30 Mart Seçimlerinde Öne Çıkanlar
Genel Gündem Son Sayımız Yazarlar

30 Mart Seçimlerinde Öne Çıkanlar

Geride bıraktığımız 30 Mart 2014 mahalli seçimleri ve sonuçları; birçok yerel, bölgesel ve küresel sorunlara eğilmemizi de beraberinde getirmiştir.

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bu seçimler sonucu itibarıyla AK Parti’nin ve Başbakan’ın zaferinden çok muhalefetin ve ona destek verenlerin hezimetini öne çıkarmıştır. Benzer bir tablo da 1997’de İran’da yaşanmıştı. Muhammed Hatemi’nin İran Cumhurbaşkanı adayı olduğu seçimlerde, Kum ulemasının ekseriyeti ile Rehber Ali Hamaney direkt olarak desteklerini Natık Nuri’ye vermişlerdi. İran Halkı, taklid mercii olarak bildikleri Kum ulemasının ve velayet-i fakih konumunda olan Ali Harmaney’in vesayet dayatmasını reddederek, Haziran 1997 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muhammed Hatemi’yi seçmişlerdi. Azeri öğrencilerin çoğunlukta olduğu İmam Sadık Üniversitesi’nde bir form sonrası, Azeri bir öğrenci, seçim sonuçlarını nasıl değerlendirdiğimi sormuştu. Cevap olarak da; “Bu seçimlerde önce çıkan Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması değil, Kum ulemasının ve Rehber Ali Hamaney’in seçimleri kaybetmesidir.” demiştim. Aynı şekilde bugün de Türkiye’de öne çıkan husus, muhalefetin bütün katmanları ile birlikte Pensilvanya, New York, Nakkaştepe ve onların medyatik,bürokratik, aristokratik uzantılarının bu seçimleri kaybetmesidir..

Türkiye çok partili sisteme 1946’da geçti. 68 yıldan beri çok partili sistem mevcut. Tamam, anlıyorum, dün bu ülke insanlarının % 80’i köylü idi. Okuma-yazma oranı tek parti ve onun icraatları sayesinde oldukça düşüktü. Karagöz Gazetesi okumak bile Milli Şef’in iznine tabi idi. Ama bugün hâlâ bu toplumu 194O’ların izdüşümü ile değerlendirmek doğru mu? Elbette değil. Zira dün bu toplumun kahir ekseriyeti ekonomiden, siyasetten, bürokrasiden pay almıyordu/alamıyordu. Bu saydıklarımdan pay almak aynı zamanda özgürleşmeye de neden olmakla eş anlamlıdır. Bugün ise bu toplumun önemli bir kısmının ekonomiden, siyasetten ve bürokrasiden almış olduğu pay/paylar arttı. Yaşı, ellilerin üzerinde olanlar lütfen şöyle bir düşününüz, mahallenizdeki ya da semtinizdeki falanca ağa, feşmekan siyasetçi, devletin bir temsilcisi geldiği zaman babanızın, dedenizin nasıl el-avuç ovuşturduğunu hatırlıyor musunuz?

İstanbul’da yaşayan bir arkadaşım anlatmıştı. Halasının oğlu Tokat’ın Reşadiye İlçesinin bir köyünden İstanbul’a kendisinden bir kaç yıl önce gitmiş. Halaoğlu, dayıoğlu ikilisi belediye otobüsüne binerler. Biletçi bir süre sonra; “inecek beyler, lütfen arka kapıya yanaşınız.” diye seslenir. Bizim arkadaş halasının oğluna; “halaoğlu, haydi arka kapıya yanaşalım.” der. Halaoğlu; “kardeşim o bize demiyor, beylere diyor.” der. Evet, dün bu ülkede “Beyler” vardı. Ve onlar ayrı bir sınıftı. Onların dışındakilere “efendi” diye hitabederlerdi. Mesela ilçe milli eğitim müdürlüğündeki Odacı Ali’yi çağırırken: “Ali Efendi” diye çağırırlardı. Ya da dudağı boyalı, tırnakları ojeli olanlara “bayan” diye hitabederlerdi. Ama eli kınalı, gözü sürmeli Fatma’ya da “bacı” derlerdi. Belki anlattıklarımın konuyla direkt ilgisi yok ama dün ile bugünü mukayese bakımından gerekli olduğunu düşünüyorum.. Zira dünün düşünce ve hitab kodları ile bugünküler oldukça farklı. İşte CHP vb. siyasi partiler, onların zihniyetini taşıyan jakobenler, dünün beyleri, ağaları, aristokratları ve en önemlisi de Kur’an’a rağmen İslam diyen, toplumları Kur’an ve onun gerçekliğinden, içeriğinden uzak tutarak kendi kişisel tabularını, öğretilerini, ritüellerini önceleyen, dayatan kesimler, Allah (c. c.) rızası için Allah’a rağmenciler bu seçimlerde kaybettiler. Oysa Kur’an: “Yollarını Allah’ın Kitabıyla bulanlar, gölgeliklerde ve pınar başlarındadırlar.”(50/41) buyuruyor.

