Hüsnü Aktaş Hoca’ya Sorduk….
Röportaj

Hüsnü Aktaş Hoca’ya Sorduk….

Doğru Yorum: “Kur’an ve İslâm tüm insanların Müslüman olmasını istemiyor…” diyene ne derisiniz?

HÜSNÜ AKTAŞ: Sözlerime başlarken ALLAH’a hamd-ü senâ, Peygamberimiz Efendimize, temiz ehl-i beytine ve ashabına selât-ü selâm, bütün Müslümanlara hayır dualar ederim. Sualinize geçmeden önce, kısaca usûl üzerinde duralım. Bütün usûl kitaplarında ‘ALLAHü Teâla’nın (cc) dini hakkında, Peygamberler müstesna, hiç kimsenin muhkem bir delile dayanmadan söz söyleme hakkının tanımadığı, muhkem delillerin ise Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha’ olduğu beyan edilmiştir. Dolayısıyla ‘Kur’an ve İslâm tüm insanların Müslüman olmasını istemiyor’ iddiasını ortaya atan kimsenin, bu iddiasını muhkem bir delille ispat etmesi gerekir. Eğer maslahat-ı mürsele, istihsan ve istinbat gibi fer’i delillere dayandığını iddia ediyorsa, bu iddiasını da ispat etmek zorundadır. İlâhi tekliflerin muhatabı olan ve mukaddes emaneti yüklenen her mükellefin, yaratılış hikmetine uygun amellerde bulunması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de ‘ALLAHü Teâlâ’nın (cc) insanlardan sadır olan tuğyandan ve küfürden razı olmadığı’ haber verilmiştir. (Ez Zümer Sûresi: 7) Bunun mefhum-u mavafakatı, akl-ı selim sahibi olan herkes kolaylıkla anlayabilir. ALLAHü Teâlâ’nın (cc) Kur’an-ı Kerim’de meâlen ‘Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul edilmeyecektir.’ (Al-i İmran Sûresi: 85) buyurduğu da malûmdur. Küfür ve tuğyan gibi felâketler; insanın fıtratını tahrip ettiği ve yeryüzünde fesadın yayılmasına sebeb olduğu için, Gayr-i Müslimlere karşı mücadele farz kılınmıştır. Bu hakikatleri dikkate alan ve selim akıl sahibi olan bir mükellefin ‘Kur’an ve İslâm tüm insanların Müslüman olmasını istemiyor’ gibi, batıl bir iddada bulunması caiz değildir.

Doğru Yorum: “Kur’an, insanlara tek seçenek olarak Müslüman olmayı değil, din özgürlüğünü teklif ediyor!..” nasıl bir sözdür?

HÜSNÜ AKTAŞ: İslâm âlimleri, inanç hürriyeti ile tefekkür ve tezekkür arasında bazı farkların bulunduğunu izah etmişlerdir. Muhkem nasslarla, hak ve batıl olan inançların keyfiyeti haber verilmiştir. İnsanoğlunun imanı veya küfrü tercih etmesi, kendi iradesine dayanan hadisedir. İmam-ı Teftazani; insanoğlunun ihtiyari fiillerini izah ederken; “İnsanların sevap ve mükâfat almaya, ceza ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır” diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimize hitaben şöyle buyurulmuştur : “De ki; Kur’an rabbinizden (gelen) bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen (inkâr ederek) kâfir olsun”(El Kehf Sûresi:29) Mükellef olan her insanın, dünya hayatında yapmış olduğu itikadî tercihin neticesi, öncelikle kendisini ilgilendirir. Yaptığı tercihlerle ilgili olan cezanın ve mükâfatın, ahiret hayatında ortaya çıkacağı malûmdur. Dolayısıyla İslâm fıkhını esas alan bir devlette (Darû’l İslâm’da) insanlar; diger insanların haklarına tecavüz etmedikleri müddetçe, inançlarından dolayı yargılanamazlar. Ancak ‘Kur’an insanlara tek seçenek olar Müslüman olmayı değil, din özgürlüğünü teklif ediyor’ sözü, hak ile batılı birbirine karıştıran insanların söyleyebileceği bir sözdür.

