Tarihin Kıskacında Kadın
Arşiv Yazarlar

Tarihin Kıskacında Kadın

İslam’ın kendisine ayrı bir izzet verdiği kadın, erkeğin yaratıldığı aynı nefisten (özden) yaratıldı. Onun yaratılması, muharref Tevrat’ta belirtildiği gibi erkeğin kaburga kemiğinden olmadı. Tevrat’ta geçen bu iddia; kadını, erkeğin gerisine atmakta, onu ikinci plana itmektedir. Kadını bu gözle gören Yahudi, ilk günahın sorumlusu olarak da kadını görmektedir. Toplumdaki kadın algısı, onun ikinci sınıf bir varlık olduğu olgusu, Tevrat’a söyletilerek bu düşüncenin dinin gereği olduğu şeklinde bir algı oluşturulmak istenmiştir. Aslında yaratıcının hiçbir şekilde ve hiçbir yerde söylemediği bir durum, Tevrat’a sokularak Allah’a iftira edilmiş ve kadının toplumdaki statüsü düşürülerek kadına zulmedilmiştir. Evlenen kadın, kocanın malı olarak görülmüştür. Aile ve toplum içindeki konumu elinden alınan kadının, dinî uygulamalarda da yeri arkalardaydı. Dinsel ayinlere katılamaz, kurbanlarını tapınağın iç bölümlerine götüremezdi. Birinci yüzyıl tarihçileri arasında gösterilen Jozefus, “Apion’a Karşı” adlı eserinde, “Kadın, dine göre her şeyde erkekten alçak konumdadır. Bu, onun alçaltılması değil, yönetilmesi içindir. Çünkü Tanrı, otoriteyi erkeğe vermiştir” der.
Yine Yahudi toplumunda, kadının nasıl bir konumu olduğunu göstermesi bakımından önemli olan bir durum daha vardır. Erkek çocuğu olduğunda çok sevinen anne-babanın, kız çocuğu olduğunda daha az sevindikleri görülür.
Ortodoks Yahudilerin dua kitaplarında, sabah dualarındaki bir bölümde kadın olarak yaratılmadıkları için Tanrı’ya şükranda bulunmak yer alır. Kadının Yahudilikte ne kadar hor görüldüğü, kadın olmanın ne kadar aşağılayıcı bir hâl olduğu, başka uygulamalardan da anlaşılabilir.
Göksel bir din olması bakımından dikkat çekici olan Yahudilikte, kadının ikinci hatta üçüncü plana atılması, şaşırtıcı ve insan onurunu ayaklar altına alması bakımından üzücü bir durumdur. Ancak kadın açısından onur kırıcı olan bu durum, sadece Yahudi toplumunda görülen bir durum değildir.
Putperest Roma’da da durum pek farklı sayılmaz. Ataerkil bir ailede babanın otoritesi altında ezilen kadın, evlendiğinde de kocasının ailesine katılmak zorunda bırakılırdı. Böylece kocasının ailesinin dinine girer ve kocasının malı sayılırdı. Kadının kendi ailesiyle görüşmesine, kendi ailesinin dininde kalmasına izin verilmezdi. Babanın kendi çocuklarını satmasına da kimse karışamazdı. Evlilik yoluyla kocasının malı durumuna gelen kadına ev içindeki düzenin sağlanması görevi verilmiş ama bu görevlendirme de onun statüsünü değiştirmemiştir. Evlilik hakkı sadece Roma vatandaşlarına tanınan bir ayrıcalıktı; Roma vatandaşı olmayanların, kölelerin evlilik ve vatandaşlık hakkı bulunmazdı.
Roma medeniyeti öncesinde ve esnasında var olmuş bir başka kadim medeniyet olan Antik Yunan’da da durum, kadınlar için çok da iç açıcı olmamıştır. Bu dönemde de kadın, kötülüklerin kaynağı olarak görülmüş, aşağılanmış ve dışlanmıştır. Truva Savaşları’nın çıkış sebebi olarak bir kadın görülmüş ve kadın genel olarak olumsuzluk sebebi kabul edilmiştir. Antik Yunan şairi Hesiodos, Hz. Havva’nın bir görüntüsü olarak kabul edilen Pandora’yı, kötülüğün başlangıcı olarak kabul eder.
Antik Yunan filozoflarının ütopyalarında kadınsız bir hayat tasavvur edilmiş, böylece mutlu bir yaşam sürüleceği savunulmuştur. Antik Yunan’da yeni doğan bazı kız çocukları tıpkı müşrik Mekke toplumunda olduğu gibi annenin elinden alınıp boğazlanabilmekte ya da bir su çukuruna atılabilmekteydi. Bu zor şartları atlatıp hayatta kalmayı başarabilen kızlar, hiçbir söz sahibi olmadan erkeklerin istedikleri şartlarda evlenmekteydi. Evlenen kadının çocuğunun olmaması boşanma için geçerli ve yeterli bir sebep olabilmekteydi ve bu boşanma, kadının söz sahibi olmadığı tek taraflı bir boşanma idi.
Müşrik Mekke’de, putperest İran’da, Hristiyan Bizans’ta ve daha başka birçok eski medeniyette kadının sadece bir eşya, cinsel bir obje olmanın ötesinde herhangi bir anlam ifade etmediği gizlenemeyecek kadar aşikâr bir durumdur.
Aslında çok uzaklara gitmeye de gerek yoktur. İslam’ın sureta hâkim olduğu toplumlarda ve toplumumuzda da geleneklerin İslam’mış gibi görüldüğü ve kadına hiçbir hak tanınmadığını görürüz. Oysa İslam, kadını her şeyden evvel, erkek gibi bir kul olarak görmekte, ona takva düzeyinde üstün olma hakkı tanımaktadır. Annedir, evlattır, eştir; her durumda da el üstünde tutulması gereken ulvi bir kişiliktir. Evlilikte, boşanmada söz sahibidir. Evlenirken rızası söz konusudur, aile içindeki düzende dengeyi oluşturan asli unsurlardan biridir. Erkek ne kadar söz sahibiyse kadın da o kadar söz hakkına sahiptir.
Çarşıda, pazarda alır da satar da. İsterse ekonomik bir oluşum içinde yer alabilir, ekonomik olarak bir güç olabilir. Mirasta pay sahibidir, doğurduğu kız çocuğundan dolayı utanç duymaz, aksine cennet için bir vesiledir, bu kız çocuğu kendisi için. Kız çocukları, kız olarak dünyaya geldikleri için yaşamaya dair bir endişe duymaz; babasının da annesinin de gözbebeğidir o. Evlendiği için ailesini unutmak zorunda değildir, dilediği zaman onlarla bir araya gelebilir. Allah katında ikinci sınıf bir kul değildir, takvası ölçüsünde yakındır Allah’a. Diğer medeniyetlerin kendisinden çaldığı hakların hepsine sahip kılınmıştır, İslam ile birlikte. Bu haklar hiçbir şekilde kendisine bir lütufmuş gibi de sunulmaz. Allah’ın kadına bahşettiği bu haklar, hiçbir kanuna veya örfe kurban edilemeyecek kadar kıymetlidir, ulvidir.
Kısacası Müslüman kadın; kıymetlidir, müstesna bir yere sahiptir. Ataerkil örfle yetişen erkeğin bencil isteklerine feda edilemeyecek ayrı bir yere sahiptir.
Taşkın ÖNEL

GRUBA KATIL