Elbette bu anlattıklarınızdan AK Parti ve camiası için sütten çıkmış ak kaşık demiyorum. Muhakkak ki onların da özel ve tüzel kişiliklerinin sehven ve kasdi birçok hataları, tasvib etmediğim yönleri, davranışları vardır. İlginçtir. Muhalefet ve AK Parti, Erdoğan karşıtları o kadar absürd muhalefet iftira ve karalamalarda bulunuyor ki, başkalarının tenkidine ve belki AK Parti’nin kendi içerisinde muhasebe yapmasına da izin vermiyorlar. Düşünüyorum, muhalefet partileri seçim stratejilerini ant-i tez yerine tez üzerine kursa idiler, AK Parti ve icraatlarını millete havale etse idiler, milletin de muhasebesine fırsat verse idiler sonuç böyle olur muydu? Bazıları diyor ki; “demek ki bu milletin yolsuzluk, hırsızlık gibi bir derdi yok!” Hayır. Milletin böyle bir derdi var fakat millete derdini unutturan sizlersiniz.

Halk, bugün dünden, 1940’lardan, 1950’lerden ve hatta 2000’lerden daha ileri düşünüyor. Ekonomik istikrar, evinin, otomobilinin, çocuğunun okul masraflarının nasıl ödeneceğini, ödemek için istikrarın ne kadar önemli olduğunu düşünüyor. AK Parti’ye giden oyların tamamı dindar, Kur’an’a ve Sünnete bağlı insanların oyları değil elbette. AK Parti iktidarı ile IMF duruşu, BM’in taraflılığını, PKK AŞ’nin bugüne kadar niçin yaşatıldığını, Osmanlı Hinterland’ına sahip çıkmanın getirisini-götürüsünü, 12 yılda faize gitmeyen paraların nasıl yol, sağlık, baraj, şehirleşmeye gittiğini, dış politikada İsrail’in güdümünde olmanın ne demek olduğunu, MİT-MOSSAD, MİT-CIA ilişkilerinin dününü-bugününü düşünüyor halk..