Doğru Yorum: “Yeryüzünde hüküm yalnız ALLAH’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” (Enfal: 29) emri, kitap ehline değil, sadece müşrikler karşıdır. İddiası ne kadar doğrudur?

HÜSNÜ AKTAŞ: Bu iddia, meşrû sayılan savaşların sebeblerini ve illetlerini dikkate almayan kimselerin ortaya atabilecekleri bir iddiadır. Hükmü umumi olan muhkem bir ayeti, keyfi olarak tahsis etmek caiz değildir.İslâm fıkhında cihad, kıyamete kadar devam edecek olan bir ibadettir. Yeryüzünde fesad çıkaran ve İslâm’ın tebliğ edilmesine engel olan kitap ehlinin, müşriklerin ve zalimleri etkisiz kılmak için farz kılınmıştır: İmam-ı Serahsi: “Cihad’dan maksad; Müslümanların emniyet içersinde bulunmaları, din ve dünya işlerini yürütme imkânına kavuşmalarıdır” diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. Muteber fıkıh kitaplarında: “Savaşın illeti küfür değildir. Çünkü küfür kalpte olduğu için başkasına zararı dokunmaz ve cezası bu dünyada değil, ahirette verilir. Ancak kâfirler; kendi inançlarını hâkim kılmak için Müslümanlara savaş açarlarsa, masum insanlara zararları dokunur. Yani küfür bizatihi değil, savaşa, fesada ve fitneye sebep olduğu için büyük bir ma’siyettir” hükmüne yer verilmiştir. Esasen savaşa izin veren ilk ayet-i kerime’de: “Size savaş açanlarla, ALLAH yolunda siz de savaşın. (Ancak) aşırı gitmeyin. Şüphesiz ALLAH aşırı gidenleri sevmez”(El Bakara suresi:190) hükmü beyan buyrulmuştur. Dikkat edilirse, Müslümanlara ‘kendilerine karşı savaş açanlara karşı’ savaşma izni verilmiştir. Peygamberimiz Efendimizin (sav) yönettiği ‘Hayber Savaşı’, kitap ehline karşı yapılan bir savaştır. Hatta fesada sebeb olan zalimlere (asi ve bağyilere) ve bid’at ehli olan fırkaların mensuplarına karşı savaşmanın caiz olduğu, muhkem delillerle sabittir. İslâm Fıkhı’nı uygulayan devletin; teb’asının can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerinin tahribine vesile olan zorbaların (inançları ne olursa olsun) tecavüzlerine göz yumması caiz değildir.

Doğru Yorum: Fetih sûresi (29 âyet) de:”MUHAMMED ALLAH’ın Rasulüdür. Onunla birlikte olanlar da; küffara şiddetli birbirlerine karşı ise merhametlidir…” buyurulduğuna göre;
a) “MUHAMMED Rasûlullah(s.a.v)’ı” ikrar etmeyene rahmet gözüyle bakın diyen birisini biliyoruz:
b) Aynı ağız; “en nefret ettiğim kimse “Bin Ladin” dir diyor. Nihayet Bin Ladin’nin Müslüman olduğunu da tahminen olsun bilir bu kişi… Bu bakış âyetle bağdaşır mı?

HÜSNÜ AKTAŞ: Elbette bağdaşmaz!.. Ancak Darû’l Harpte ikamet eden ve kendisini genel ikrah altında hisseden kimselerin, bazı manevi hastalıklara tutulmaları mümkündür.

