-Yusuf Bin Yakub Bin İshak Bin İbrahim (as)-
10. Hayat Akışına Müşavere Pusulası
İnsan, yalnız geldiği ve yalnız terk edeceği bu dünyada, ihtiyaçlarını tek başına göremeyecek kadar aciz, bir o kadar da muhtaç bir varlıktır. İnsanın açlık, susuzluk, barınma, giyim gibi maddi ihtiyaçları olduğu kadar; sevgi, mutluluk, güven gibi soyut ihtiyaçları da vardır. Malumdur ki karmaşık yapıya sahip insanın, sadece bu tür ihtiyaçlarının giderilmesi, ona kâfi gelmeyecektir. İlahi hikmet gereği; hayatı boyunca dünya, ona; o, bu dünyaya müşküller aktaracaktır. Ancak onun bu dünyada varlığını sağlıklı sürdürebilmesinin yolu da karşılaşacağı müşkülleri çözüme kavuşturmuş olarak yaşamına devam etmesinden geçmektedir.
İnsanın çaresizliği burada da gün yüzüne çıkar, dolayısıyla sorunlarının çözümü için bir başkasına ihtiyaç duyar. Esasen muhtaçlığın yönlendirdiği bu talep, yadırganacak bir davranış olmaktan öte; hava, su ve ekmek gibi temel ihtiyaçtır. Eğer problem sahibi; ukala, kibirli ve modern ideolojinin empoze ettiği bireysel yaşama mahkûm bir fert ise sorunlarını kendi başına veya liyakatsiz, güvenilmez, zanlarıyla hareket eden birileri ile çözüm yoluna gidecektir. Elbette bu yöntem ve türevleri, problemin çözümünden ziyade, bireyi açmazlara sürükleyecektir. Eğer ivedi çözüm yolu bulunmaz ise kişinin enkaza dönüşmesi, işten bile değildir.
Allah resulünün (sav) üstün vasıflara sahip olması dahi onu, danışmaktan (müşavereden) asla alıkoymamıştır. Hakkında nas (kesin hüküm) bulunmayan konularda çevresiyle istişare eder, sıklıkla sahabesinin görüşleriyle de hareket ederdi. Bilinmelidir ki müşavere, sorun sahibinin sorununu çözmekle kalmaz, toplumun üzerinde birikmeye meyyal stresi aldığı gibi, müşavere edilen kişiyi de onurlandırarak arada muhabbetin doğmasına yönelik birçok hikmetli içerik de barındırır.
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu hâlde onları affet, bağışlanmaları için dua et, (umuma ait) işlerde onlarla istişare et, onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah’a tevekkül et, ona dayanıp güven. Çünkü Allah, tevekkül edenleri, kendisine sığınanları sever.” (Ali İmran-159). Eğer müşaverede en sağlıklı ve en doğru sonuç elde edilmek niyetiyle hareket ediliyorsa muhakkak ön koşul olarak güvenilir, rüsuh ve liyakat sahibi kişi ya da kişilerle sorunu paylaşmak, yerinde olacaktır. Çünkü müşaverenin, mahrem yönü vardır. Mahrem olan ise müşavere katılanlarına bir emanettir. Müşaverenin içeriğine, ölçülerine göre hareket, çıkan sonucu sebat ve tevekkül ikilisiyle yürütmek demektir. Bu eylem, aynı zamanda bir kapı aralamaktır (içtihat etmektir).
“Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan, Allah yolunda harcarlar.” (Şura-38). Allah resulü (sav), Muaz Bin Cebel’i (ra) Yemen’e elçi olarak atadıktan kısa bir süre sonra aralarında geçen diyalog, Müslümanlar için mihenk özelliği taşımaktadır. Bu iki mümtaz şahsın aralarında geçen diyalog; müşavere ve içtihadın içerikleri, birbirlerine girift geçişleri ve tanımlamaları hakkında Müslümanların tahayyül ve mefkûrelerine dinamizm katmıştır. Mübarek bu ikilinin ayak üstü kısa süreliğine ettikleri fikir teatileri; yaklaşık on beş asırdır Müslümanların sorunlarının çözümü için en bereketli model olmuş ve hayatlarına en sağlıklı ivmeyi kazandırmıştır.
