Siyonist Esaretindeki Mübarek Belde Mescid-i Aksâ
Arşiv Yazarlar

Siyonist Esaretindeki Mübarek Belde Mescid-i Aksâ

Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdulillahi Rabbilâlemin, vessalatu vesselamu ala Rasûlina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmain. Emmâ ba’d.

Kalemlerin kadr ü kıymetini bildiği lakin satırlara dökmekten aciz kalabileceği kadar değerli ve -Müslümanlar nezdinde- duygu yönü ağır olan bir beldenin/toprakların, yıllardır maruz kaldığı zulümlerin ardından bir kez daha en kanlı katliamlarına ve insan kıyımlarına şahit olması, bizleri derinden yaralamaktadır. Ellerimiz bazen yazmaya varamıyor, dillerimiz konuşamıyor bir halde hiçbir şey yapamamak acizliğinden dolayı da aslında kalem oynatmaktan da hayâ etmiyor değiliz. Allâh’tan subhânehu ve teâla bizlere hidayet ve şuur bahşetmesini ve bağışlamasını dilerim.

Biraz tefekkür ettiğimizde garip olan bir durumun çocuk, yaşlı, hamile, engelli ayırt etmeden bu vahşi cinayetleri işleyenlerin, holokost torunları olduğudur. Gerçi sadece Nazi zulmü görmüş bir millet de değiller. Asırlardır zillet içerisinde en ağır zulümleri yaşamış (en büyük örneği Bâbil kralı Bahtunnasr), farklı ırkların tahakkümünde hep kafalarına vurularak hayatını idame etmiş bir milletin tarih sahnesine bu denli barbar bir şekilde çıkması, pek abesle iştigal bir durum değildir. Hakikat ırmağından meseleyi ele aldığımızda ise ne kadar azgın, lanetli bir topluluk olsalar da dünyayı iyi okuduklarını, yerinde planlar yaptıklarını, fikirlerinin tahayyülden öte realiteye dönüştüğünü görmekteyiz. Edebiyat, sinema, bilim, felsefe, ticaret, teknoloji vs. bir alanda da ne yazık ki dünyaya yön vermişler ve vermeye de devam etmektedirler. Kış uykusundan uyanmış ama emelleri sadece karınlarını doyurmak olmamıştır. Bu gerçek, aslında kendi içlerinde paramparça olmalarına rağmen gerçekleşmiş bir vakıâdır. Goim olarak gördükleri, yahudi olmayan toplulukları bir anlamda pasifize ederek tek izzetleri bir Yahudi devleti kurmak olan amaçlarına bir nevi ulaşmış bulunmaktalar. Kendi uydurdukları muharrref olmuş kitaplarında da geçtiği üzere zannediyorlar ki böylece Yahudi olmayan toplulukları kendilerine -tabiri câizse- eşek yapıp köleleri olmuş bir şekilde dünyanın tek efendileri olacaklar. Allâh’a subhânehu ve teâla hamd olsun ki bir avuç Müslümana galebe çalmaktan aciz kalmaktadırlar. Mescid-i Aksâ’nın koruyucuları mücahid kardeşlerimiz, her ne kadar büyük bedeller ödemiş de olsalar yıllardır en izzetli mukavemetlerini sergiliyorlar. Allâh subhânehu ve teâla onlara güç kuvvet versin, attıklarını isabet ettirsin.

Tarihi serüveni içerisinde biz, genel anlamda o topraklara Mescid-i Aksâ çerçevesinden bakarak ele alacağız. Bugün Filistin dediğimizde ilk akla gelen, odur. Kudüs’ü ön plana çıkaran da bu mübarek mâbedin bir yansımasıdır. Arapça Beytülmakdis olarak isimlenmiş “mukaddes ev” anlamında olan bu mabet, şehrin tamamından teşekküldür. Müslümanlarca Kudüs olarak benimsenmiş bu isim de aynı kökten gelmektedir ve asıl olarak mâbedi tanımlamaktadır.