Doğru Yorum: “Deki; Gelin ey ehl-i kitap, birbirimizi rab edinmek değil, sadece ALLAH’a itaat etmek olan doğru bir ilkeye gelin.” (A. İmrân: 64) mealindeki davetin:
a) Ma’hûd diyaloga çağrı olduğunu;
b) “Burada MUHAMMED Rasûlullah(s.a.v)” yok! Öyleyse son Peygambere iman çağrısı olmadığını…
c) Öyle olunca da, Tevhidin ikinci kısmını (MUHAMMED Rasûlullah(s.a.v))ı söylemeyenlere rahmet nazarıyla bakmak gerektiğini… Söyleyene ne dersiniz?

HÜSNÜ AKTAŞ: Son yıllarda, İslâm’ın tebliğ edilmesi ile diyaloğu birbirine karıştıran insanların sayısı bir hayli artmıştır. Kelime-i tevhidin bir bütün olduğunu kabul etmeyen ve ‘ MUHAMMEDür’resulullah” hükmünü reddeden kimselere rahmet nazarıyla bakmak caiz değildir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Efendimizin (sav) nübüvvetini reddeden kimselerin, itikadi açıdan kafir hükmünde oldukları, muhkem nasslarla sabittir. Bilindiği gibi iman esasları, tecezzi kabul etmeyen bir bütündür. İnanılması zaruri olan hükümlerden herhangi birisini inkâr eden kimse ile tamamını inkar eden kimse arasında, itikadi açıdan bir fark yoktur.

Doğru Yorum: İnsanlar Hanif dininin tevhidine gelmeye çağırılıyor diye yazan fıkıh profesörünün durumu nedir? Saha tecavüzünün ötesinde, İslâm’ın özelliği ve son din oluşuna şüphe iraz etmez mi?

HÜSNÜ AKTAŞ: Önce ‘Hanif Dini’ tabiri üzerinde kısaca duralım. Arap tarihçilerinden Cevat Ali ‘Tarihû’l Arab Kable’l İslâm’ isimli eserinde, hanif dininin keyfiyeti üzerinde durmuştur. Cahiliye döneminde; başta Osman b. Huveyris ve Varaka b. Nevfel olmak üzere, bazı Arab mütefekkirlerinin, kendilerini ‘Hanif Dini’ne’nisbet ettikleri malûmdur. Putperestliği reddeden ve Hz. İbrahim’in dinine tabi olduklarını söyleyen hanifler, itikadi açıdan putperestlerden beri olduklarını ifade ediyorlardı. Peygamberimiz Efendimiz’in tebliğe başladığı dönemde, Osman b. Huveyris Hıristiyanlığı tercih etmiş ve bir rivayete göre Varaka b. Nevfel de Tevrat’ı Arapçaya tercüme etmiştir. Dolayısıyla cahiliye döneminde kendilerini ‘Hanif Dini’ne’ nisbet eden kimseler, birbirlerinden farklı inançlara sahip olan kimselerdir. İslâm’ın tebliğinden sonra; Hanif Dini’ gibi, keyfiyeti mücmel ve meçhul olan bir dinden bahsetmek mümkün değildir. Bahsettiğiniz fıkıh profesörü; eger hanif kelimesini, İslâm’ın müradifi olarak kullandığını iddia ediyorsa,yani “Vettebea millete İbrahime hanifa”ayetini esas aldığını ve Hz, İbrahim’in (as) ‘mü’min’ olduğunu ifade ediyorsa, bunu sarih olarak belirtmesi gerekir.

Doğru Yorum: ALLAH’a, Ahırete iman ve Salihamel, NECAT (felâh) ehli olmanın şartı olarak yeterli midir? (Fetih: 13) İslâm’ın Evrenselliği, bütün insanlığın gelmiş olması konusunda A’raf sûresinin; 157–158 ve müteakıb âyetleri ile aynı meseleyi açıklayan âyetleri izah eder misiniz?

