Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele’nin başlangıcında, halife ve sultanı övüyor, Hilâfet ve Saltanat makamını koruyup kollayacağını defalarca ifade ederek âyet ve hadisli beyannameler yayınlatıyordu. Öyle ki: “Hilâfet ve Saltanat makamının kurtarılmasında muvaffak olduktan sonra Padişahımız ve İslâmların halifesi olan efendimiz, her nevi baskı ve zordan uzak ve tamamıyla hür ve müstakil olarak kendini milletinin sadık kucağında gördüğü gün, yüksek meclisimizin tanzim edeceği kanunî esaslar içinde üstün ve saygı değer yerlerini alırlar”[1] diyerek Padişah ve Halifenin gelecekteki konumunu belirtiyordu. Bu konuda Samet Ağaoğlu’nun verdiği bilgiler kayda değer niteliktedir. Ağaoğlu, o günleri şöyle anlatıyor: “Meclis’te aynı gece yapılan toplantılarda ve diğer gündemlerde ‘Halife’ ve ‘Padişahımız’ terimleri dillerden düşmüyordu. Bir meclis görüşmesinde şu ifadelere yer veriliyordu: “Saltanat makamı aynı zamanda Hilâfet makamı olmak itibarıyla Padişahımız, İslâm Topluluğu’nun da reisidir. Mücadelemizin birinci gayesi ise “Saltanat ve Hilâfet” makamlarının birbirinden ayrılmasını hedef tutan düşmanlarımıza millî iradenin buna müsait olmadığını göstermek ve mukaddes makamları yabancı esirliğinden kurtararak yüksek emir makamının salâhiyetini düşmanın tehdit ve zorlamalarından kurtarmaktır.”[2]
Mustafa Kemal, Samsun’a ulaştığı andan itibaren Padişah’a birçok telgraf çekmiş ve birçok beyanname yayınlamıştır. Hem telgraflarda ve hem de beyannamelerde daima Padişah’a bağlılığını bildirmiş ve mücadelelerinin hedefini, Hilafet merkezini işgal altında kurtarmak olduğunu belirtmiştir. Hatta 9. Ordu Müfettişliği görevinden alındıktan sonra bile bu hedeflerinin değişmediğini birçok kez belirtmiştir. Nitekim Mustafa Kemal, ‘kulları Mustafa Kemal’ imzasıyla Padişaha 8 Temmuz 1919’da çektiği telgrafta “… Yüksek saltanat ve Hilafet makamıyla soylu milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, bu hususta teminat veririm. Askerlik mesleğinden istifa ettiğimi Harbiye Nezareti’ne bildirdim. Yüce zatlarının sıhhat ve afiyette bulunmasına dua eder ve her türlü afetlerden korunmanızı Cenab-ı Hak’dan niyaz ettiğimi”[3] diye hilafet ve saltanatı koruyacağını ve bağlılığını devam ettireceğini belirtiyordu. Yine Lord Kınross, Mustafa Kemal Sivas’a geldiğinde ‘Mustafa Kemal’e ayrı bir masa verilmiş, arkasındaki duvara da üzerinde ‘Padişahım çok yaşa’ yazılı bir halı asılmıştı. (…) Mustafa Kemal, kendisini hala hilafet adına hareket ediyor gibi göstermek zorundaydı. Bu yüzden murahhaslar, Kur’an’a el basarak aşağıdaki şekilde yemin ediyorlardı: ‘Yurdumun ve milletimin kurtulup barışa kavuşması dışında herhangi bir kişisel hırs ya da çıkar peşinde koşmayacağıma, İttihat ve Terakki Fırkasını tekrar canlandırmaya kalkışmayacağıma, hiçbir siyasi partinin çıkarına hizmet etmeyeceğime Tanrının adı üzerine yemin ederim.’[4]