İslâm âlimlerimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de el-Mescidü’l-Aksâ adıyla geçen ve çevresinin mübarek kılındığı buyrulan yerin (el-İsra 17/1), Beytülmakdis olduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Arapça olarak “uzak” anlamına gelen Aksâ’ya, mâbedin Mekke’ye uzaklığı doğrultusunda bu ad verilmiştir. Bir hadise göre de Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, bu mâbedin Mescid-i Harâm’dan sonra insanların Allâh’a ibadet maksadıyla yaptıkları en eski ikinci mâbed olduğunu buyurmuşlardır (Buhârî, “Enbiyâʾ”, 10, 40; Müslim, “Mesâcid”, 1, 2).

Günümüzde Kâbe’ye, çevresiyle beraber Mescid-i Harâm denildiği üzere Mescid-i Aksâ’ya da aynı şekilde Harem-i şerif denilmektedir. Bu hareme, Kubbetü’s-Sahra da dahil edilmektedir. Mâbedle ilgili Kur’an’da da geçtiği üzere (Âl-i İmrân 3/37, 39; Meryem 19/11) Hz. Zekeriyyâ aleyhisselâm ve Hz. Meryem’in aleyhisselâm ibadete çekildikleri odalar da bu binadadır. Hz. Süleyman’ın aleyhisselâm bu mübarek mescidi yaparken cinleri de çalıştırması, aslında Allâh’ın subhânehu ve teâla bu mâbed için sadece insanoğluna hususiyet atfetmediğini gösteriyor olabilir. Kim bilir belki de bizler gibi imtihan ve kulluk içerisinde bulunan cinler için de büyük bir kutsiyete sahip bir mesciddir, Allahuâlem.

İçerisinde birçok değerli eşya bulunan Beytülmakdis, Hz. Süleyman’dan aleyhisselam sonra zaman zaman azgın ve hırsız istilâcıların yağmalamalarına ve yıkımlarına mâruz kalmıştır. Aynı zamanda da birçok deprem görerek yıkıntıya dönüşmüştür. Yukarıda kısmen değindiğimiz üzere en büyük yıkım, Bâbil azmanı II. Buhtunnasr’ın, Milâttan Önce 586 yılında Kudüs’ü üçüncü işgali sırasında olmuştur. Bu gözü dönmüş barbar, şehri tamamen tahrip etmiş; yıkılmış olan mâbedin kapı ve duvarlarından söktüğü altın kabartmalarıyla birçok kıymetli eşyayla şehirden topladığı ganimetlerle beraber halkın büyük bir kısmını da esir alarak Bâbil’e götürmüştür. Bu esaret, fazla uzun sürmemiş, Bâbil’in Persler tarafından Milâttan Önce 539’da ele geçirilmesiyle sona ermiştir. Kudüs’e dönen Yahudilerin ileri gelenlerinden Zerubbabel, yakınındakilerin de yardımıyla takrimen yirmi beş-otuz yıl gibi bir sürede mâbedi tekrardan inşa etmiştir. Perslerin hâkimiyeti zayıflayınca mâbed, tekrardan birçok istilacının zulmüne maruz kalmıştır. Sonrasında ise Romalılar’ın desteklediği Yahudiye kralı Büyük Herod eliyle mâbed daha geniş bir şekilde yeniden yapılmıştır. Bu inşaatın Hz. Îsâ’nın aleyhisselam doğumundan yirmi-otuz yıl kadar önce başladığı ve onun zamanında da sürdüğü aktarılmaktadır. Bugün hâlâ yahudilerin önünde dua ettikleri ağlama duvarının, mâbedin bu halinin batıya düşen kısmının kalıntıları olduğuna inanılır, Allahuâlem.

Müslümanlar nezdinde Kudüs, “bereket, mübarek olmak” anlamında ‘Kuds’ olarak isimlendirilmiştir. ‘İliya’ ismi de şehrin Romalılar tarafından kullanılan ‘Aelia’ isminin Arapçalaşmış şeklidir. Kudüs’ün, Hz. İbrâhim’den aleyhisselâm bu yana pek çok Peygamberin yaşadığı bir diyar olması, İsrâiloğulları ve onlara gönderilen Peygamberlerin mücadelelerine mekân olması açısından da her daim değerini/önemini korumuştur.

Müslümanların hissiyatında Kudüs’ün önemini arttıran çok fazla etken bulunmaktadır. Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi şeklinde gerçekleştirilen İsrâ (el-İsrâ 17/1) ve ardından mi‘rac mûcizelerinde Mescid-i Aksâ’ya gitmiş olmasıdır.