Hz. Yusuf’un (as) gördüğü rüyayı babasıyla (Hz. Yakup as) paylaşması, müşaverenin önemine farklı bir boyut katmıştır. Çünkü temyiz yaşında bir çocukken onun (as) içerisinde bulunduğu ve etkisinde kaldığı olağanüstü durum, dikkat çekici ve etkileyicidir. Daha önemlisi ise o yaşta, sorununu anlatacağı kişiyi seçebilecek, verilen öğüde kulak verip sebat edebilecek ve iradesini ortaya koyabilecek karakterinin bulunması, onun (as) müşavere eğitimi aldığının işaretidir. (Yusuf 4-6)
Bazı mihrakların “İçtihat kapısı kapalıdır ve kapalı tutulmalıdır, öncelikli sorunlar vardır, çözülmeleri daha evladır.” söylemleri ile direkt olarak hedef aldıkları, İslam’ın dolayısıyla Müslümanların müşavere kurumudur. Bu kesimler, milleti aptal yerine koyarak oluşturdukları sahte algının meydana getirdiği görüşleriyle içtihat etmiş de olmuyorlar mıdır? Kast içeren bu algının, müşavere kurumuna vurduğu darbe ile ancak alık ve histerik fertlerden oluşan, kukla bir toplum modeli oluşturulabilir. Oysaki Müslümanların kadim inanç ve geleneği olan müşavere, Müslümanların sorunlarını çözer, birbirlerine muhabbet, güven ve sadakatin verdiği idrakle sıkı sıkıya kenetlenmiş bir ümmet olmalarını da sağlar. Ümmet bilinciyle oluşacak bu toplum, yek vücut ve koordineli hareket etme özelliğine sahip olacak, kâfirlere de korku salacaktır.
“Evet, (ey müminler) siz onların kalplerine Allah (korkusun)dan da daha şiddetli bir korku salarsınız çünkü onlar hakikati kavramaktan aciz bir topluluktur.” (Haşr-13)
11. Keşf Vasfının Birtakım Hakikatleri Aralaması
“Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer -49) İnsanda var olan önemli hususiyetlerden birisi de bilinmeyene meylidir. “Merak” kavramıyla temellendirilen bu eğilim; onu, kendisinin bilmediği lakin biri ya da birilerinin gizlediği bir şeyi öğrenmeye sevk eder. Bu yöneliş, insanın duyu ve sezgilerinin gelişmesinin yanında ona, tecrübe de kazandırır. Ancak merak meylinin hamleleri ile ulaştığı bazı veriler, onun hayrına olmayacaktır. Tecessüs ile elde edilen, imtihanın hikmetiyle sırlı tutulan ve uzak durulması gereken bilgiler örnek verilebilir. Âdem (as) ve eşinin cennetten kovulmasına neden olan eğilimleri ile Harut ve Marut’un, Babil’e gönderilişinin hikmeti, en açık delillerdendir.
“Onlar, boş şeylerden yüz çevirirler.” (Mü’minun-3) İnsan, meraklı bir varlıktır. İlahi irade, yarattığı insanın temayüllerinden bu yönüne de vurgu yaparak göğü, arzı, içerisinde bulunduğu varlık âlemini, aralarındaki iletişimi, varlığının bu iletişime katkısını ince ince gözlemlemesini ister. Çünkü erişebileceği mikro ve makro düzeydeki makul ve makbul her bilgi; tefekkürü, tefekkürse kevni âlemin sarsılmaz bir hesap üzere yaratıldığına ve boş yere yaratılmadığına götürecektir. Neticede müşahedesi, kendi varlığının sınırlarının çizildiğini ve külli iradenin gücünü ona gösterecektir. Elbette ihlaslı niyetin sürüklediği nihayet; gözlemleyen, tefekkür eden kalbin şehadetiyle bedenin secdeyle buluşması ve kulun, Allah (cc) karşısında aldığı şekil olacaktır.
Bazen merak dürtüsü, bazı etmenlerin tahrikiyle eyleme geçirilir. Lakin tahrikle önü açılarak eyleme geçirilen merak temayülünün, hedeflediği bilinmezliği en azından kendisi için aşikâr kılması; ancak zorlu ve kurallarla örülü yolda, sebat etmesiyle ulaşabilme ihtimalini ortaya çıkarabilir. İçerisinde İmanın olmadığı kalbe sahip bazı insanların merak itkileriyle didinip, uğraşarak ulaştıkları Sünnetullah’a dair veriler, onların maddi dünyasına şenlik getirebilir. Oysa imanlı ve akıl eden bir kalp için bu veriler, deliller ve ibretler içeren ayetlerdir. Dolayısıyla her vasfına imanıyla muvazene kazandıran mümin; merak vasfına, bu vasfın yöneliş ve sınırlarına da denge kazandırmak zorundadır.
“O ki; göklerin ve yerin mülkü onundur. Çocuk edinmemiştir, mülkte ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş ve bir ölçüyle takdir etmiştir.” (Furkan-2).