Ayrıca ‘Milli Mücadeleyi başlatan, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin ortaya çıkardığı ruh ve 4 Eylül 1919’da Sivas’ta akdolunan kongrenin zorunlu bir sonucu olarak gerçekleşen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (A-RMHC)’nin ana gayesi; “… Her ne şekil ve suretle olursa olsun düşmanların “Hâkimiyeti Osmaniye” ve “Hukuku İslamiyeyi” ve mevcudiyeti milliyemizi muhil (ihlal eden, bozan) bir vaziyet almalarına kat’iyyen müsaade edilmeyecektir” diyordu. Yine Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin gayemiz nizamnamesinde saltanatın ve hilafetin korunacağını ve yaşatılacağına dair özel bölüm açılmıştı. Söz konusu nizamnamede aynen şöyle deniliyordu: “Hükümet-i Osmaniye’nin tehlike-i inhilaline (dağılma, çözülme, parçalanma) karşı Hilafeti İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin bekası esas maksadı teşkil ettiği cihetle müttehiden müdafaa ve mukavemet esası kabul edilmiştir.” (…) Ayrıca “Büyük Millet Meclisi, heyet-i umumiyesiyle, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin siyasi bir grubu mahiyetinde idi. Meclis Heyet-i umumiyesinin umde-i esasiyesini, A-RMHC’nin umde-i esasiyesi teşkil ediyordu ki, “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek, Allah’ın adıyla başlayan A-RMHC nizamnamesi çok açık bir şekilde “Hilafet-i İslamiye ve Saltanat-ı Osmaniye’nin bekası” ifadesini “umde-i esasiye” adı altında zikretmişti.[5]
Mustafa Kemal, bu anlayışta çalışmalarına devam ederken, İstanbul’da bulunan işgal güçleri de baskılarını İstanbul Hükümeti üzerinde arttırıyorlardı. Aslında bu baskılar, Mustafa Kemal’in Anadolu halkı nezdindeki konumunu daha da yükseltiyor ve kurtarıcı konumuna getiriyordu. İşte bu süreçte, belki de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurulmasına yarayacak ilk adım yine işgalcilerin baskısıyla İstanbul hükümeti alıyor. Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’nin 10 Nisan 1920’de yayınladığı fetva, bu türden bir fetvadır. Bu fetvada Kuva-yı Milliye mensuplarının kâfir, öldürülmelerinin farz, çarpışmanın vacip, kitle halinde öldürülmelerinin meşru, bunlara karşı çarpışmanın vacip, çarpışmadan kaçmanın günah, Kuva-yı Milliyeciler’i öldürenlerin de gazi olacağı söyleniyordu. İmparatorluk, Birinci Dünya Savaşı’na girdiği sırada çıkartılan fetva, nasıl Alman imalatı ise Ankara’ya karşı verilen bu fetva da İngiliz imalatıydı… Aslında bu fetva, ileride de görüleceği gibi Ankara’nın işine gelmiş ve elini güçlendirmişti. Zaten hemen bu fetvaya karşı Anadolu’da, 16 Nisan günü başta Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rıfat Efendi’yle (sonraları Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi) 81’i il ve ilçe müftüsü, üçü (s.158) kadı, onu ulemadan milletvekili ve 52’si de müderris olmak üzere 147 kişinin imzasını taşıyan bir karşı fetvayla cevap verildi. Bu cevapta; “Düşmana karşı elden gelen gayretin gösterilmesinin farz, bu mücadelede can verenlerin şehid, hayatta kalanların gazi olacakları” belirtilerek Anadolu’nun Müslüman halkı Milli Mücadeleye teşvik edilmekteydi. Bu karşı fetva etkili de olmuştu. Çünkü bu fetvanın altında imzası bulunanlar, Anadolu’da sevilen, sayılan ve güvenilen din adamları idi.
