Muhammed Fatih Ergün
Vahhâbilik denildiğinde; aslında, Selefîliği değil, -her ne kadar onlar da kendilerini Selef-i Sâlihîn’in (son risâlet sonrası ilk nesillerin) yoluna nispet etseler de- Suud ideolojisini, hânedânın yolunu, onların güdümündeki kiralık/ücretli kalemlerin tezvirâtını ve bâtıl öğretilerini (1) anlamak gerekir -ki, o öğretiler İslâm dîni ve İslâm Ümmeti nazarında hayli iğreti durur, hiçbiri hiçbir bakımdan ilmî ve duygusal bir değer taşımaz.
Günümüzde Vahhâbîlik; kadîm ve kısmen sahih Selefîliğin çağdaş ve bâtıl izdüşümü olan, temel referansları doğru anlama yetisinden oldukça yoksun, entellektüel bakış açısına hayli uzak, İslâm’ın bedevî yorumuna tâlip, zâlimlerden yana ve onlarla işbirlikçi, ama bütün bunlara rağmen kendisini “İslâm’ın yegâne sâhibi ve hâmisi” gören problemli bir algıdır. Bu algının son üç asırlık geçmişinde de durum bugüne kıyasla çok farklı olmamıştır. Suûd devleti, Vahhâbîliği Selefîlik diye pazarlamaktadır; bu anlamda takiyye yaptıkları da söylenebilir. Basîretli Müslümanlar nezdinde Vahhâbîlik, -özellikle de siyâsi nedenlerle- İslâm mezhepleri arasında görülmeme, bu bakımdan dikkate alınmama noktasındadır. Böylesi problemli bir algıya, duyarlı mü’minlerin yüreğinde hiç yer yoktur. Bu algının kendisine nispet edildiği ilk isim Muhammed ibn Abdulvahhâb’ın, o’nun döneminin ve hareketinin analizi ise çok ayrı bir çalışma konusudur.
SELEFÎLİK denildiğinde ise; -her ne kadar usûl ve esas, akîde, fıkıh ve yöntem bakımından bazı yönlerden kimi tezlerini problemli buluyor ve tenkit ediyor olsak da- aslında bu nitelendirme ile anlaşılması gereken Selef-i Sâlihîn’e nispet edilen yol’dur. Ne ki; bugün kendisini Selefî olarak nitelendiren kimselerin çoğunun yaptığı sadece isimlendirmedir (tesmiye), günümüzde bu nispetten sadece isimlendirme vardır. Bu da hiçbir bakımdan ilmî ve duygusal bir değer taşımaz.
Suud ölçeğinde, krala biâtı ve Amerika’ya itaati menhec gören ve buna çağıran Selefîliğe (!); Mısır ölçeğinde, Müslümanlara karşı açıkça darbeyi destekleyen Selefîliğe (!); Türkiye ölçeğinde ise, (Yahûdiler gibi) tapınak ticâretini kendilerine meslek edinen, dinlerini satarak geçinen, Müslümanlardan ‘din adına’ topladıkları paralarla yaşamlarını sürdüren Selefîlere (!) bakarak -ki, Türkiye’de bilinçli Müslümanlar onları “Telefî” (telef olmuş kimseler) diye nitelendiriyor ve tezyîf ediyorlar- Selefîliği ve Selef-i Sâlihîn’in yolunu değerlendirmek yanlış olur. Bunların ki Selefîlik değil, sefilliktir. Kaldı ki, basîret sahibi bazı Araplar tarafından bile bu tür bir Selefîlik algısı açıkça “ahmaklık” olarak nitelendirilmiş, “es-Selefiyyetu’l-humkâ” (Ahmak Selefîlik) gibi nitelendirmeler yapılmış, bu ahmaklığı fâş etmek için Arap matbuâtında bu nitelemenin kitap adı olduğu bir eser bile kaleme alınmıştır, okunmaya değerdir; kitapta hamâkat ile gerçeği arasında bir Selefîlik mukayesesi de yapılmaktadır. Bu tarz bir Selefîlik algısına sahip Vahhâbîler ile farklı dönemlerdeki tartışmalarımız (2) ve kanaatlerimiz(3) yayınlanmıştır.