HÜSNÜ AKTAŞ: ALLAH’a ve ahiret gününe iman eden ve salih ameller işleyen bir kimsenin; inanılması zaruri olan diğer hükümleri kabul etmediği müddetçe, necat ehli olması mümkün değildir. YaniALLAH’a ve ahirete iman edip salih amel işlemek ‘ehl-i necat’ olmak için yeterli değildir. Bilindiği gbi bütün ibadetlerin ‘olmazsa olmaz’ şartı sahih bir imandır. Araf Suresi”nin 157 ve 158. ayetlerinde Tevrat ve İncil’de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) geleceği, O’nun ümmî bir kimse olduğu ve diğer bazı özellikleri açık bir şekilde yer aldığı haber verilmiştir. Beyyine Suresi’nde kitap ehlinin; Hz. MUHAMMED’in (sav) nübüvvetini bildikleri, fakat gizlemeyi tercih ettikleri beyan edilmiştir. Münzel kitaplarda yer alan ve Peygamberimiz Efendimiz’ien (sav) vasıflarını haber veren hükümler, hevâlarını tabi olan kimseler tarafından gizlenmiştir. Peygamberimiz Efendimiz’in (sav) âlemlere rahmet olarak gönderildiğini ve nübüvvetinin bütün insanlığa şamil olduğunu beyan eden muhkem nasslar vardır.

Doğru Yorum: Ehl-i Kitabın durumunu anlatan sadece Bakâra: 62, Mâide: 69. âyetleri midir? Öbür âyetler ve “cennet ya da cehennem ehl-i” olacaklarını bildiren âyetlerin bir icmâli olarak belirtir misiniz?

HÜSNÜ AKTAŞ: Ehli kitap hakkında olan ayetler yalnız ” Maide Suresi”ndeki 62. ve 69. ayetleri değildir. Bunların dışında pek çok ayet-i kerimeler vardır. Meselâ: Ali İmran: 19, 99 ve 186. Ayetleri, Bakara Suresi’nde yer alan 79, 101, 144, 145, 146. ayetler.. Nisa Suresi’nin 68 ve 69. Ayetleri gibi!..

Doğru Yorum: Selef-i Salihinin bütün bu meseleleri çözdüğüne inanıyor musunuz; yoksa günümüz bilgiçlerinin çözüm önerileri geçerli midir?

HÜSNÜ AKTAŞ: Peygamber Efendimizin (sav) vefatından sonra fakih sahabeler, ortaya çıkan yeni meseleleri-problemleri çözmek için, ellerinden gelen gayreti sarf etmişlerdir. Hz. Said b. Müseyyeb (ra)’den rivayet edildiğine göre; Hz. Ali’nin (ra) “hakkında nass bulunmayan konularda nasıl hüküm verebiliriz?” sualine, Resûl-i Ekrem (sav) şu cevabı vermiştir: “Mü’minlerden ilim ve takva sahibi olanları toplayıp, istişare ediniz. Bir kişinin reyine göre hükmetmeyiniz.”(11). Halife Hz. Ebû Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) döneminde, âmme hukuku ile ilgili ortaya çıkan meseleler, istişare yoluyla karara bağlanmıştır. Fakihler bu uygulamayı “şûrâ ictihadı” şeklinde ifade etmişlerdir. Bu ictihadları, ferdî hükümlerden daha kuvvetli saymışlardır. Dolayısıyla sahabe, tabiûn ve etba-ı tabiûn döneminde, şer’i delillerin keyfiyeti ortaya konulmuştur. Muhakkak ki, insanların zaruri olarak ihtiyaç duyacakları hükümlerin tamamı Kuran-ı Kerim’de mevcuttur. Ancak Kur’an-ı Kerim’de yer alan hükümleri; muhkem, mücmel, müteşabih, müfesser, nas, zahir ve benzeri kavramlarla ifade etmek mümkündür. ALLAH’ın (cc) indirdiği hükümleri dosdoğru tebliğ eden Peygamberimiz Efendimiz (sav), o hükümlerin keyfiyetini de açıklamıştır. Dolayısıyla her meselede sünnet’e müracaat etmek, muhkem bir usuldür. Zira sünnet, Kur’an- ı kerim’de yer alan ahkamı anlamak için, zaruri olan bir vasıtadır. Zaman içerisinde zuhur eden ve hükmü kitap ve sünnette bulunmayan meseleleri, diğer şer’i delilleri dikkate alarak çözmek, İslâm âlimlerinin vazifesidir.