Dürrizade’nin bu fetvasına rağmen, Anadolu hareketinin maksadının esir padişahı kurtarmak olduğunu o sıralarda ısrarla vurgulayan Mustafa Kemal Paşa, iki hafta sonra bu fetva hakkında “Zat-ı Şahanenin ağzından işitsem, bunun zorlayarak ve tazyik altında olduğuna hükmederim” diyecekti.[6]
Mustafa Kemal, her defasında amaçlarının hilafetin ve saltanatın kurtarılması olduğunu açıklamıştır. Hatta Ankara Meclisi olarak kendilerinin bir yerde İstanbul’dakinin devamı ve hukuki varisi saymakta; sadece Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa değil, Başkanlık Divanı da Anadolu’daki hareketin esir padişahı kurtarmak için yapıldığını söylemekteydi. Divan adına 27 Nisan günü saraya çekilen telgrafta “Tahtınız etrafında her zamankinden daha sıkı bir bağla bağlanmış bulunuyoruz. İstanbul’da düşman askerleri bulundukça, öz vatanın toprakları üzerinde düşman ayakları çekilmedikçe savaşmaya devam edeceğiz” deniyor; gazeteler, telgrafı “Halife-i zişanımız efendimize milletin sadakati” başlığıyla veriyorlardı…
İslâm dinini inkâr ya da geçmişe düşmanlık, bu güçlerce Millî Mücadele süresince hiç gündeme getirilmemiştir. Tam tersine halkı yanlarına almak ve Millî Mücadele’ye dâhil edebilmek için bütün faaliyetlerde bir taraftan sürekli dinî/İslâmî motif ve duygular kullanılmış, diğer taraftan da Millî Mücadele’nin asıl amacının Padişahlık ve Hilâfet’i kurtarmak olduğu söylenmiştir. Zaten böyle bir hedef belirlenmemiş olsaydı, Milli Mücadele’nin başarılı olması mümkün olmazdı. Hele hele Şeriat’ı kaldırıp Cumhuriyet’i kuracaklarını, din ve devlet işlerini birbirinden ayıracaklarını, medreseleri kapatacaklarını, Padişahlık ve Halifeliği kaldırarak Osmanoğulları’nı yurt dışına sürgün edeceklerini… gündeme getirselerdi ya da böyle bir şey yapılacağı sezilseydi, Mustafa Kemal ve arkadaşları hemen öldürülür ve hain ilan edilirdi.[7]
Ancak gücü yavaş yavaş eline geçirmeye başladığında Padişahın yetkilerini ele geçirerek ‘tek adam’ olmaya, yetkilerine hiç kimsenin ortak olmaması için çeşitli ve yol ve yöntemler denemeye başlamıştır. Meclis’in ilanı, kendisinin Meclis başkanı seçilmesi, 1921 Anayasası’nın yürürlüğe konması, bu amacını gerçekleştirmeye yetmemekteydi. Sıra, bütün konuşmalarında koruyacağına ve bağlı olduğunu defalarca bildirmesine rağmen saltanata gelmişti. Mustafa Kemal gücü ele geçirmesine paralel olarak konuşmaları değişmiş, hilafet ve saltanata yönelik daha önce takınmadığı tavrı takınmaya başlamıştır. Dolayısıyla birçok milletvekilinde şüpheler uyandırmış, “ne oluyoruz, nereye gidiyoruz” türünden sorular sormaya başlamışlardır. Bunlardan birisi de Rauf Orbay’dır. Rauf Bey başta olmak üzere Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından bir kısmı, Mustafa Kemal’in hilafet ve saltanatı kaldıracağından şüphelenmekte idiler. Bu duruma Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam isimli üç cildlik kitabının 1922–1923 yılları arasını anlattığı üçüncü cildinde, şöyle dikkat çeker:
“Hilafet ve Saltanat hakkındaki bu kaygı bir gün, bizzat Başvekil Rauf Bey (Orbay), Refet Paşa ve Ali Fuat Cebesoy gibi Gazi’nin bazı yakın arkadaşları tarafından da açığa vurulmuştu. Tam tarihi verilmemiş olmakla beraber, 10–13 Ekim 1922 tarihine rastlayan günlerde cereyan eden bu sahne, devrin yukarıda işaret ettiğimiz halini aksettiren ilgi çekici gerçekleri ortaya koyuyordu. Olayı, Mustafa Kemal şöyle dile getirir:
“Rauf Bey, bir gün Meclisteki odama gelerek, benimle bazı mühim hususlara ait görüşmek istediğini ve akşam Refet Paşa’nın evine (Keçiören’de) gidersem daha güzel konuşabileceğimizi söyledi. Rauf Bey’in teklifini kabul ettim. Ali Fuat Paşa’nın bulunması için de izin istedi. Onu da münasip gördüm. Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplandık. Rauf Bey’den dinlediklerimin hulasası şuydu:
“Meclis, saltanat makamının ve belki de hilafetin ortadan kaldırılması endişesi ile müteezzidir (azap ve sıkıntı içindedir). Sizden ve sizin gelecekte alacağınız vaziyetten şüphe etmektedir. Bu sebeple Meclisi ve dolayısıyla milletin umumi efkârını tatmin etmeniz lüzumuna inanıyorum.”
