Tekkelerin Kapatılmasının 100. Yılında
Adı Unutulan Sosyal Hizmet Kurumlarımızdan Biri:
Hatuniye Tekkesi ve Millî Mücadele’ye Katkısı
Ahmet Zeki İZGÖER
Tarihî zenginliği, kültürel birikimi, geçmişten bugüne gelen mimarî yapısı, sahip olduğu müstesna özellikleri ve faaliyetlerinin yanı sıra kardeşlik, hoşgörü, birlik ve beraberlik temelinde her sınıftan insanın kaynaşmasını sağlayan tekkeler, Osmanlı sosyal hizmet kurumları içinde ilim, iman, ibadet, ahlâk merkezli çalışmaları ve mütevazı yapılarıyla tarih boyunca toplum hayatının vazgeçilmez unsurları olmuşlardır. Fethedilen bölgelerin kalıcı olarak yurt edinilmesinde önemli rol oynayan tekkeler, ülkenin zor durumda kaldığı zamanlarda da vatan savunmasında ön planda yer almışlardır .
Osmanlı Tekkeleri
Günümüzde tekke denildiğinde akıllara sadece derviş, şeyh, mürid ve sufilerin ibadet ettikleri bir mekân gelmektedir. Oysa tekkeler, Osmanlı döneminde ilmî faaliyetlerden manevî eğitime, ruhî ve bedenî rahatsızlıkların tedavisinden yetimlerin korunup gözetilmesine, okçuluk gibi sportif faaliyetlerden gaza ruhunun canlı tutulmasına, edebiyattan musikiye kadar hayatın hemen her alanında çalışmalarda bulunmuşlardır . Tarih boyunca tekkelerin fonksiyonlarından bazıları şöyle özetlenebilir:
1-Fetihleri kolaylaştırıcı bir rol oynamışlar ve yeni fethedilen yerleri şenlendirmişlerdir.
2-Sosyal hayatın hem kurucusu hem koruyucusu olmuşlardır.
3-İnsanların maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamışlardır.
4-Güzel ahlâk ve öğütlerde bulunmuşlardır.
5-Asker sevkini ve idareyi kolaylaştırmışlardır.
6-Ticareti, iç ve dış turizmi canlandırmışlardır.
7-Devlet için bilgi toplayarak istihbarat vazifesi görmüşlerdir.
8-Ruh ve sinir hastalıklarını tedavi etmişlerdir.
9-Yol güvenliğini sağlamışlar, orduların geçişini kolaylaştırmışlardır.
10-Yolcu, misafir, tüccar, seyyahları ağırlamışlardır.
11-Halka sürekli moral, maneviyat, psikolojik destek vermişlerdir.
12-Okul, hastane, spor tesisi, dinleme, kampı, güzel sanatlar, edebiyat, tarih, kültür, medeniyet gibi alanlarla çok yönlü hizmet vermişlerdir .
Hatuniye Tekkesi
Eyüp’te Gümüşsuyu Çeşmesi yakınında eğimli bir arazi üzerinde 1732 tarihinde kurulan Hatuniye Tekkesi tarihte “Hoca Hüsam Tekkesi”, “Hüsam Efendi Tekkesi”, “Hasan Hüsameddin Tekkesi”, “Selim Efendi Tekkesi”, “Karılar Tekkesi”, “Hatuniye Dergâhı” gibi isimlerle de anılmıştır. Tekke mescit, tevhidhane ve hazire olmak üzere üç bölümden meydana gelmektedir. Hazire bölümünde âlimler, şeyhler, dervişler ve devlet adamlarının kabirleri vardır. Tekkeye devam edenlerin çoğunu kadınların oluşturduğu bilinmektedir .
Osmanlı arşiv belgelerinde tekkenin, zaman içinde devlet tarafından onarıldığı, yardım gördüğü ve desteklendiği anlaşılmaktadır. Meselâ 30 Aralık 1856 tarihinde harabe haline gelen tekkenin bakım ve onarımının ihalesi sıvacıbaşı Artin Kalfa’ya verilmiştir . Yine, Sultan II. Abdülhamid dönemine ait bir belgede, dergâha 500 kuruş bağışta bulunulduğu görülmektedir . 24 Ağustos 1898 tarihli bir başka kayıtta ise tekkenin faaliyetleriyle ilgili olarak Hz. Muhammed’in doğum yıldönümü vesilesiyle mevlit okutturulacağı bilgileri dikkati çekmektedir .