Doğru Yorum: “İbrahimî Dinler” tanımı yerinde midir: A. İmran, Mâide ve Tevbe Sûreleri’ndeki uyarıcı âyetleri görmezden mi geliyorlar? İbrahim (s.a.) bütün Kitaplı dinlere eşit mesafede midir?

HÜSNÜ AKTAŞ: “İbrahimî dinler” tabirinden maksad; Hz. İbrahim’in soyundan gelen peygamberlerin (Hz. İsmail, Hz. İshak vb) tebliğ ettiği hakikatleri ifade etmek midir?. Eğer maksad bu ise ‘İbrahimî dinlerden değil, Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği dinden bahsetmemiz gerekir. Günümüzde hak ile batılı birbirine karıştıran zümrelerin, Hz. İbrahim’i (as) istismar ettiklerini söylemek mümkündür. Ancak bu yeni bir hadise değildir. Hz. Abdullah İbn-i Abbas (ra)’dan gelen rivayete göre; Medine’de Resûl-i Ekrem (sav)’in huzurunda, Necran Hristiyanları’ndan bir heyet ile Yahudi hahamları bir araya gelmişlerdir. Aralarında Hz. İbrahim (as) ile ilgili bir konuyu tartışırlar. Yahudilerin iddiası şudur: “–Hz. İbrahim (as) bizim dinimizdendir, yani Yahudi’dir.” Buna mukabil Hıristiyanların cevabı hazırdır: “Hayır!.. Bu iddianızı kesinlikle kabul edemeyiz. Çünkü Hz. İbrahim (as) bizim dinimizdendir.” Tartışma uzadıkça uzar. Bu hadise üzerine: “-Ey kitap ehli!.. Neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ancak ondan (İbrahim’den) sonra indirilmiştir. (Buna da) Aklınız ermiyor mu, düşünmüyor musunuz? Haydi (diyelim) siz biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden tartışıyorsunuz? ALLAH bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne bir Yahudi, ne de bir Hristiyandı. Fakat o dosdoğru bir Müslümandı. Müşriklerden de değildi” (Al-î İmran Sûresi: 65-67) ayetleri nazil olmuştur. Dikkat edilirse Hıristiyanlar ve Yahudiler, bilmedikleri konularda konuşmaya ve demogojiye meraklıdırlar. Hz.İbrahim (as) hakkında; kendi keyiflerine göre hüküm vermek ve O’nu kendi saflarında göstererek, propaganda yapma ihtiyacını hissederler. Demogoji hastalığın, sadece kitap ehline mahsus olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Sebebine gelince: Hz. Ebû Said-i Hudri (ra)’den rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav): “-Sizden öncekilerin yollarına karış karış ve arşın arşın mutlaka tabi olacaksınız. Hatta bir keler deliğine girseler, onların arkasından gideceksiniz” buyurmuştur. Sahabe’den bazıları: ” Ya ResûlALLAH!.. (Müslümanlar) Yahudilerle Hıristiyanlara mı tabi olacaklar” sualini sorarlar. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav) ” Ya kime (olacak)” buyurmuştur. Hadisden murad; Müslümanların ma’siyet (kötülük) hususunda geçmiş milletlere uyacaklarını beyandır. Bu şiddet karış, arşın ve keler kelimeleriyle ifade edilmiştir. İmam-ı Nevevi “-Bu ResûlALLAH’ın (sav) açık bir mucizesidir, haber verdiği gibi zuhur etmiştir’ diyerek, üzüntüsünü ifade etmiştir. Son yıllarda gündeme sokulan ‘İbrahim Dinler’ tabiri, hak ile batılı birbirine karıştıran ve demegoji hastalığına tutulanların kullandıkları bir tabirdir.