Rauf Bey’den saltanat ve hilafet hakkındaki kanaat ve mütalaasının ne olduğunu sordum. Verdiği cevapla şu açıklamada bulundu:
“Ben, saltanat ve hilafet makamına vicdanen ve hissen bağlıyım. Çünkü benim babam, padişahın nimeti ve ekmeği ile yetişmiş. Osmanlı devletinin ricali (büyükleri) arasına girmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerreleri vardır. Ben nankör değilim. Padişaha sadakatımı muhafaza etmek borcumdur. Halifeye bağlılığım ise terbiyem icabıdır…
Umumi mütalaam da vardır: Bizde umumi vaziyeti tutmak güçtür. Bunu, ancak herkesin erişemeyeceği kadar yüksek görülmeye alışılmış bir makam temin edebilir. O da saltanat ve hilafet makamıdır. Bu makamı kaldırmak, lağvetmek, onun yerine başka bir mahiyette bir varlık yerleştirilmesine çalışmak, felaket ve hüsranı mucip olur. Asla caiz değildir.”
Rauf Bey’den sonra, karşımda oturan Refet Paşa’ya fikrini sordum. Refet Paşa’nın cevabı şu idi:
“Tamamen Rauf Bey’in fikir ve mütalaalarına iştirak ederim. Bizde Padişahlıktan ve halifelikten başka bir idare şekli, hakikaten mevzubahis (söz konusu) olamaz.”
Ondan sonra Ali Fuat Paşa’nın fikrini öğrenmek istedim. Paşa yeni Moskova’dan döndüğünü, umumi vaziyeti, fikir ve duyguları kâfi derecede tetkike vakit bulamadığını bildirerek, görüşülen mesele hakkında kesin bir fikir ve kanaat ifadesinde mazur olduğunu söyledi. Ancak makam-ı hilafetin kaldırılmasına göz yummayacağı ve rızasının olmadığı her halinden belli idi. Ben muhataplarıma kısaca şu cevabı verdim:
“Bahis konusu mesele, bugünün meselesi değildir. Mecliste bazılarının telaş ve heyecanına da yer yoktur.”[8]
Mustafa Kemal, Başvekil Rauf Orbay ve yanındaki arkadaşlarına açıkça; “Tereddüde mahal yoktur, telaş ve heyecana kapılmaya da gerek yoktur. Hilafet ve Saltanatın kaldırılması söz konusu değildir” demeye getirmişti.