Peygamberlerin seçkinliği, üzerlerindeki donanımları ile ulaştıkları feraset ve basiretlerini diğer insanlardan ayırır, onları ayrıcalıklı bir yere koyar. Peygamberlerin rütbe ve yükümlülükleri gereği, zaman zaman gayb perdesi aralanır, onlara gerekli bilgi ve görüntüler arz edilir. Onlar edindikleri bu verilerle, bulundukları toplumları tedricen inşa ve ihya çabasına girerler (Îsra-1). “Ben, Allah tarafından sizin bilmeyeceğiniz (nice) şeyleri de biliyo¬rum.” (Yusuf-86).
12. Onur ve zarafet içeren bir miras:
Ağızların tadını kaçıran ve hazırlıklı olmayı gerekli kılan ölümün hakikati, her insanda farklı farklı arayışlara neden olur. İnsanın değer yargıları veya inanç sistemi; ona kaçınılmaz bu son için çeşitli anlamlar yükleyerek yönlendirmelerde bulunur. Yaşlılık, hastalık, kimsesizlik ve depresif hâli kişiyi, ölüm konusunda kontrol dışı davranışlara da sürükleyebilir. Öyle ki insanın yaşam ve duygu koşulları ölümü; kimi zaman kaçınılması ve asla hatırlanmaması gereken bir unsur olarak değerlendirirken, bazen de sığınılacak ve kurtuluş noktası olarak görebilir!
İnsanın yaşam seyri içerisinde öyle ya da böyle elde ettiği dünyalıkların değerlendirilmesi ölümün varlığıyla düşünce parantezine alınır. Dünyalık edinimlerinin geleceğini telaş konusu hâline getirir. Bu süreç, onu kendine göre vasi tayin etmeye ve vasiyet hazırlamaya sevk eder. Maalesef insanların genelde korkusu kendi akıbetlerinden ziyade edinimlerinin güvenliğine yoğunlaşmak olmuştur. Esasen insanın korkularını yönlendiren ve telaşa sevk eden güç; ona dünya hayatında hedefler belirleyen, bu hedeflere uygun araçlar sunan arka planda ki otoritenin kendisidir. Sunumlar, vaadler, kazanımlar, kaygılar, araçlar, amaçlar ve sonrası kişinin tercih ettiği, emri altına girdiği güce göre şekil alır, değerlendirilir, gerekli karşılık verilir.
Bazen de Hz. Yusuf (as) gibi mest eden, güzelliğinde her görenin kaybolduğu ancak kendi kaybolmayan, nimetleri, nimetleri vereni bilen ve her an onu (cc) hamd ile tesbih eden, adeta iğneyle işlenmiş gözlerin feda edildiği oya misali zarif bir maziyi ve latif ifadeleri miras bırakır. O (as), ailesini, Müslümanları ve tüm insanlığı; vasi tayin ettiği, boyun eğilmesi gereken tek efendisine (Mevla’sına) davet etti! Korkuttu, uyardı ve müjdeler verdi vasiyetiyle!
Mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunan, ancak kendisine itaat ve boyun eğilecek olan, onu (as) yetiştiren-büyüten-en güzel terbiyeyi veren-arıtan-pürüzlerini gideren Rabbinden (cc) (vasi ve velisinden) dünya hayatında son isteği Kendine (as) yakışır, öz ve derinlikler içeren kelamında hayat bulmak olmuştur. İkram edelerin en cömert ve en hayırlısı, onun (as) bu talebini Kitab’ına ayet olarak yerleştirmiştir. Bu ayet, Aziz Mevla’nın (cc) Hz. Yusuf’a (as) olan sevgisinin bir işareti olduğu kadar, öncelikle Müslümanlara ve tüm insanlığa yön veren, kurgudan uzak bir nasihat, nezih ve mübarek bir mirastır. “Rabbim, Sen bana mülkten (bir pay ve onu yönetme imkânını) verdin, sözlerin yorumundan da (bir bilgi) öğrettin. Göklerin ve yerin yaratıcısı, dünyada da ahirette de benim velim Sensin. Müslüman olarak benim hayatıma son ver ve beni salih olanların arasına kat.” (Yusuf-101).