Doğru Yorum: “Kur’anın, Ehl-i Kitap hakkındaki âyetleri çok sert!..” diyor bir vâiz. Bu bize, Müsteşrik Dr. Dozy’nin tezini hatırlatmıyor mu: “Seyf âyetlerini yumuşatmalısınız, cihad çağı kapanmıştır!…”

HÜSNÜ AKTAŞ: Hidayet rehberi olan, hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’an-ı Kerim; sıradan bir kitap değil, kelâmullahtır. Dolayısıyla “Kur’an-ı Kerimdeki ehli kitap hakkındaki ifadeler çok serttir” yumuşatılması gerekir” şeklindeki ifade,(kim söylerse söylesin) kelâmullah’aın uslûbuna itirazdır ve başlı-başına bir zulümdür. Cihad, kıyamet gününe kadar devam edecek olan bir ibadettir. Muteber fıkıh kitaplarında “ALLAHû Teâla’nın (c.c.) dini için; can, mal, dil ve diğer vasıtalarla elden gelen güç ve gayreti sarfetmeye cihad denilir” tarifi esas alınmıştır. Peygamberimiz Efendimizin (s.a.v.) “Müşriklerle; malınızla, canınızla ve dilinizle cihad ediniz’ buyurduğu malûmdur. Dille yapılan cihad, tebliğ ve irşad faaliyetleridir. Cihad kelimesi (terim olarak); küffarla savaş sırasında gayret sarfetmek manasına kullanıldığı gibi, nefs-i emmarenin ihtirasları, şeytan ve şeytanın dostlarına karşı mücadele için de kullanılmıştır. Kıtal âyetlerinin yumuşatılması gerekir ifadesi de kelâmullaha yapılan bir itirazdır. Bahsettiğiniz vâiz efendinin, maksadını aşan bu ifadelerinden dolayı pişman olduğunu tahmin ediyorum. Düzeltmesinde fayda vardır.

Doğru Yorum: Dini sadeleştirme, kolaylaştırma, yaşanır hâle getirme gayretleri var mıdır, kimler, niçin girişirler buna?

HÜSNÜ AKTAŞ: ALLAH’ın (cc) razı olduğu ve kemale erdirdiği din olan islâm,öğrenilmesi ve yaşanması kolay olan bir dindir. Peygamberimiz Efendimizin (sav) ashabına hitaben “kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz” buyurduğu malûmdur. Zaman içerisinde; bid’at kavramı ile ifade edilen ve dinin aslından olmayan şeylerin, yani fesada sebeb olan unsurların, dine sokulmaya çalışıldığı malûmdur.. Elbette Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha gibi şer’i delillere mugayir olmayan unsurlar, bid’at hükmünde değildir. Dinde reform yapmaya çalışan ve aydınlanma felsefesinin etkisinde kalan bazı akademisyenlerin, militarist çevrelerin hoşuna gitmek için ‘Dini sadeleştirelim ve kolaylaştıralım’ gibi, keyfiyeti meçhul sloganları kullandıklarını söylemek mümkündür. Bu sloganların kullanıldığı dönemler, genellikle askeri darbelerin yapıldığı dönemlerdir.

 

Doğru Yorum: Hadis (Sünnet) hakkında da ileri-geri yazıp-çizenler çoğaldı. Bu arada Diyanet İşlerinin; Hadisleri yeniden tasnifinde; (kendi zu’munca) “Çağa uygun düşmeyen Hadisleri kaynaklarında bırakarak, atıl hâlde Ademe Mahkum etme” emeli seziyor musunuz? Çünkü merkum Dr. Dozy ve benzerleri bunu da teklif etmişti: “Buhari’den farklı metotla Hadisleri elerseniz, dininiz kolaylaşır!..” demişti. (Bakınız: Filibeli Risalesi)

HÜSNÜ AKTAŞ: Medyada ‘Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünneti çağımıza uydurmak için bazı ilahiyat profesörlerini görevlendirdiği’ haberi, 28 Şubat Süreci’nde ortaya atıldı. Bu haberde yer alan ‘Sünnetin çağa uydurulması’ gibi; zaman açısından imkansız ve keyfiyeti meçhul olan bir gayret söz konusudur.