Kudüs, Kur’an’da doğrudan geçmemesine rağmen çevresinin mübarek kılınması, bulunduğu bölgenin “mukaddes toprak(el-Mâide 5/21), “iyi, güzel bir yer” (Yûnus 10/93) olarak betimlenmesi; Hadis-i Şeriflerde de Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem, ziyaret edilebilecek üç mescidden biri olarak göstermesi, inşa edilen ikinci mescid olduğunu buyurması (Buhârî, “Fażlü’ṣ-ṣalât fî mescidi Mekke ve’l-Medîne”, 6, “Ḥac”, 26, “Enbiyâʾ”, 8, 40; Müslim, “Ḥac”, 288, “Mesâcid”, 2; Nesâî, “Mesâcid”, 3), Beytülmakdis’te namaz kılmayı tavsiye etmesi (Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 14) ve bu mescidlerde kılınan namazın kişinin evinde tek başına eda edeceği namazdan elli bin kat daha çok faziletli olacağını buyurması (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 198), herkesçe malum olduğu üzere hicretten iki-üç yıl önce ve hicretten sonra da Medine’de de yaklaşık yirmi ay kadar bir süre Rasûlullah’ın sallallâhu aleyhi ve sellem Kâbe’yi de önüne alacak şekilde Kudüs’e yönelerek namazlarını kılması ve sonrasında ise kıblemizin tekrardan Kâbe’ye çevrilmesi (Buhârî, “Ṣalât”, 31, “Tefsîr”, 18; Müslim, “Mesâcid”, 11-12), Hz. Ömer’in, Kudüs’ün anahtarını teslim aldığında kendisinin de bizzat çalışarak Mescid-i Aksâ’nın Hıristiyanlık döneminde molozlar altında kalmış olan yerini temizletmesi ve bugünkü Sahra’nın güneyindeki düzlükte cemaate namaz kıldırması gibi etkenler, İslâm ümmeti nezdinde değerini ve önemini arttıran şeylerdir. İslâm’ın en büyük ameli olan bir ibadete merkez olmuş bir beldenin/mâbed’in ümmet nazarında bu denli mübarek ve dinî görülmesi şüphesiz ki pek tabidir. Bizler için bu toprakların bir başka ehemmiyeti de her şeyden önce Müslümanların dinî, namusu/ırzı, özgürlüğü gibi etkenlerdir.

Kudüs, yahudilere göre diğer şehirlerden farklı bir konumdadır. Hatta onların nazarında Kâbe, Mekke’nin mübarekliği -haşa- safsatadır. Kudüs, onlar için kurban ve hac yeridir. Onların itikadında her erkek yılda üç kez Pesah, Şavuot ve Sukkot bayramlarında kurban merasimi için Allah’ın huzurunda bulunmakla yükümlüdür. Hac yurdu olduğu için -bizdeki gibi- mâbed ve çevresinde belli bir süre ikamet etmek durumunda olan Yahudiler, şehrin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel hayatını şekillendirmiştir. Her ne kadar mâbed milâttan sonra 70 yılındaki yıkımıyla yahudilerin hayatında önemini biraz kaybetmiş olsa da Kudüs, mânevi ihtişamın sembolü olarak ona olan özlem, sevgi hem amelî hem de sözlü olarak her daim dile getirilmiştir. Yahudiler, nerede olurlarsa olsunlar ve hangi saatte dua ederlerse etsinler mutlaka Kudüs’e dönmek mecburiyetindedirler. Yemek dualarının içeriğinde dahi Kudüs’ün yeniden inşası yer alır. Günde üç kere tekrarladıkları ‘Amidah adlı duaları, Kudüs’e dönülerek yapılmakta; Kudüs’e dönme, şehri ve Dâvûd saltanatını yeniden tesis etme arzusunu ifade etmektedir. Aynı zamanda yılda üç kez tuttukları orucun bir nedeni de Kudüs’e olan yaslarıdır. Tabi günümüzde kısmen de olsa emellerine ulaştıkları için bu gelenekleri belki de devam etmiyor olabilir. Mâbed’i yeniden inşa inançları hâlâ diriliğini koruyor. Bu lânetli güruhun kendi içlerinde yaşadığı en büyük ihtilaf, yahudi devletinin Mesîh tarafından kurulacağı inancıdır. Siyonizme düşman olan yahudilerin düşmanlığı da bu durumdan kaynaklanmaktadır. Bir kısım muhalif, Mesih’ten önce alelacele kurdukları Modern İsrail devletini ihanet olarak görmektedirler.