Netice:
a) Tarihsel hakikat göstermiştir ki; insana ve insani ilişkilere dair entrikalar, vahiyle deşifre edilmiştir. Vahyin ifşasıyla ihanet şebekelerinin ortaya saçılan kirli çamaşırları, Müslümanlara sergilenerek iğrenç, çirkef yönleri gösterilmiştir. Elbette Müslüman; değer yargıları ve şahsı hakkında arkasında dönen kirli dolapların farkında olmayabilir. Ancak Müslümanın; bazı hain karakterlerin onun üzerinde etki alanı oluşturacak kadar tekâmül süreçleri ve bu karakterlerin hayatın geneline nasıl nüfuz edebilecekleri hakkında İlahi düsturlara ihtiyacı vardır. Bu düsturların aydınlattığı yoldan çıkmamaları onlara ciddi verilerle takviyenin yanında, hak ve batılı ayırt edecek yetenek de verecektir (Enfâl-29).
“İşte bu (Yusuf kıssası), gayb haberlerindendir. Onu sana vahyediyoruz. Onlar, hile yaparak işlerine karar verdikleri zaman sen, onların yanında değildin (ki bunları bilesin).” (Yusuf-102).
b) Kainatta Allah’ın varlığının nice delileri vardır. Allah’ın (cc) varlığını bilmenin yanında ona (cc) kulluğun nasıl yapılacağına dair içeriklerin de bilinmesi gerekir. İnsanların içine düştüğü sıkıntı işte burada çatallanmaktadır. Tarih boyunca niceliksel değeri önemsenmeyecek kadar insan, Allah’ın (cc) varlığını inkâr etmiştir. Dikkat çekici mevzu şudur; şeytanın Allah’ı (cc) takdis ettiği gerçeğinden yola çıkarak (A’râf-16, Hicr-39), Allah’ı (cc) inkâr edenlerin kalp ve dillerinin uyum içerisinde olamayacağı düşüncesi hâkimiyet kazanmaktadır.
İnsanoğlu, var olduğunda bu tarafa daima kendinden üstün ve ihtiyaçlarını gidereceği bir güç aramış, bulduğunu düşündüğü an ritüellerini gerçekleştirmek için mabetler ve sunaklar inşaa etmiştir. Dünya zamanı içerisinde bu arayış hiç bitmemiştir. Allah’ın (cc) varlığının bilinmesi, fıtratın eğilimleriyle ulaşılabilecek bir hususken asıl hakikat gözden kaçırılmaktadır. Bu hakikat, kimin hükmedeceği (rububiyet) ve bu hükme kimin ve nasıl boyun eğeceği (ubudiyet) konusudur. İnsanlığın iştiyak içerisindeki sığınma eğilimini ancak itminanla sonuçlandıracak Hz. İbrahim (as) kıssası, ibretlik bir örnektir. Bu kıssa, ölüm ve ötesi için de mutmain edecek doneler içermektedir.
Peygamberler ve müminlerin, Allah’a davette herhangi bir ücret talebi olmamasına rağmen insanlığın bir bölümü ısrarlı bir şekilde şirk içerisinde dünya hayatlarını idame ettirdiler. ‘Ücret’, dikkat çekici bir konudur. Hakikatin kaynağı, bunu es geçmemiştir; fakat bizler, bu konuyu aktarır ve geçiştiririz. Oysa ‘ücret’, insanın yaptığı iş karşılığı; kendisinin feda ettiği ter/emek, ilim, bazen canını acıtan ve bazen de geri alınması imkânsız zaman/asr olmaktadır bedeli. Hangi yaratılmış elden çıkarılan herhangi bir fedakârlığın karşılığını verebilir?
Ebette insanların ekserisi, alıştıkları yaşam koşullarını değiştirmemekte ısrar ve inatla karşılık vereceklerdir. Eğer bilselerdi (Rasulullah’ın -asv.- Taif dönüşüne ithafen); dünyevi herhangi bir ücretle karşılanamayacak bu salih emeğe akın akın koşarlardı! Müşriklerin ısrar içeren katılıkları, dava erinin çabalarını karşılıksız ve çaresiz bırakmış olması, onun bir ölümlü olarak sınırlarını da gösterir. Lakin sonucun olumsuz olması, çabanın karşılıksız kalacağı anlamına gelmez (Zilzâl 7-8). Aslolan gayrettir, takdir ise Hâdi olan Allah’a (cc) aittir. “Sen ne kadar üstüne düşsen de insanların çoğu iman edecek değillerdir. Hâlbuki sen, bunun için (peygamberlik görevini îfa için) onlardan bir ücret istemiyorsun. Kur’an, âlemler için ancak bir öğüttür. Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. Onların çoğu, ancak ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (Yusuf 103-106).