Doğru Yorum: Tevrat ve İncil de Kur’an âyetlerine uyan metinler var mıdır, ne oranda ve ne ifade eder?..

HÜSNÜ AKTAŞ: Kur’an-ı Kerim’de, muharref olan Tevrat ve İncil’de zikredilen bazı itikadi ve ameli hükümlerin yer aldığını malûmdur. Meselâ: Tevrat’ta yer alan on emir, İsra Suresi’nde Müslümanlara hatırlatılmıştır. Bütün münzel kitaplarda, faiz haram kılındığı da malûmdur. Kur’an-ı Kerim’de yer alan ve inkar edilmesi farz kılınan tağut, İncil’de ‘mommon’ terimiyle ifade edilmiştir. Tevrat ve İncil’in tahrifi, kelimelerin yerlerinin değiştirilmesi yoluyla gerçekleştirildiği de haber verilmiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim’in inzalinden sonra, diğer münzel kitapların hükümlerinin nesh edildiği malûmdur.

Doğru Yorum: İcma-i Ümmeti kökünden yok saymanın hükmü nedir. İcma ile sabit hükümleri hiçe saymanın hükmü nedir?

HÜSNÜ AKTAŞ: Rasûl-i Ekrem’in (sav) vefatından sonra; ortaya çıkan yeni meselelerin hükmü üzerinde, bütün müctehid imamların ittifak etmelerine “İcma-i Ümmet” denilir. Bazı kaynaklarda; Ehl-i sünnet ve’l cemaat itikadına sahip olan kimselerin, “Ehl-i Sünnet ve’l İcma” şeklinde de ifade edildikleri malûmdur. İslâm âlimleri; icmâ-ı ümmetin delil olduğunu izah ederken, Kur’an-ı Kerim’de yer alan muhkem nasslardan istinbat ettikleri hükümleri açıklamışlardır. Meselâ: “Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygamberden ayrılıp, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yola döndürürüz. (fakat ahirette) Kendisini cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir yerdir”(En Nisa Sûresi: 115) Bu ayet-i kerime’de, icma-ı Ümmeti inkâr edenlerin cezaları haber verilmiştir. İmam-ı Zemahşeri’nin tesbiti şudur:”Bu ayet, icma-ı ümmet’in delil olduğunun işaretidir. Zira ALLAH’a (cc) ve O’nun Rasûlü’ne (sav) muhalefet ile mü’minlerin yolunun dışında bir yol tutmak, aynı mahiyette sayılmıştır. Cezalarını da eşit tutmuştur.” Sünneti reddetmek ile icma-ı ümmeti inkâr etmek arasında bir fark yoktur.

Doğru Yorum: T.Diyanet işleri Başkanlığının neşriyatından: “İslâm Dinin Temel Kaynakları” adıyla bir yapıt var. (İ.L.Ö.P amblemlidir) Burada İslâmın temel kaynakları şöyle sıralanmış: Kitap (Kur’an), Sünnet, İçtihad.
a) İcma-i Ümmet’e ne oldu? (Bak. Nisâ: 115- 127-176)
b) İçtihad dinin temel kaynağı mıdır?
c) Bundan “Kıyas” kastediliyorsa, neden dördüncül değil?
d) Fetva kastediliyorsa Fetva ALLAH’a aittir. (Nisâ: 176)