Filistin toprakları kurulduğu ilk tarihlerden itibaren hep ilgi odağı olmuştur. Birçok istilâya uğramış ve fetihler yaşamıştır. İsmini Milâttan önce XII. Yüzyılda kavimler göçüyle beraber bu topraklara geldiği sanılan Filistler’den almış ve birçok kavim de bu topraklara göç etmiştir. Arap coğrafyası içerisinde stratejik konumu ve zengin tabiatıyla; İslâm dinînin kutsiyeti ve diğer ideolojilerin doğuş yeri vs. olması da ilgiyi kat be kat arttırmıştır. Yahudiler açısından arz-ı mev‘ûd algısı, günümüze dek şahit olduğumuz olayların yaşanmasına sebebiyet veren etkenlerdendir. Bir yanda yüzyıllardır aşağılık/zillet bir şekilde sürülen hayat ve gücü ele geçirip tek millet üzerine inşa edilmiş bir devlet arzusu; diğer yanda da belli bir zamanı olduğu kabul edilen ilahî buyruklardır. Bir devlet çatısı altında yaşayabiliyor olmaları bizleri aldatmasın. Çünkü birbirlerini itikadî anlamda sapık olarak görüyor, birçok açıdan parçalanmış bir vaziyetteler ve kendi içlerinde birbirinden nefret eden özellikle iki gruba ayrılmaktadırlar. Tek artıları -Allah sonunu getirsin-, dünyayı elinde barındıran ekonomik ve siyasi güce sahip olmalarıdır. Tabiî bu durum ne kadar sürecek bilemeyiz.

Filistin, ümmet için manevi açıdan çok değerli olmakla birlikte misyonumuz bununla sınırlı değildir. Sadece İslâm ümmeti için değil aslında herkes için geçerli bir durumdur ki Filistin, dünyaya açılan bir penceredir. İslâm, iman edenlere farklı bir vizyon ve dünya görüşü kattığı için bu toprakların fethi; fetih hareketleri için bir beşik mesabesindedir.

Hz. Ömer ile başlayan ve Hz. Osman ile devam edip Hz. Muâviye (radiyallahu anhum ecmain) zirveye ulaşmış olan fetih hareketlerinin çıkış noktası, bir anlamda mübarek Şam toprakları olmuştur. Ümmetin Allâh’ın subhânehu ve teâla yardım ve ihsânıyla kısmî de olsa diğer milletler üzerindeki tahakkümü, Şam’a olan hâkimiyetleri neticesinde başarılı olmuştur. Bizler, Filistin ve cihadına gösterdiğimiz ihtimamı ne yazık ki Şam ve çevresindeki cihadi hareketlere gösteremedik. Aslında Sahâbîlerin (radıyallahu anhum) ilk göz ağrısı, Şam ve çevre toprakları olmuştur. Tabiî bu durum, birini kıymetlendirirken diğerinin değerini düşüren bir yorumlama değildir. Ümmet, ne zaman ki Şam (buna Mescid-i Aksa çevresi de dahil) topraklarını kaybetti, izzeti şanını da yitirmeye başladı.