Böyle olduğu için Rauf Orbay ve arkadaşları alınan cevaba çok sevinmişler ve Mustafa Kemal’in kendilerine söylediklerini Meclis’te de aynen tekrar etmişlerdi. Rauf Orbay ve arkadaşlarının arzuları, Mustafa Kemal’in saltanat ve hilafeti kaldırmayacağına dair sözlerinin meclisteki arkadaşları tarafından da bilinmesiydi.[9]
Mustafa Kemal, Rauf Orbay ve arkadaşlarını bu şekilde en azından şimdilik ikna ettikten sonra yeni bir olayla karşılaşmıştır. Erzurum Mebusu Hoca Raif Efendi’nin bir Cemiyet kurduğu ve kendisini zımnen de olsa muhatap olarak alarak bir beyanname yayınlamıştır. Mustafa Kemal, bu beyannameyi okuyunca çok sinirlenir ve Hoca Raif Efendi’nin yeni kurduğu cemiyetle ilgili olarak kanaatlerini şu şekilde dile getirir; “Hoca Raif Efendi ve arkadaşları, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Heyet-i Merkeziyesinin unvanını tadil etti. Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti, dedi. Mevcut Cemiyet Esasatının başına da hilafet ve saltanat makamının ve şekl-i devletin temin-i mahfuziyetine müteallik birtakım ilavelerde de bulunmuş, bu teşebbüsünü diğer vilayetlere, bilhassa şark vilayetlerine de birtakım beyannameler göndererek teşmile kalkmıştır. Ben, bundan haberdar olur olmaz, Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’nın nazar-ı dikkatini celbettim. Hoca Raif Efendi’yi ve arkadaşlarını ikaz ve bu nevi teşebbüsattan sarf-ı nazar ettirmesini rica ettim…”[10]
Bu ikaz üzerine Sarıkamış’ta bulunan Kazım Karabekir Paşa ile Erzurum’da bulunan Hoca Raif Efendi arasında, bazı diyaloglar cereyan eder. Raif Hoca, bizzat Kazım Karabekir Paşa’nın karargâhına giderek orada “muhafaza-i mukaddesat” isminin kullanılışındaki esbabı izah eder. Kadı Raif Efendi, “maksat, hukuk-ı hilafet ve padişahiyi muhafaza etmek ve memleket ve âlem-i İslam’ın hayat-ı hazıra ve müstakbelesi için azim teşettüt (ayrılma, dağılma, çatallaşma) ve mahzurları davet eden cumhuriyet şeklinden kat’iyyen sakınmaktır.” Hoca, “Büyük Millet Meclisinde teşekkül eden Müdafaa-i Hukuk Grubu maksadının hilafet ve saltanat şeklinin cumhuriyete inkılâbını istihdaf (hedef alma, gaye edinme) eylediği mahsustur” mutaleasında bulunduktan sonra, bu gibi teşebbüsatı muta tanımamakta, mazur olduklarını bildirmiş.[11] Ayrıca Raif Efendi Kazım Karabekir’e Mustafa Kemal’den gerçekten Saltanat ve hilafeti kaldırıp, kaldırmayacağını özel olarak sormasını ister.
Kazım Karabekir Paşa, bu bilgiyi veren 11 Temmuz 1921 günlü kapalı telinde, kendisi de, ileri sürdüğü düşünceler arasında diyordu ki: “Hükümet biçimine ilişkin ilkelerin, Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen Anayasa’da saptanmış olduğu görülüyor. Oysa ben, bu yasa içeriğinin olsa olsa bir parti programı olarak kalmasını, yürütülmesinde ortaya çıkacağını kestirdiğim güçlükler dolayısıyla, daha yararlı buluyorum. Bu görüşümü, çok iyi tanıyabildiğim bölgemdeki düşünce ve duygulara göre kısaca açıklamak isterim. Meclis’te Anayasa’yı desteklemek amacıyla kurulan gruba girmiş kişilerin çoğu, yeni bir yönetim devriminde ülkenin alınyazısına etken olmak isteğinde görünenlerdi. Halk arasında ancak küçük bir grup, yeni örgüt kurma görüşünü benimser. Milletvekillerinin Anayasa değişikliğinden yana olmaları ancak kişisel görüşleri olabilir. Devlet biçiminde böyle büyük ve tarihsel değişiklik yapmaya girişirken, ülkenin alınyazısından sorumlu ve ortak olan asker ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaai Hukuk Merkezlerinin düşünceleri, gereği gibi alındıktan ve olağanüstü bir mecliste incelendikten sonra bir karar alınması gerekir, kanısındayım.”[12]
Kazım Karabekir’in yazısına Mustafa Kemal’in gönderdiği uzun cevabı özetle şöyleydi:
“… Teşkilat-ı esasiye Kanunu, bütün fürüat-ı idariyeyi ve Türkiye Hükümetinin vaz-ı hukukisini ihtiva eden mufassal ve tam bir kanun olmayıp, memleketin teşkilat-ı mülkiye ve idariyesinde icabat-ı zamanın istilzam eylediği halkçılık esasını ifade eden bir düsturdan ibarettir. Yoksa bu kanunda açıkça “Cumhuriyet”; ifade eden bir şey yoktur. Raif Efendi’nin saltanat şeklinin cumhuriyetçiliğe dönüştürüleceğinin sezildiği yolundaki düşünceleri birer fikr-i vehimdir.