Evkâf Nâzırı Hazretlerine
İdris Köşkü’nde bulunan merhum Hoca Selim Efendi Dergâhı’nda Hoca Hüsam Efendi Mesnevi okuttuğu sırada fakirler ve dervişler büyük bir kalabalık meydana getirdiğinden gerek bunların ve gerekse Hüsam Efendi’nin Sultan Abdülmecid hazretlerine duada bulunmaları için diğer dergâhlara yapıldığı gibi aylık 15 kıyye yağ ile 3,5 kile pirinç tahsisi Meclis-i Vâlâ tarafından uygun görülerek konuyla ilgili padişah iradesi çıkmıştır . Gereğinin yapılmasına yardımcı olunması.
19 Aralık 1854
BOA, A. MKT. MVL, 69/92
Hoca Hüsam Efendi’nin okuttuğu Mesnevî dersine katılan fakir ve dervişler sayıca fazla olduğundan Hatuniye Tekkesi’ne devlet tarafından her ay yağ ve pirinç verildiği
(BOA, A. MKT. MVL, 69/92)
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra 1925 tarihli bir kararla tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasıyla Hatuniye Tekkesi ihmal ve bakımsızlıktan dolayı harabe haline gelmiştir. Geçmişte geniş bir alana yayılan tekkenin arazisi ilk kurucu vârisleri tarafından parça parça satılmıştır. Sadece minaresinin alt kısmı, bazı yapı taşları ve haziresi günümüze kadar ulaşabilmiştir. Haziresindeki mezarlar, defineciler tarafından kazılarak maalesef tahrip edilmiştir. 1990’lı yıllarda bahçesi gecekondularla dolmuştur. Nihayet 2005 yılında başlatılan projelendirme çalışmaları sonuç vermiş ve tekke, 2010 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yanındaki camiyle birlikte aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir. Tarihî yapılardan harap durumda olanlar onarılmış ve tamamen ortadan kalkanlar asıllarına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir. Günümüzde eğitim-kültür faaliyetlerine dönük ve insanî yardım amaçlı hizmetlerde kullanılmaktadır .
Günümüzdeki görünümüyle Hatuniye Tekkesi
(Çetin, a.g.m., s. 215)
Osmanlının İlk Kadın Sığınma Merkezi
Yaşadığımız yüzyılda “kadın hakları” konusunda yer yer karamsar düşünmemize sebep olacak şeyler yaşasak da geçmişimize baktığımızda içimizi ısıtacak güzel örneklere rastlamamız mümkündür. Hatuniye Tekkesi bu güzel örneklerden yalnızca bir tanesidir. Bu tekkenin belki de en önemli özelliği Osmanlı Devleti’nin ilk kadın sığınma evi olmasıdır. 19. yüzyıl sonlarına kadar çaresiz durumda bulunan kadınlara bir sığınak merkezi olarak hizmet vermiş olması sebebiyle tekke büyük önem arz etmektedir.
18. yüzyılda Avrupa’da büyücü ya da cadı avı gerekçesiyle kadınlar uğursuz sayıldıkları ve cinlerle ilişkileri bulundukları iddialarıyla vahşice yakılırken İstanbul’da zor durumdaki hanımlar için tesis edilmiş böyle bir sığınma mekânının varlığı Osmanlı toplumunun kadına verdiği değeri açıkça ortaya koymaktadır. Zor durumda olan, şiddet gören, bakacak kimsesi olmayan yani çeşitli sebeplerle biçare kalan kadınlar buraya sığınmışlardır. Tabii ki sadece sığınmakla yetinilmemiştir. 16-80 yaş arası yüz kadına ev sahipliği yapan Hatuniye Tekkesi’nde koruma altına alınan kadınlar ilgi alanlarına göre çeşitli zanaatlar öğrenmiş ve meslekî eğitimler almışlardır. Bu zanaatlardan elde ettikleri gelir sayesinde kimseye muhtaç olmadan geçimlerini sağlayarak ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Aynı zamanda bu hanımlardan psikolojik rahatsızlıkları olanlar tedavi edilip hayata uyumlu hale getirilmiştir. Hatuniye Tekkesi belli bir yaşın üzerindeki yaşlı kadınlar için de bir nevi huzurevi ve bakımevi görevini görmüştür.
Yüksek Mimar Dr. Fatma Sedes’in Tarihi Mirası Koruma Vakfı bünyesinde 2002’de başlattığı çalışmalar sonucunda ulaştığı şu gerçek, hakikaten çok anlamlıdır: “Bizde her şeyin ilki Batı’da oluyor gibi bir kanaat var. Fakat görüyoruz ki Osmanlı’da da böyle kurumlar var. Batı ile aramızdaki en büyük fark bizim tarihimize sahip çıkmayı bilemeyişimizden kaynaklanıyor “.