İslâm ümmetinin zilleti arttıkça Filistin haritasının şekli de ona binaen değişim geçirdi. Filistin’in hamisi de çökünce Siyonistlerin hazır ekmeğine tereyağı sürülmüş oldu. Filistin’i Siyonist domuzlar ele geçirmedi. Ümmetin yaşamış olduğu zillet ve halkı Müslüman olan toprakların Batı güdümlü kan emici tağutlarının istilâsı ve kirli emelleri sonucu, Mescid-i Aksâ esir oldu. Bizler, Filistin derken genel anlamda bir tabir olduğu için bu lafzı kullanmaktayız yoksa dünyanın dayatmış olduğu toprak bütünlüğü açısından değil. Filistin değil aslında Mescid-i Aksâ/Kudüs toprakları kastındayız. ABD ve Siyonist İsrail güdümündeki halkı Müslüman olan Arap topraklarının tağutlarını bir araya getirsek Filistin konusunda II. Abdülhamid’in pabucu bile etmezler. Kendisi, değerinden ötürü bu toprakları savunurken; Arap tağutları da topraklarına toprak katmak için, stratejik konumu açısından ve Pan Arabizm vs. doğrultusunda ataklar yapmıştır. Bizler için II. Abdülhamid’in tenkite açık birçok fiiliyatı da olsa sadece Filistin davasını kavramış olması bile fazlasıyla hüsnüzannı hak eden bir durumdur. Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte ortaya çıkan birçok olumsuz durum, aslında İmparatorluğun hasta olarak da görülse ne kadar güçlü olduğunun en büyük kanıtlarından biridir. Tenkitler, şahsi değerlendirmeler olabilir ancak Kudüs özelinde hakikat çok daha başkadır.

Azgın Siyonistler, tarih sahnesinde yerini aldığında Filistin, Osmanlı’nın tapusundaydı. Belki herkesçe malum olmayabilir ama Osmanlı, Filistin’e hükmettiği andan itibaren yahudi varlığını tanımış ve zaman zaman göçlerine müsaade etmiştir. Yişuf, Sefarad ve elit tabaka olan Avrupa’dan göçüp gelen Eşkenazi Yahudileri, siyon hareketinden önce göç eden topluluklardı. Yişuf ve Sefarad Yahudileri, uyum problemi yaşamazken; Eşkenaziler, adaptasyon problemi yaşamışlardır. Çünkü ekonomik ve görüntü açısından diğer yahudi gruplarıyla da arasında ciddi uçurumlar vardı. Ticaret daha çok Sefarad ve Eşkenazilerin elindeyken; Yişuvlar, toprağa bağlı ziraatla meşgul olmuşlardır. Bu üç topluluk, daha çok dünya yahudilerinin geleneksel bağışlarıyla hayatını idame ettirmişlerdir. Müslümanlar olarak bizler, bu vakıâdan büyük ibret almamız gerekiyor. İnfak duygumuz ne yazık ki yahudiler kadar gelişmemiştir. Allah subhânehu ve teâla, bu konuda bizlere hidayet etsin.

Siyonizm/Aliyah hareketiyle beraber Filistin’e göç eden ve yerleşik olan yahudilerin karakteri de değişti. Dinî olmaktan ziyade siyasî amaçlarla buralara yerleştiler. Yani önceki yahudilerde mesîh inancı gereğince bir mânevî yaşam söz konusu iken; Theodor Herzl ile başlayan siyonist hareket, daha çok tek hedefi yahudi bir devlete dönüşmüştür. Herzl, iki defa II. Abdülhamid’in kapısını çalmış ve ikisinde de istediğini alamamıştır. Sultan, tam anlamıyla olumsuz bir cevap vermedi, zulüm görmüş yahudilere diğer Osmanlı topraklarını açmıştı ancak daha önce de söylediğimiz üzere siyonist emelleri kavradığı için Filistin’i yasaklamıştı. Hatta hac için bile girmelerine müsaade etmiyordu. Herzl, bu teklif karşısında karamsar kaldı ve kabul etme raddesine geldi ancak tek karar verici mercî kendisi değildi. Sultan’ın tahtan indirilmesiyle hâkimiyeti ele geçiren İttihat ve Teraki’nin yönetime gelmesiyle siyonistlerin iştahı kabardı. İttihak ve Terakki, her isteklerini kabul ettiler. Çok sonraları hatalarını fark edip bazı sınırlamalar getirmeye çalışsalar da bir kere taviz verilmiş oldu. İngilizlerin de desteğini arkasına alan siyonistler, göç dalgalarını arttırıp Filistin’de ağırlığını hissettirmeye başladılar. En son olarak da devletlerini kurup en büyük hayallerine kavuşmuş oldular. Allah subhânehu ve teâla, tahayyülerini yerle yeksan edip onları tekrardan TİH’e düçar kılsın.

Sercan AKBAYRAK

akbayraksercan@gmail.com

 

GRUBA KATIL