Hilafet ve Saltanat meselesi, birer mesele-i esasiye olarak zaten mevcut değildir. Türkiye’nin başında Halife-i İslâm olacak ve bir hükümdar Sultan bulunacaktır. Mevzubahis olunan mes’ele, hükümdarın hukuku olup, tayin ve tahdidi için son birkaç asrın tecrübe ve devlet mefhumundaki millet hukukunun manay-ı hakikisi amil olmalıdır. Bu esas üzerinde henüz tesbit edilmiş kat’i bir düsturumuz yoktur.”[13]
Hatta 18 Eylül 1921 tarihli toplantıda hükümetin Mustafa Kemal imzalı beyannamesinde içtimaî, idarî, siyasî ve askerî teşkilat hakkındaki program meclise sunulurken maksat ve meslek kısmında şu husus dikkat çekiyordu: “Türkiye Büyük Millet Meclisi, millî hudut içinde hayat ve istiklâlini temin ve Hilâfet ve Saltanat makamını kurtarmak yemini ile teşekkül eylemiştir.”[14]
Sakarya Meydan Muharebesi ve sonrasında Mudanya Mütarekesinin gerçekleştirilmiş olması Mustafa Kemal’in elini daha da güçlendirmişti. Artık İstanbul’a karşı isteklerini daha cesaretle ve yüksek sesle gündeme getirebilirdi. Bu amaçla Refet Paşa’yı İstanbul’a gönderdi. Refet Paşa, 19 Ekim günü İstanbul’a vardı. Refet Paşa, İstanbul’a gelişinin ertesi günü Tevfik Paşa Hükümeti’nin Hariciye Nazırı olan eski sadrazam İzzet Paşa’yı ziyaret etti. Ziyaret resmi değil, hususi olarak yapılıyordu. Refet Paşa ismi İstanbul’da olduğu kadar Ankara’da da itibar görmekte olan bu eski kumandanına, Ankara’nın gelecekle ilgili planlarını altı madde halinde sıraladı:
- Ankara’yla İstanbul arasındaki ikilik kaldırılacak ama bu yapılırken Ankara’nın büyük mücadelelerle elde etmiş olduğu serbestliğe sınırlama getirilemeyecekti.
- Saltanat ve milli hâkimiyetten vazgeçilmeyecekti. Milli saltanat kavramı, cumhuriyet anlamına gelmemekteydi. Halife Hazretleri, hilafet makamında Avrupa’daki meşruti hükümdarların sahip olduğu hukuk ve salahiyetle oturmaya devam edecekti.
- Fakat arada bir fark bulunacaktı: Hükümet başkanı diğer meşruti idarelerde olduğu gibi hükümdar tarafından seçilip atanmayacaktı: Hükümet başkanıyla mesai arkadaşlarını Meclis seçecekti ve Ankara bu esastan hiçbir şekilde vazgeçmemek konusunda kararlıydı. (…)
- Padişah, bu esaslar çerçevesinde bir beyanname yayınlayacak ve Ankara Meclisi’nin varlığını tasdik edecekti.