Bununla birlikte; Selefîlerin içinde Allah’a verdikleri sözde duran, şehâdeti gözleyen, mallarını ve canlarını hiç duraksamadan Allah yolunda fedâ eden Mücâhitler vardır -ki, onlar bu Ümmetin öz çocuklarıdır, ben onlara büyük bir gıpta ile bakıyorum-; onların Vahhâbîlikle, Suûd ideolojisi ile, hânedânın yolu, onların güdümündeki kiralık/ücretli kalemler (ve onların bâtıl öğretileri) ile hiçbir ilişkileri yoktur. Kaldı ki, Vahhâbî fırkası mensuplarının onlara savaş açtıkları da malûmdur.
Örnekler verecek olursak;
1. Usâme bin Lâdin -aleyhi rahmetullah- Selefî bir Müslümandır, yakın çevresi de öyledir. O ve beraberindekilerden -Allah’tan hepsini rahmet ve mağfireti ile karşılamasını, cennetlerinde ağırlamasını diliyorum- Allah’ın kuvveti ve yardımı ile Sovyetler Birliği’ni târih sahnesinden silen, Afganistan topraklarında onlara çok büyük bir ders veren Arap Mücâhitler, Selefî menhec üzere olan Müslümanlardır. Sonrasında ikinci bir savaş stratejisi ile mâ’rekenin yönünü batıya çevirerek Amerika ile savaşanlar, kendi evlerinde onları vurarak hiç unutamayacakları târihî acıyı tattıranlar ve bununla Ümmet olarak yere düşmüş yüzümüzü ve üzerimizdeki büyük utancı kaldıranlar da yine onlardır.
2. Afganistan toprakları sadece Usâme bin Lâdin ve beraberindeki Selefî mü’minlere tanık olmuş değildir; (isimlerini bile pek çok kimsenin bilmediği) Şeyh Yûnus Hâlis, Cemîlurrahman -Allah ikisine de rahmet etsin- ve Celâleddin Hakkâni -Allah ömrünü mubarek kılsın- o kutlu çabada önderliklerinin hakkını veren, sotede kalmış gözde komutanlardan sadece bir kaçıdır -ki, bu isimlerin hepsi ortak düşmana karşı savaş ve Ümmetin birliğini sağlama gibi en temel iki hedef ekseninde, (düşmanla yardımlaşmamaları ön koşulu ile) başka mezhep mensupları ile ittifak etmeyi farz görmüşlerdir-. Usâme bin Lâdin’in de Tâliban lideri Molla Ömer’e -Allah ömrünü mubarek kılsın- biât ettiği ve vefâtına kadar da bu ahdi üzerinde sâdık kaldığı bilinmektedir. Oysa, Molla Ömer Hanefî mezhebine mensup bir Müslümandır ve -genellikle- hiçbir Vahhâbî gidip de Hanefî bir Müslümana (ortak düşmana karşı savaş ve Ümmetin birliği adına) biât etmez, bir Vahhâbî bunu gerekli görmez, o’nun böyle bir derdi olmaz.
3. Aynı hedef uğrunda, yukarıda adı geçen kişiler; Nizâmeddin Şemzâî ve Abdurreşîd Gâzî gibi -Allah her ikisine de rahmet ve mağfireti ile muamele etsin-Pâkistan ulemâsı ile de (mezhep ve metod farklılıklarına rağmen) ittifak sağlamışlar, Pervez Müşerref hükûmeti ve Amerika aleyhine ortak cihad deklarasyonu yayınlamışlardır. Dünya Ticâret Merkezi suikastı (1993) ile müttehem Mısırlı yaşlı âlim Şeyh Ömer Abdurrahman hâlen Amerika’da esirdir ve o Selefî bir Müslümandır. Guantanamo ve diğer gizli Amerikan hapishanelerinde tutuklu-hükümlü olarak tutulan Müslümanların çoğu Selefîdir. Başta Nâsır bin Hamed el-Fehd olmak üzere, Riyâd zindanlarında gerçek sayısını ancak Allah’ın bildiği Suûd hükûmetine muhâlif Müslüman tutsakların hemen hemen hepsi Selefîdir -Allah’tan hepsini özgürlükleri ile rızıklandırmasını diliyorum-.