Milli Mücadele Yılları
I. Dünya Savaşı’nda Nakşi, Rifai, Bayrami, Mevlevi, Kadiri, Bektaşi ve Bedeviyye gibi burada adını sayamadığımız pek çok sufi grup vatan savunmasında “gönüllü” olarak görev almıştır . Bu gruplar Millî Mücadele Dönemi’nde de çalışmalarını aralıksız bir şekilde devam ettirmişlerdir. Bu dönemde direnişe destek veren tekkelerden biri de Hatuniye Tekkesi’dir. Benzetmek uygun olursa Hatuniye Tekkesi, “gazi tekkeler”dendir.
Bu gizli kahramanların çoğu Millî Mücadele yıllarında tam anlamıyla “Kuvâ-yı Millîye ruhu”yla hareket etmişlerdir. Tekkeler ve bunlara bağlı tarikatlar gerek silâhlı güç olarak gerekse maddî ve manevî çalışmalarıyla mücadeleye omuz vermişlerdir. Hatuniye Tekkesi, Milli Mücadele yıllarında silâh organizasyonunun en önemli merkezlerinden biri olarak en büyük ve en tehlikeli hizmetlerde bulunmuş, olağanüstü fedakârlıklar göstermiştir.
Düşman silah ve cephane depolarına çok yakın bir yerde, Eyüp sırtlarında bulunan Hatuniye Dergâhı, Kurtuluş Savaşı’na silâh ve cephane kaçırmak suretiyle büyük gayret ve çaba harcayan merkezlerden biri olmuştur. Dergâhın vatansever mensupları, başlarında Şeyh Saadettin Ceylan Efendi’nin sevk ve idaresi altında yabancı askerlerin kontrolündeki silâh depolarını boşaltarak İnebolu’ya nakilde büyük başarılara imza atmışlardır.
Nazmi Ceylan Bey’in babası Şeyh Sadettin Ceylan Efendi’den dinlediği şu hatıralar tekkelerin Kurtuluş Savaşı’ndaki faaliyetlerini bilmemiz açısından büyük önem taşımaktadır:
“Hatuniye Dergâhı, dört-beş dönümlük geniş bir arazinin içinde idi. Bu saha aşağıda dere içinde başlayıp yukarıda Piyer Loti’ye kadar devam ederdi. Bu sebeple orası, etrafında yerleşim yeri bulunmayan ıssız bir yerdi. Bu yüzden size hikâye edeceğim hizmetler burada nispeten kolaylıkla ifa edilmiştir. Civar sırtlarındaki silâh depolarından kaçırdığımız mühimmat ve cephaneleri önce dergâhın bitişiğindeki küçük caminin minaresine doldurup saklardık. Aşağıda Haliç kenarında İplikhane Askerî Kışlası vardı. Oradan İsmail Çavuş adında bir asker dergâha gelerek bize silâh kullanmayı ve bomba atmayı öğretirdi. Bu silâhları etrafı gözetleyerek tenha bir zamanda ve çoğunlukla geceleyin arka tepeye geçip Kaşgarî Tekkesi’nden aşağıya doğru indirirdik. O zaman orada İplikhane Hastanesi vardı. Babam Sadettin Ceylan Efendi aynı zamanda oranın da imamıydı. Onun bu vazifesi işimize çok yarıyordu. Aslında ben de Umumî Harp’te tabur imamı olarak görev almıştım. Bu hastaneden temin ettiğimiz tabutlar içine silâhları yerleştirir, güya birisinin cenazesini taşıyormuş gibi tekkenin bitişiğindeki camiye getirirdik. O zaman oranın Seksek Recep adında bir muhtarı vardı ki evi yol kenarında idi. Bu evin Hakkı Efendi adında bir de bekçisi vardı. Bir zatın Arap asıllı olan Seniha Hanım adındaki ailesini gözcü olarak kullanmak suretiyle hastaneden aldığımız silâhları tabut içinde önce bu eve getirir sonra Reşadiye Mektebi’ne taşırdık. Orada Sandalcı Osman Ağa vardı. O gelir, Bostan İskelesi’nden bu silâhları kayık veya motorlara yükletirdi. Hemen bitişikte bir de imaret vardı. Bu imaretin ambarından alınan mısır vb. zahireyi dökmek suretiyle silâhların üzeri örtülürdü.