17 Aralık, 25 Aralık, Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenmesi vb. hususları kendi iradesine, devletine bir dayatma olduğunu, vesayeti ve dayatmayı kabul etmeyeceğini ifade ediyor halk. Büyük bir gazetenin başyazarı seçimlerden sonra yazdığı makalede; “Sabah uyandım ki denize dökülmemişiz” diyor. Halk ise bu vb.ne “balıkların da bir haysiyeti var..” diyor. Enteresan, 31 Mart Vakıasında II. Abdulhamit’e karşı çıkan ve O’na cephe oluşturanlarla, 17 Aralıkçılar, 7 Şubatçılar ne kadar da birbirlerine benziyorlar. İsterseniz 31 Mart (13 Nisan 1909) ile 17 Aralık 2013’ün aktörlerini, iç ve dış destekçilerini hatırlayınız, neredeyse aynısının tıpkısı cinsinden bir sonuçla karşılaşacaksınız. Jön Türkler, İttihatçılar, Kur’an’dan, Sünnetten nasibini yeterince almamış sözde İslam büyükleri, dini bildikleri halde onun tatbik sahası olan dünyayı bilemeyenler, İngiliz muhibleri vb. 31 Mart’ın failleridir. Bugün de ittihatçı geleneği sürdüren muhalefet partileri, dini bilmeyen, bidat ve hurafeyi bilerek ya da bilmeyerek din kabul eden, bu kabullerini de çeşitli hile ve düzenle tabanlarına dayatan kesimlerin ittifakı ile karşı karşıyayız.. Bir farkla, dün Abdulhamid Han 31 Mart Vakıasından sonra köşesine çekildi ve icra ile ilişkisini kesti, akıbetini bekledi. Ama bugün Erdoğan, akıbetini 17 Aralıkçılara ve onların devamına terk etmedi. Zaten böyle bir lüksü de yok. Unutmayınız ki seçimler sonrası Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Kuzey Afrika, Hint Alt Kıtası gibi yerlerde seçim sevincinin yaşanmasının bir nedeni vardı. Allah aşkına bugüne kadar (15 Mayıs 1948) İsrail’e karşı Hamas’ın, Filistinli mücahidlerin arkasında duran bir yönetim geldi mi bu topraklara? Balkanlar’daki Müslüman ahali Erdoğan’da Osmanlı kokusu alıyor. Kafkaslardaki ahali, düştüğünde Türkiye’nin elinden tutacağını bekliyor. Suriyeli Müslüman ve mazlum halk; er ya da geç Suriye’de yaşanan trajedinin Türkiye eliyle bitirilebileceğini umuyor. Mısır’da İhvan ve Müslüman halk BM’den, AB’den uluslararası güç odaklarından ve en önemlisi de Arap yönetimlerin hepsinden ümidini kesmiş. Türkiye’nin gözünün içine bakıyor. 528 idam mahkûmu ve Mursi, Türkiye ve Türkiye’nin istikrarı ile telaşa kapılmıyor. Erbilli, Felluceli, Basralı Müslüman tüm etnik ve mezhebi farklılığına rağmen Türkiye’nin istikrarında kendi geleceğini görüyor..

Türkiye’nin yeni ittihatçıları, jakobenleri, Kemalist kadrolardan boşalan makamların tamamını doldurmak isteyen, hepsi benim, artanı da benim diyen zihniyet sahipleri 30 Mart seçimleri sonrası yeise düşmüşlerdir. Onların da hedefinde yalnızca 30 Mart seçimlerinde AK Parti ve Erdoğan’ı hezimete uğratmak değil, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de kendi istekleri doğrultusunda manevra alanlarını genişletmek istiyorlardı. Ve alanları 20l5 seçimlerine tahvil etmek niyetleri vardı, olmadı. Peki, şimdi ne olacak? Evet bu saatten sonra inisiyatif Erdoğan’ın elinde. Bugüne kadar Başbakan birçok balkon konuşması yaptı, hiçbirisinde son konuşmasındaki dili kullanmadı. Son balkon konuşmasının öznesi bence devlet dili ile halk dilini birlikte kullanmasıdır. Zira halk dilinde: “Allah devlete, millete zeval vermesin.” temennisi önemlidir. Yani halk devletinin bekasını, kendi bekasından daha öncelikli görür. Bu nedenledir ki devletin beka sorunu halkın beka sorunudur. İşte başbakan devlete tehdit olarak algıladığı paralel yapı, Pensilvanya gibi olguları hedefe alarak barışçı bir dil yerine mücadeleci bir dil seçmesi halkın dili ile devletin dilini buluşturmaktır. O dilde başka bir husus daha vardı. O dil cumhurbaşkanlığı adayının dili değildi. O dil yürütme ve yasamaya sahip çıkma ve bu kurumları çalıştırma dili idi. Sanki balkon konuşmasında temsil makamı değil, icra makamına devam mesajını verdi. İlk defa 15 Mart 2011’den bu yana Başbakan’ın ağzından “Suriye ile savaş halindeyiz” cümlesi sadır oldu.

30 Mart seçimleri bitti ama bunun artçı sarsıntıları, tesirleri yerel, bölgesel ve küresel anlamda devam edecektir. Her alanda sıcak bir yaza hazır olun. Hele hele Başbakan’ın ifade ettiği gibi; “abdestinden şüphesi olanlar” daha dikkatli ve temkinli olmalıdır. Zira çanlar abdestinden şüphesi olanlar için çalıyor. 3 Nisan 2014

GRUBA KATIL