4. El-Kaide’nin online yayın organı Savtu’l-Cihâd’ın Haziran 2004’de yayınlanan 20. sayısında (örgütün lider kadrosundan biri olarak bilinen) Şeyh Ubey Abdurrahman, Vahhâbî Suûd Kraliyet ailesini “emperyalist batı’nın uşağı” olmakla suçlamıştır. Oysa, El-Kaide örgütü; başta ABD ve müttefikleri olmak üzere, İslâm topraklarını işgal eden bütün güçlere karşı savaş ilân eden Selefî bir örgüttür.
5. Şeyh Hamûd el-Uklâ Selefî bir âlimdir ve El-Kaide hareketini, istilâ altındaki İslâm topraklarını esaretten kurtarma hareketi olarak görmektedir. Sûriyeli âlim Abdülmun’im Halîme, Filistinli Ebû Muhammed el-Makdisî, Mısırlı Ebû Hamza el-Mısrî gibi âlimler de Hamûd el-Uklâ ile aynı kanaattedirler. Suûdi Arabistanlı Şeyh Abdülaziz el-Cerbû ve yine Usâme bin Lâdin’i “yüzyılın müceddidi” ilân eden Şeyh Ebû Cendel el-Ezdî, (Hamûd el-Uklâ’nın talebelerinden) Şeyh Ali bin Hudayr, Şeyh Nâsır bin Hamed el-Fehd gibi isimler, cihâdî hareketin ilim kadrosunu oluşturmaktadır -ki, bu isimlerin hiçbiri Vahhâbî değildir, Selefîdir, dahası Vahhâbî çizgi bunlara düşmandır-.
6. Aslında; Vahhâbilik ile Selefîliğin farkını görmek için, Usâme bin Lâdin’in özel durumuna bakmak da yeterlidir:
Kendisi Araptır, Hicaz topraklarının çocuğudur, varsıl bir ailedendir, aristokrat bir çevrede büyümüştür, akademik kariyeri vardır, büyük şirketlere vâris ve sâhiptir, babası bakımından ve çocukluğu döneminde kraliyete yakın bir kimsedir, o kavmin mezhebi üzerinedir ve Selefîdir.
Rusya’ya karşı savaşırken Suûd ve Hicazlı Müslümanlar tarafından çok ciddi destek görmüş, hayırla anılmıştır; Mescid-i Haram’da adı anılarak dualar yapılmış, Afganistan’dan zaferle döndüğü zaman Hicaz’da protokol koşullarında ağırlanmış, kendisi için özel mahfiller oluşturulmuş, yere-göğe sığdırılmamıştır. Ama, o, ilk cihâdın(ın) ardından savaşın yönünü Amerika’ya çevirince, Vahhâbîler ona düşman olmuşlardır; kendisini vatandaşlıktan çıkarmışlar, kimlik ve pasaportuna el koymuşlar, ülkeye girişini yasaklamışlar, mal varlıklarına el koymuşlar, annesini bile göz hapsinde tutmuşlar, kendisi ile görüştürmemişlerdir. O ise -aleyhi rahmetullah-; Vahhâbîlikten teberrî etmiş, hânedânı ve etbâ’ını (tenkit etmekle kalmamış, bunun ötesinde) tekfir etmiş, vaktiyle İngilizlerle işbirliği yaptıkları, Osmanlı Devleti ile savaştıkları, İslâm Ümmetin birliğini parçaladıkları için onları en ağır bir dille kınamıştır. Selefî olmasına rağmen bu kez “fitnecilikle”, “tekfircilikle”, “hâricîlikle” suçlanmış, Vahhâbiler tarafından kendisine ve beraberindeki mü’minlere, “sapık düşünce sâhipleri” ve “fâsitler zümresi” yakıştırmaları yapılmıştır; kendisi bu ithâmlara târihî cevaplar vermiştir.
