıza gelen, gelmeyen her şeyi yaratan Allah’ın yanında, herhangi bir olayın, nesnenin, canlının, cansızın bilgisinin olmaması mümkün değil. Aslında Allah, her şeyimizi biliyor: alacağımız nefes miktarını, vereceğimiz bütün kararları, yapacağımız tüm işleri… İşte biliyor ve bütün bunları bir de yazıyor. Yani yazmasa bilmeyecek mi? Elbette, her şey onun bilgisi dâhilinde ama zaten bildiği şeyi, bir de bizim yaşamamızı istiyor. Bizler bu süreci başından sonuna kadar yaşayalım ve onu daima hatırlayalım, zikredelim diye dünya denen bir oyun yeri yaratıyor. İşte dananın kuyruğu da burada kopuyor aslında. Madem ne yapacağımızı, nereye gideceğimizi biliyor, neden bizi yarattı? İman burada başlıyor, teslimiyet… Ya âlemlerin rabbi olan Allah’ın yüceliğini, kudretini kabul eder ve önünde secde edersin, Âdem olursun ya da aklına müracaat edip kendince doğru çıkarımlar yaparsın ama İblis gibi kovulmuş olursun. Tercih senin. İman tam da bu.
Allah’ın kaderimizde yazdıkları, onun ilminin ispatıdır. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. Ancak kaderimizde yazılanları kendi hür irademizle yaşıyor olmamız, bize vermiş olduğu iradenin ispatıdır. Biz özgürce seçer ve yaşarız, o da bütün bunları sınırsız bir ilimle bilir. Dolayısıyla yaşadıklarımızın neticelerinin sorumluluğunu bir başkasına hele ki kadere asla atamayız. Biz yaşarız ve neticeleriyle de biz yüzleşiriz. İblis’in yaptığı gibi Allah’ı ya da bir başkasını suçlama yoluna gidemeyiz. Elbette ki Allah dileseydi günah işlemezdik, sadece ona kullukla meşgul olurduk ama o, böyle istemedi. Bizleri bu yangın yerine, imtihan dünyasına, oyun alanına attı. Allah layüseldir, yaptıklarından sual olunmaz. Onu bir beşer gibi düşünüp de neden böyle yaptı, neden şöyle yapmıyor, gibi sorularla yargılayamayız ya da Allah’ın yapıp etmelerini bu cüzi ve her an elimizden kayıp gidebilecek olan aklımız ile ölçemeyiz, kuşatamayız, anlayamayız. Modern insanın en büyük çıkmazı da budur: Nasıl olur da bir şeyler onun kudretinin üstünde olabilir? Kendine, iradesine, aklına tapmayı meziyet sananların içinden çıkamadıkları şey, nasıl olur da yüce aklımızın izah edemediği bir şeyler olabilir? Şayet, bir şeyler izah edilemiyorsa acziyetlerini kabul etmek yerine onu yok saymayı bir marifet sayıyorlar.
“Allah ve resulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır” (Ahzab, 36).
“Seni tenzih ederiz. Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin” (Bakara, 32).
Taşkın ÖNEL
Akhisar
Ağustos 2024