- İkilik ortadan kaldırıldığı takdirde İstanbul Hükümeti’nin mevcudiyeti de gereksiz olacağı için Sadrazam istifa edecek, yerine bir başka hükümet kurulmayacak ve İstanbul, Milli Hükümet’in bir valisi tarafından idare edilecekti.
- Milli Meclis geçici değildi, daimî olarak kalacaktı.[15]
Mustafa Kemal’in istediği beyanname yayınlanmadı. Refet Paşa, daha sonra Padişah’la görüşmek istedi. Bu görüşmede, 3–4 saat süren konuşmalar tutanağa geçirilmediği için, ne konuşulduğu bilinmiyordu. Ancak, Padişah’ın ifadesinden anlaşılan şu: Refet Paşa, Hariciye nazırı İzzet Paşa’ya sıraladığı maddelerin yerine getirilmesini Vahideddin’den de istemişti.
Vahideddin, Refet Paşa’nın İstanbul’a gelişinden sonraki hadiseleri ve Yıldız’daki görüşmeyi anlatırken şöyle diyor:
“… Bilindiği gibi zaferden sonra Refet, büyük bir haşmetle İstanbul’a geldi. Koca Tevfik Paşa hükümeti de mevkiini tereddüt etmeden o küçük adama terk ederek taahhüdünü yerine getirdi.
Meydanı serbest bulan Refet de sesi kısılıncaya kadar söyledi, söylendi. Söylediklerini belki siz de bizzat işittiniz. Gazeteler yazdı. Duymayan yahut duyamayan kalmadı. Bilinen deyimiyle, sağır sultan da duydu.
Bu başarılar, bu nutuklar neyi hedefliyordu? Malum, Kanun-i Esasi yerine Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun tatbiki, -Meşrutiyet yerine Cumhuriyet’in tesisi-.
Bu sırada Tevfik Paşa hükümetinin askıda bıraktığı hilafet ve saltanat makamı da geleceği bekliyordu. Derken bir gün Refet, Saraya müracaatla bizden mülakat istedi. Vakit ve zaman tayin ettik. Geldi. Fikrini söyledi. Dinledim. Bu ufak-tefek adam büyük emeller arkasında saklanarak ve hakiki maksadını da gizleyerek bana korunmasına hepimizin yemin ettiğimiz Kanun-i Esasi ile belirlenmiş meşruti hükümdarlık yerine daraltılıp sınırlanmış, sanki aslı esası olmayan ve sakat bir hilafeti kabul edersem şahsımı ve vaziyetimi kurtaracağını ve bir telgraf ile de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu ve Ankara Hükümeti’ni tanıyacak olursam Mustafa Kemal’i… ikna edebileceğini söyledi.
Cevap olarak o gün için üzerinde düşünülüp tartışılmaya muhtaç bir teklif olduğunu söylemekle yetindim. Ertesi gün gazetelerde Mustafa Kemal’in şahsımız ve hanedanımız aleyhindeki ağır sözlerini görünce benim de karar verecek zamanım geldi.
Vahideddin’in görüşmenin öncesi ve sonrasıyla ilgili olarak yazdıkları böyle. Bunların yanında bir de dört saatlik tartışmada dışarıya sızanlar ve Refet Paşa’nın yakın çevresine anlattıkları var.