Kurtuluş Savaşı’nın bilinmeyen kahramanlarından: Hatuniye Tekkesi Şeyhi Sadettin Efendi
(Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler, Sebil Yayınevi, İstanbul 1980, s. 290)
Silâhları depolardan çalabilmek için tatbik ettiğimiz çeşitli usuller vardı. Bunlardan biri de o zaman boş olan tepelerde çobanlık yapmaktı. Şimdi Taşlıtarla denilen yerde büyük bir çınar ağacı vardı. Mahallenin çobanı Kel Şükrü ile orada buluşurdum. Bu zat gayet fakirdi. Yegâne azığım olan katıksız ekmeğimi onunla bölüşürdüm. Böylece kısa zamanda onunla ahbaplığı ilerleterek kendisinden yararlanma imkânı buldum. Kel Şükrü gayet güzel kaval çalardı. Kaval çala çala hayvanları otlatmak bahanesiyle silâh depolarına yaklaşıyorduk. Kel Şükrü’de bir Bulgar kasaturası vardı. Silâh depolarının kerpiç duvarlarını bu kasatura ile delerek içerideki silâh ve cephaneyi boşaltmaya başladık. Bir de eşek temin etmiştik. Depolardan aşırdığımız silâhları çuvallara doldurarak bu eşeğe yüklerdik. İçinde silâh bulunduğunun anlaşılmaması için de tırnav kökü çıkararak çuvalların üzerine sarardık. Bu kök odun gibi yakmak için kullanmaya yarardı. Bu suretle civardan odun toplamış gibi bir tavır alarak teknenin yolunu tutardık.
Bir defasında da Ramazan münasebetiyle Ramazan davulu çalıyormuş gibi bir mana vererek davulun içinde el bombalarını kaçırdım… ”
Hatuniye Dergâhı, Millî Mücadele yıllarında Mim Mim rumuzlu gizli örgütün adeta Eyüp semtindeki merkezi olmuştur. Tarih kitaplarımızda Mim Mim ve Felâh gruplarınca Anadolu’ya sevk edilen uzunca silâh ve cephane listeleri yer alır. Bu dergâhın özellikle İnebolu’ya silâh sevkiyatında etkin rol üstlendiği söylenmektedir. Kadiri Şeyhi Sadettin Efendi ile oğlu Nazmi Efendi bu sevkiyatı bizzat yönetenler arasında idiler. Hatta bu Sadettin Efendi’ye başarısı sebebiyle İstiklâl Madalyası teklif edildiğinde: “Biz bu işi madalya için yapmadık, biz derviş adamlarız. Bize din ve vatan yolunda vacip olan hizmetin karşılığı olarak madalya almak yaraşmaz” diyerek reddetmiştir .
Sonuç
30 Kasım 1925 tarihinde kabul edilen “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklarla Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” 13 Aralık 1925’de Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdikten sonra tekkeler, zaviyeler ve türbeler kapatılmış, mallarına el konmuş, toplantı ve törenleri yasaklanmıştır . Kapatılma gerekçesinde devletin temel anlayışı ile tekkeler arasında büyük bir çelişkinin varlığından söz edilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin artık bu gibi “ortaçağ benzeri” hadise ve kurumlara tahammül edemeyeceği belirtilmiştir .
Gerek meclisteki tartışmalarda gerekse basına yansıyan haberlerde tekke ve zaviyelerin birer “tembellik yuvası”, “fesat kaynağı”, “devrini tamamlamış kurumlar” oldukları üzerinde durulmuştur. Müslümanlara ait olan bu kurumlara böyle yaklaşılırken Hıristiyanlar için benzer bir uygulama söz konusu olmamıştır. Meclis tartışmaları sırasında Sivas Mebusu Rahmi Bey’in:
“Türbeler maddesine Hıristiyanlar tarafından azizleri adına açılan ayazmalar da dâhil midir?” sorusuna Konya Mebusu Refik Bey:
“Hayır efendim, öyle değil. Türbe tanımı açık bir ifadedir ” şeklinde cevap vererek Hıristiyanlarca mukaddes kabul edilen ayazmaların bu kanunun dışında olduğunu söylemiştir.