c) Peygamberler ve civarlarındaki müminler, görevlerini bihakkın ifa ederken karşılaştıkları zorluklar, cehâletin karanlık uykusunda verdiği tepkilerden ibarettir. Karanlık bu rüya; azgınlığın, şımarıklığın ve özgüvenin oluşturduğu şahsiyetle hakikate karşı durur. Bu vücut dilinin cüretkâr tavrı, Allah’ı (cc) azaba davet etmektir. Geçmiş bazı kavimlerin de aynı duruşu sergilemeleri ve başlarına gelen felaketler farklı farklı dillerde ibretle yazılıp çizilmiştir. Ancak insan tabiatının ilahi destek ve kontrolden uzak tutulması, maalesef bu ürkütücü manzaraların yer yer yaşanacağı gerçeğinin hakikatini bize bildirmektedir. Cehâletin karanlığı, zaman ve koşuların değişmesine aldırmadan yeni beden ve coğrafyalarda daha komplike ve sistematik bir biçimde hayatını devam ettirmektedir! “Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması karşısında kendilerini emin mi gördüler?” (Yusuf-107).
d) Şartlar her ne olursa olsun mümin, bulunduğu hâlin ilmine göre yaşamalı, hakikate davet etmeli ve ancak mümin olarak ölmelidir. Zira tek kurtuluş yolu, izzetli bu duruşla mümkündür. Rabbani yöntemin sürecine uygun olarak çağrısına devam eden mümin, takdir edilen azap gerçekleşmezden evvel, ilahi el muhakkak onu güvenli alana çekecektir. Azap; azgınların, şımarmışların üzerine gelecek, asla geri çevrilmeyecek ve hak vaki olacaktır. “(Resûlüm!) De ki: ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar aydınlık bir yol üzerindeyiz. Allah’ı (ortaklardan) tenzih ederim! Ve ben ortak koşanlardan değilim.’ Senden önce de şehirler hâlkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. (Kâfirler) yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler! Sakınanlar için ahiret yurdu elbette daha iyidir. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz? Nihayet peygamberler ümitlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını sandıkları sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) suçlular topluluğundan azabımız asla geri çevrilmez.” (Yusuf 108-110).
e) Ancak ilahi vahyi mihenk alan akıl sahiplerinin yolu stabil, güvenli ve istikamet üzeredir. Rabbani risalet; tüm yönleri, içeriği ve süreciyle şek ve şüphesiz hakikat taşır. Çünkü risalet ile gelen Hakk Mübin’dir. Hakk Mübin ise rahmet ve hidayet kaynağıdır. “And olsun onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl sahipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’an) uydurulabilecek bir söz değildir. Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eden, her şeyi açıklayan (bir kitaptır); iman eden toplum için bir rahmet ve bir hidayettir.” (Yusuf-111).
Ez- Cümle;
Hz. Yusuf (as); evlat, kardeş, ağabey (v.s.) en önemlisi de bir insan, salih bir kul ve bir peygamber olmuştur. Her muazzez kul gibi salih kulların yüreğinde derin iz ve hatıralar bırakarak dar-ı bekaya irtihal etmiştir. Onu (as), bir noktadan diğerine intikal ettiren ilahi murat, ona (as) dair her noktasal aşamaya varlıksal anlam yüklediği gibi, onun (as) dünya hayatının noktalardan oluşan doğrusal bütünlüğüne de mana vermiştir! onun (as) kalplerde yer etmesi, dilden dile dolaşması, bu İlahi mananın tesirinin gücünü göstermektedir. O (as), yaşamının her noktasında bir yönüyle (Hz.) Yusuf’ken (as), yaşadığı dünya hayatının bütününde Hz. Yusuf’tur (as)!
Bir füzyon etkisidir Yusuf olmak. Onu bilen, ona uyan ve hayatının tüm veçhelerini ona göre tebdil edenler için bir yaşam kaynağı ve huzura kavuşmadır Yusuf olmak. Yusuf olmak; büyütür, olgunlaştırır, yaşamı anlamlandırır ve yaşama bir gaye katar. İnsanın, imanın, eylemin, ilahi programa dâhil olma koşullarının adresidir Yusuf olmak. Yusuf olmak; her nefesin, her adımın, her teklif ve münasebetin, zorluk-çile ve yalnızlığın, yokluk ve varlığın ve dünyevi imkânların birer imtihan olduğunu bilmektir. Bu dünyada imanlı bir insan olarak yaşamanın, ahirete mümin bir kul olarak seyahat etmenin verdiği güvenle, yolculuk nihayetinde ilahi konforla karşılanmaktır Yusuf olmak.
Sözlerin en güzeli ve doğru olanı, şüphesiz aziz Mevla’m Allah’a (cc) aittir.
Selam ve dua ile…
Yasin TEKİN

Follow