Paşa, görüşmede “Sarayın kapılarını kapattırınız, kimseyi içeriye almayınız. Münasebetsiz âdemler gelir, söz olur. Zat-ı Şahaneniz yalnız selamlık resmini icra için cami-i şerife çıkınız, başka bir yere gitmeyiniz” demiş olmasına rağmen hükümdarı ürkütmek için elinden geleni yapmıştı. Sarayı “Çekilmezlerse ipe giderler” diye tehdit ettiği söylenirken Vahideddin’in karşısındaki tavrını seneler sonra “Padişahın önünde ayak ayaküstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise papucum burnuna değecekti” diye nakledecekti. Ama görüşmenin en önemli tarafı, hükümdarı İstanbul’dan ayrılması için iknaya çalışmasıydı. Vahideddin’e “Memleketten gidin” dediğini, bu gidişin geçici olacağını ve bir müddet sonra ortalık yatışınca dönebileceğini söylediğini de dostlarına anlatacaktı.[16]
Mustafa Kemal, Padişah Vahideddin ile ilgili en ağır hakaretleri yapar hale gelmişti. Oysa daha kısa bir süre öncesine kadar “Millet-i Osmaniye’nin en ali ve muhterem mümessil-i hakikisi olan zat-ı şevketsimat-ı hazret-i şehriyari” veya “Bütün âlem-i İslam’ın perestişkarane merbut olduğu halifemiz ve ecdad-ı kiramımızın bize en kıymetli yadigarı olan padişahımız” gibi ifadelerle söz eden Mustafa Kemal Paşa, kürsüde artık başka türlü ve açık konuşuyordu:
“… Osmanoğulları’nın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahideddin’in saltanat devrinde, Türk Milleti en derin esaret çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce senelerden beri istiklal kavramının asil timsali olan Türk milleti, bir tekme ile bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor. Fakat bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, şuursuz, idraksiz bir hain lazımdı. Nasıl ki kanunen idamı lazım gelenlerin bile ipini çekmek için kalp ve vicdanı insan yüceliğinden soyutlanmış bir mahlûk aranır, idam hükmünü verenlerin böyle adi bir vasıtaya ihtiyaçları vardır. O kim olabilirdi?
Türkiye Devleti’nin istiklaline son veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini imha eden, Türkiye’nin idam kararını ayağa kalkarak bütün endamıyla kabul etmek istidadında kim olabilirdi?
Maateessüf, bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahideddin… Vahideddin, bu alçakça hareketiyle yalnız kendinin layık olduğu bir muameleyi kabul etmiş olmaktan başka hiçbir şey yapmış olmadı.”[17] (Devam edecek…)
Ali KAÇAR
[1] Samet Ağaoğlu, Kuvâ-yı Milliye Ruhu, s. 58.
[2] Samet Ağaoğlu, Kuvâ-yı Milliye Ruhu, s. 59.
[3] Murat Bardakçı, Şahbaba, 5.bsk. Şubat 1999, s.146; Mevlânzâde Rıfat, Türkiye İnkılabının İçyüzü, Pınar Yayınları, 2.bsk. Ekim 2000, İstanbul, s.230
[4] Atatürk, Bir Milletin yeniden Doğuşu, Sander Kitabevi, 1966, İstanbul, s.293,294
[5] H. Hüseyin Ceylan, Din Devlet İlişkileri, s.34
[6] Bardakçı, age. s.157-158
[7] Yılmaz Altıparmak, İslâmiyet Açısından Atatürk ve İnkılâplar, 2. Baskı, Timaş Yayınevi, İstanbul 1993, s. 48–49.
[8] Nutuk, Söylev, c.2 s.910–912 TTK Basımevi, Ank.1987; ayrıca bkz; Ş. S. Aydemir, Tek Adam, c.3, 3. bsk. 1969, İstanbul s.50–51; Naşit Hakkı Uluğ, age. s.62-63
[9] H. Hüseyin Ceylan, Din Devlet İlişkileri, s.33
[10] Nutuk, Söylev, TTK Basımevi, Ank.1999, 4.bsk. c.2, s.798
[11] Nutuk ve Söylev, TTK Basımevi, Ank.1999, 4.bsk. c.2 s.798
[12] Nutuk ve Söylev, TTK Basımevi, Ank.1999, 4.bsk. c.2 s.799
[13] Nutuk ve Söylev, TTK Basımevi, Ank.1999, 4.bsk. c.2 s.800, 802
[14] M. Taşyürek, Kemalist Laikliğin Temelleri, İhtar Yayınları, s. 195-196.
[15] Bardakçı, age. s.227-228
[16] Bardakçı, age. s.230-231
[17] Bardakçı, age. s.23-233