Tarih 1925’dir. 1919 öncesi ve sonrasının o netameli günlerinde ülkesi ve milleti için büyük fedakârlık, çaba ve faaliyetlerde bulunan tekkelerin -yukarıda bir nebze olsun anlattığımız üzere- beş altı yıl gibi kısa zaman içinde bozulması, tembellik yuvası, fesat kaynağı haline gelmesi ve devrini tamamlamış olması makul bir gerekçe olarak kabul edilebilir mi? Bu iddia ve açıklamalar doğruları yansıtmamaktadır. Doğru olsa bile bu yeterli bir sebep olamaz. Çünkü kapatılan bu tekkelerin yerine daha iyi, güzel, sıhhatli ve verimli işleyecek yenileri neden açılmamıştır. Niçin ıslahları yoluna gidilmemiş de kapatılmaları tercih edilmiştir? Devletler tabii ki bir takım kurumlarını kapatmak ve açmak gibi hak ve yetkilere sahiptirler. Ancak meşru gerekçeleri olmak şartıyla. Geçmişten bir örnek vermek gerekirse, 1826 yılında Osmanlı Devleti artık özelliğini kaybeden yeniçeriliği ortadan kaldırırken yerine Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adıyla Batı örneğinde yeni ve modern bir ordu kurmuştur. Tekkeler gerçekten fonksiyonlarını yitirdiyse neden daha çağdaş, modern, etkili yeni tekkeler açılıp ihya edilmedi, yeni bir disiplinle varlıkları niçin devam ettirilmedi?
Tekkelerin verdikleri hizmetin ne olduğunun daha iyi kavranabilmesi açısından şu anekdot hakikaten çok manidardır:
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, bir gün İstanbul Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ni ziyaret eder. Türkiye’nin ilk modern ruh sağlığı hastanesinin kurucusu ve aynı zamanda başhekimi bulunan Prof. Dr. Mazhar Osman’a İnönü sorar:
“Niçin psikiyatrik hastalıklar bu kadar arttı?” Mazhar Osman büyük bir yüreklilikle:
“Efendim, siz tekke ve zaviyeleri kapattınız? İnsanlar eskiden sıkılınca, bunalınca, bir derdi olunca oralara gidip rahatlıyorlardı. Şimdi ise bize geliyorlar ” diye cevap verir.
Milli Mücadele’de büyük emek ve hizmetleri geçen bu kurumların bir çırpıda tasfiye edilmelerinin izahı ne olabilir? Osmanlılar bile makul bir sebep olmaksızın bu kurumlara dokunmadığı halde Cumhuriyet Türkiye’sinde büyük fedakârlıklarına “rağmen” neden varlıklarına son verildi? Yukarıda maddeler halinde sıraladığımız üzere yüzyıllarca önemli görevler üstelenen, geleneği olan, oturmuş, rüştünü ispat etmiş bu kurumları ortadan kaldırmak bu kadar basit miydi?
I. Dünya Savaşı, Milli Mücadele, Kurtuluş Savaşı, İstiklâl Harbi, Düşmanların Yurttan Kovulması, Bağımsızlık vb. başlıklar altında sıraladığımız bu vatan savunmasında büyük emek, hizmet ve fedakârlıklarda bulunarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna da destek olan Hatuniye Tekkesi’nin kapatılması, faaliyetlerinin durdurulması, kaderine terk edilmesi ve bakımsızlık yüzünden harap olup ortadan kalkacak bir hale getirilmesi adalet, insaf, vefa, hoşgörü, nezaket ve merhamet duygularıyla ne kadar bağdaşır? Bu durum, size en zor zamanınızda yardım eden birine güçlenip de tekrar hayata tutunduğunuz bir sırada sırtınızı dönmekten, onu tanımamaktan, hatta onu cezalandırmaktan başka nedir?
“Bu milletin dinine ne zaman karışıldı ki?” cümlesiyle başlayıp devam eden benzer ifadelerin sahipleri, Hatuniye Tekkesi ve diğer tekkelerin verdikleri mücadeleyi lütfen dikkatle incelesinler, ciddiye alsınlar. Geçmişte Sultan II. Abdülhamid’i zalimlikle, Sultan Vahdettin’i de hainlikle suçlayanların ve daha sonra bunu bir akım haline getirerek Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yapılan istisnasız bütün reformları hiçbir akıl süzgecinden geçirmeden ve tarihî gerçeklerden arındırmadan kabul edip benimseyenlerin farkında olarak ya da olmayarak bu milletin vicdanına, maneviyatına, dinî duygularına ve hayatına, yüzyıllar boyu süren kökleşmiş müesseselerine ne gibi zararlar verdiklerinı artık görsünler. Tarafsız, iyi niyetli ve her türlü ideolojiden ari bir şekilde düşünmeyi tercih edenlere yakın tarihimize yön veren olayları yeniden analiz etmelerini tavsiye ederiz. Çünkü belgeler başka, resmî tarih başka şeyler söylüyor.

Follow