HÜSNÜ AKTAŞ: Sualinize cevap vermeden önce, bir değişime işaret etmekte fayda vardır. 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ‘mezhepler üstü’ olmasını savunan çevrelere, önemli imkanlar sağlanmıştır. Bahsettiğiniz “İslâm Dini’nin temel kaynakları” isimli eserde İslâmî kaynaklar sayılırken: Kitap, Sünnet ve ictihad’ın zikredilmesi, buna mukabil icma-i ümmete yer verilmemesi, zinde güçlerin sözcüleri tarafından Diyanet’e vurulan ‘Ehl-i Sünnet ve Hanefi’ damgasından kurtulma gayretinin bir ifadesidir Elbette ictihad, İslâm’ın temel kaynağı değil, hüküm istinbat etme usulüdür. Buna mukabil ‘İcma-ı Ümmet’; tıpkı sünnet gibi, muhkem bir delildir.

Doğru Yorum: TDV nin neşrettiği “İlm-i Hâl” kitabının II. Cildinde (Mâide sûresinin 5. âyeti)’nden yola çıkarak Müslime kadının (Kitap Ehl-i) Gayri müslimle evlenmesinin câiz olduğu yazılmış. Aynı kurumun neşrettiği (Kur’an Yolunda) Adlı tefsirde ise, “İcma-ı ümmet vardır ki; kesin haramdır deniyor. Bu çelişki ne anlatır? Câiz mi; haram mı ağır basar? Aynı tefsirde “Mut’a” bugün zarurettir, diyor. Ne dersiniz?

HÜSNÜ AKTAŞ: Türkiye Diyanet Vakfı’nın hazırlamış olduğu ilmihal kitabının II. cildinde Maide Suresi’nin beşinci ayetinden yola çıkarak ‘Müslüman bir kadının, gayrimüslim bir erkekle evlenmesinin caiz olduğunu’, yine aynı kurumun “Kur’an yolunda” adlı tefsirinde ‘bu hükmün icma ile haram olduğu’ ifade edilmiş!.. Sualinizde ‘bunlardan hangisine inanacağız?’ diyorsunuz. Muhkem nassla sabit olan bir hakikatin, şu veya bu gerekçeyle (hikmet, zaman unsuru, maslahat vs.) değiştirilmesi caiz değildir. Bütün usûl alimleri ‘Mevrid-i nass’da ictihada mesağ yoktur’ hükmünde ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla ‘Müslüman kadının gayrimüslim bir erkekle evlenmesinin caiz olduğunu’ iddia etmek; kitap, sünnet ve icma-ı ümmete muhalefete sebeb olan bir felâkettir. Kitabın yazarı tarafı tarafından savunulan ‘çocukları gayrimüslim olur endişesi vardır. Yasaklanmasının illeti budur’ gerekçesi, kıyasa da uygun değildir. Çünkü bir şeyi diğer bir şeye kıyas ederken, dikkat edilmesi zaruri olan bazı unsurlar vardır. Kıyas edilen unsurdaki bütün illetlerin aynısının, kıyas yapılanda da bulunması zaruridir. Hâlbuki bu meselede; bir değil, birden fazla illetin bir arada bulunması mümkündür. Müllefin ortaya koyduğu gerekçe illeti değil, maslahat-ı mürsele ile sınırlı bir endişeyi ifade edebilir. Yani yasaklanmasının sebebi sadece çocuklarının küfre düşme tehlikesi değildir. Gayr-i müslimle evlenen Müslüman kadının, bizzat kendisinin dinini değiştirmesi tehlikesi vardır. Aynı eserde: “Bu gün mut’a nikâhı zarurettir,” gibi, batıl bir iddianın ortaya atıldığını ifade ediyorsunuz.. ALLAH’ın (c.c.) helal kıldığı nikâhı bir tarafa bırakmanın ve ‘mut’a’ fesadını savunmanın meşrû bir gerekçesi olabilir mi? Mut’a fesadı, sadece bazı Şiî fırkalarının içine düştükleri bir felâkettir.

Doğru Yorum Dergisi

GRUBA KATIL