Bu örnekler çoğaltılabilir…
Vahhâbîlik ile Selefîlik; -benzer yanları ve yönleri olsa da/var gibi görünse de, bazı bakımlardan örtüşüyor gibi dursa da- aslında iki ayrı yol’dur. Ayrılan yollar; usûl (metodolji), din algısı, tevhid, tekfîr, cihâd şuuru ve siyâset gibi önemli konularda belirginleşir. Vahhâbîlik karşıtı Selefîliği tanımak için, Internet üzerinde yayınlanan “Minberu’t-tevhîd ve’l-cihâd” sitesi (4) iyi bir kaynaktır.
Selefîlik; -diğer mezhepler gibi usûl ve furû bakımından bir takım zaaflarla mâlûl olsa da- itikat, amel ve yöntem bakımından Sünnî mezheplerden Hanbelî mezhebi çizgisidir (İslâm içidir); Vahhâbîliğin isnat zinciri ise, kadîm Suûd hânedânı üzerinden İngiltere’ye ulaşır, şimdilerde de muâsır hânedân üzerinden Amerika’ya (İslâm dışıdır)…
Dahası ve en ilginç olanı ise şudur:
Günümüzde Vahhâbîlerin kendisini nispet ettiği Muhammed bin Abdulvahhâb’ın, “Nevâkidu’l-İslâm (el-Aşera)” adlı Selefî menhec üzere kaleme aldığı on maddelik imân-küfür manifestosunun 3., 4., 6., -özellikle de- 8. ve 10. maddelerine göre beş ayrı temel konuda Suud kralı, çevresindekiler ve o’na itaat eden Vahhâbîler (kendilerini nispet ettikleri en önde gelen kişiye göre) İslâm’dan çıkmıştır.
Yine Vahhâbî hareketin kendilerini nispet ettiği öncü isimlerden Abdurrahman bin Alû’ş-Şeyh; “Fethu’l-Mecîd” isimli “Kitâbu’t-Tevhîd” şerhinde, “şirk-i kubûr” ile “şirk-i kusûr” arasında fark görmemiş, kabirlerde işlenen şirklerle saraylarda işlenen şirklerin farklı olmadığını söylemiş, her ikisini de aynı bölümde ele almıştır. Ne ki; günümüzde Vahhâbîler, ölüler üzerinden işlenen şirklere karşı (abartılı bir şekilde) duyarlı oldukları halde, diriler (sultanlar) üzerinden işlenen şirklere karşı kör ve sağırdır. Böyle olunca; Vahhâbî hareket, Müslümanlar nezdinde tutarlılık bakımından bir akreditasyon ve saygınlığa sahip olamamıştır.
O tutarsız eller bugün Haremeyn’i işgal etmiştir, nezih kalması gereken gök sofrasına kurtlar kuzu postunda oturmuştur. Kâ’be’ye mücâvir yaşayanlar Beyt-i Atîk’in Rabbi’ne kulluk edeceklerine Beyaz Saray’ın Rabbi’ne kulluk etmeyi tercih etmiştir. Basîretle bakanların göreceği manzara şudur: Vahhâbî hâinler ‘hâdim’ görüntüsünde tüm dünyanın gözü önünde insanları kandırmaya çalışmaktadır.
DİPNOTLAR:
(1) Daha önce ‘Hâricîlik’ konulu bir başka çalışmamızda da buna değinmiştik:
SÜTUNHABER